Midyat, taş avluların gölgesinde bir yası sımsıkı tutsak etmişti; rüzgâr, kuru hışırtısıyla tozları savuruyor, yaslı sedirlerin üzerine bir keder örtüsü çekiyordu. Eylül, konağın dar odasında, bir mahkûm gibiydi; babasının yırtıp attığı kâğıdın parçaları, zihninde bir yara gibi kanıyordu. Berdan’ın haykırışları kulaklarında yankılanıyor, vicdan azabı ruhunu kemiriyordu. Ama bu gece, bir şey değişmişti. Karanlık, ona bir ayna tutmuştu; bu, yaşanacak bir hayat değildi. Töre, onu bir gölgeye çevirmiş, Ferit’in ölümüyle bir dul, babasının zincirleriyle bir esir yapmıştı. “En fazla öldürürler,” diye mırıldandı, sesi kendi kulağına bir isyan gibi geldi. “Ama zaten ölüden farksızım.” Kalbi, korkuyla değil, kararlılıkla çarpıyordu. Töre’nin zincirlerini paramparça edecekti; suçlu değildi, yalnızca

