Mardin’in Midyat’ında, güneş her akşamüstü taş evlerin üzerinden çekilirken sokağın üzerine altın rengi, ince bir tül sererdi. Dar sokaklarda yankılanan çocuk sesleri, zeytin ağaçlarının yapraklarına çarpar, sonra taş duvarların arasına sinerdi. Berdan o yıllarda henüz on dördündeydi; gözlerinde, doğduğu aşiretin gururundan doğan sert bir parıltı, yüreğinde ise adını koyamadığı bir kıpırtı vardı.
Eylül, aynı sokakta, zeytin dallarının gölgesine düşen ışıkların arasında dolaşırdı. Saçları, rüzgârla savrulan buğday başaklarını andırır; gözleri Harran Ovası’nda batan güneşin son kızıllığı gibi derin, sıcaktı. Oturduğu taş ev, gösterişli değildi; ama avlusuna her giren, orada bir sıcaklığın, bir sıradan mutluluğun yaşadığını hissederdi.
İkisi, önce komşu çocukları olarak tanışmıştı; sonra oyun arkadaşlığına dönüşen o yakınlık, taş duvarların gölgesinde, kimselerin görmediği anlarda sessiz bir bağa dönüşmüştü. Bir gün, mahallenin dışındaki küçük tepenin ardında, çalıların ve yaban otlarının arasında saklambaç oynarken, bir an göz göze geldiler. O bakış, ne tam çocuktu ne de tam yetişkin. O an, bir şey değişti. İkisi de bunun farkındaydı ama hiçbirinin buna isim koymaya cesareti yoktu.
O günlerden birinde, akşam serinliği çökerken, Midyat çarşısının hemen yanında, yaşlı bir çınarın gölgesine sığındılar. Çarşıda bakırı döven çekicin sesi, uzaktan gelen ezan, kuş cıvıltıları… Hepsi birbirine karışıyordu. Berdan, avucunda sakladığı pürüzlü taşı Eylül’ün eline bıraktı.
“Bu taş…” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı, “bizim yeminimiz olsun.”
Eylül, şaşkınlıkla eline bırakılan taşa baktı. Taş, gündüz güneşten ısınmış, sanki canlıymış gibi sıcaktı.
“Ne yemini?” diye sordu, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle.
“Bilmiyorum,” dedi Berdan, gözlerini kaçırarak. “Ama… ne olursa olsun, birbirimizi unutmayacağımıza dair bir yemin işte. Uzak düşersek… bunu hatırla.”
Eylül, taşı avuçlarının içine aldı, parmaklarıyla pürüzlü yüzeyini yokladı. Bu küçük taş, bir anda çocukluk oyunlarının da ötesine geçmiş, iki yüreğin arasındaki görünmez bağın sembolü olmuştu.
“Uzak mı düşeriz ki, Berdan?” dedi, gözlerinde hafif bir alay ama içten bir endişe ile.
Berdan cevap veremedi. Çünkü o da bilmiyordu; ama içini kemiren bir his, kaderin taş kadar sert, tozlu bir eliyle araya gireceğini fısıldıyordu.
Yıllar, bahar selleri gibi akıp geçti. Berdan on sekizine bastığında, ailesinin kararı çoktan verilmişti. Babası Şeyhmus Ağa, sofrada önüne bile bakmadan, “İstanbul’a gideceksin,” demişti. “Sonra Amerika’ya. Aşiretin oğlu dünyayı görecek, adı yalnız dağlarda değil, şehirlerde de anılacak.”
Midyat’ın taş sokaklarını geride bırakmak, Berdan için görünürde büyük bir fırsattı; ama kalbinin bir köşesinde Eylül’ün gülüşü, gölgelerin arasından ona bakan gözleri vardı. O gün, yola çıkmadan önce çınarın altına tekrar gittiler. Eylül, elindeki taşı sıkı sıkı tutuyordu.
“Gitmesen olmaz mı?” diye sormadı; Midyat’ın kızları böyle soruları yüksek sesle sormazdı. Ama gözleri, onun yerine bunu defalarca tekrarlıyordu.
Berdan, Eylül’ün elinden taşı alıp dudaklarına götürmek istedi, yapamadı. Sadece avucunu kapatıp taşı yeniden onun eline bıraktı.
“Bir gün döneceğim,” dedi. “Bu taş olduğu sürece, yolum yine sana çıkar.”
Eylül, sadece başını salladı. Bazı cümleler vardı ki, “İnşallah” demeden bile dua sayılırdı. Onlarınki de öyleydi.
Berdan önce İstanbul’a, oradan Amerika’ya, Boston’ın gri göğü altındaki bir üniversiteye gitti. Ağa oğlu, artık modern dünyanın salonlarında dolaşıyor, yabancı dilde dersler dinliyor, yeni bir hayatın kapısından içeri adım atıyordu. Ama her akşam odasına çekildiğinde, yastığının altında sakladığı bir zarfa uzanıyordu: Eylül’ün el yazısıyla dolu beyaz kâğıtlar…
Eylül, Midyat’ta taş evlerinin küçük odasında, masa lambasının solgun ışığı altında mektuplar yazıyordu. “Bugün çarşıda eski çınarın altında oturdum,” diye başlıyordu satırlar. “Yapraklardan biri avlumuza düştü, sanki senin gölgen gibiydi.”
Mektuplar önce ayda bir, sonra haftada bir uçtu aralarında. Zarflar zamana ve mesafeye meydan okuyan köprülerdi. Berdan, Amerika’nın soğuk kampüslerinde yürürken, cebinde katlanmış bir mektup taşır; Eylül, zeytin ağaçlarının altında otururken, Berdan’ın sözlerini içinden tekrar tekrar okurdu.
“Bir gün,” yazmıştı Berdan bir mektubunda, “sana Midyat’ta, taş bir konakta bir ev kuracağım. Her sabah zeytin ağaçlarının gölgesinde uyanacağız. Evin avlusunda kahvaltı yapacağız. Sen güleceksin, ben bakacağım.”
Eylül, bu satırları okurken parmakları kâğıdın üzerinde dolaşıyor, sanki harflerin altından Berdan’ın tenine dokunuyormuş gibi ürperiyordu.
Zaman geçtikçe kelimeler de değişti. Mektupları, teknolojinin soğuk ama hızlı araçları devraldı. Önce e-postalar, sonra mesajlar, ardından geceleri uzayan telefon konuşmaları… Aralarındaki mesafe büyüdükçe, kelimeleri daha cesur, daha yakıcı hâle geliyordu.
Bir gece, Amerika’da odasının loş ışığı altında, telefonun karşı ucunda Eylül’ün sesini duyduğunda Berdan’ın kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu.
“Seni düşlüyorum,” dedi, sesi kalın ve kısılmış bir fısıltıya dönmüş, “Burada, bu yabancı odada senin kokunu özledim.”
Eylül, Midyat’taki küçücük odasında yatağına uzanmıştı. Tavanın çatlaklarına bakarken dudaklarının kenarı kıvrıldı.
“Yalnız kokumu mu?” diye sordu, sesi hem masum hem de muzip bir davet gibiydi. “Peki ya ben seni düşlersem? Ellerim burada, karanlıkta, senin hayalini okşarsa?”
Berdan’ın nefesi, telefonun ucunda duyulur hâle geldi.
“Eylül…” dedi kısık bir sesle, “Böyle konuşursan, bu mesafe beni yakar.”
O söz, aralarında yeni bir kapının kilidini açtı. Artık sadece hasretlerini değil, bedenlerinin suskun dilini de kelimelere dökmeye başladılar. Mesajlar, bazen Eylül’ün avucunda tuttuğu taş kadar sıcak, bazen Midyat’ın soğuk geceleri kadar ürperticiydi. Ama her seferinde aynı yere varıyordu: Birbirlerine duydukları o derin, yakıcı arzuya.
Bir akşam Berdan, parmakları ekranda titreyerek yazdı:
“Sana dokunmayı hayal ediyorum. Parmaklarım teninde gezinse, nabzını avuçlarımda hissetsem… Ne yapardın?”
Eylül, mesajı okurken içini dolduran ateşi, avuçlarındaki taşı daha sıkı kavrayarak yatıştırmaya çalıştı.
“Belki…” diye yazdı, “ben de sana dokunurdum, Berdan. Ama öyle yavaş, öyle ağır ki… ruhun bile titrerdi.”
Kelimeler, aralarındaki okyanustan daha derin bir denize dönüştü. Geceleri, telefonun ucunda fısıldaşırken, sesleri hem bir dua hem de bir günah gibiydi.
“Bir gün,” diyordu Berdan, “Bu hayalleri gerçeğe çevireceğim. Öyle dokunacağım ki sana, zaman duracak.”
Eylül gözlerini kapatıp o anı düşlüyor, ama bir köşede hep aynı gölgeyi hissediyordu: Midyat’ın susmayan töresi…
Berdan, Amerika’nın ışıklı caddelerinde yürürken bile, ardında sürüklenen görünmez bir zincirin ağırlığını hissediyordu. Ailesinin sesi, yıllardır kulağının bir köşesinde yankılanıyordu: “Aşiretin onuru sende.”
Onlar geleceğe dair planlar kurarken, Midyat’ın taş sokaklarında başka bir hazırlık vardı. Töre, soğuk bir gölge gibi iki gencin üzerine düşmek için, sabırla bekliyordu. Ve ne Berdan ne de Eylül, o gölgenin ilk defa ne zaman ayaklarına değdiğini fark etmişti.
Ama onların hikâyesi, henüz başlangıcını yeni yeni tamamlıyordu…