18 EYLÜL PAZAR
Arabada çıt bile çıkmıyordu. Tek ses arabanın kaportasından gelen motorun sesiydi. Arada bir de kendi kalbimin sesini duyuyordum. Bu mümkün müydü? Yani insanın kendi kalbinin sesini duyması?
'O ses acaba kıç korkusunun sesi olmasın?' diye tersledi bilincim.
'Bilinç olan sensin! Uyarsaydın kardeşim! Bana ne ya!' deyip ben de trip attım kendi bilincime.
Ben gerçekten tuhaf biriyim ya! İnsan kendi bilinciyle polemiğe girer mi? İşte! Ben giren biriyim, bir acayibim ben ya!
'Bunun farkına yeni varıyorsan ne diyeyim ben sana?' diyen bilincime göz devirdim.
Erdinç Abiye baktım. Depoda 'O piç benim' dediğimden beri susuyordu. Kolumdan tutup beni arabasına kadar sürüklemiş, ardından arabaya suçlu gibi ensemden tutarak bindirmişti. Normalde, biri ensemden; en çok huy aldığım yerden tutacak, onu evire çevire döver yedi ceddine kadar küfrederdim.
Ama gerçekten suçluydum ve ses çıkarmayı bırak nefes almaya hakkım yoktu. Tam yarım saattir yoldaydık ve ben sıkıntıdan patlamıştım. Ayaklarımın dibine koyduğum kaykayı incelemeye başladım.
Üzerinde 'Dark Star' yazan mavili siyahlı bir kaykaydı. Bir tür yaratık vardı üstünde ve mavi bir ışıkla toprağı yarıyordu. Ah! Şu erkekler ve tuhaf zevkleri. Aslına bakarsanız benimde hoşuma gitmişti. Çocuğun suratı gözümün önünde canlandı. Yerde şaşkınlıkla açılmış mavimsi gözleriyle ne kadar da komikti suratı. Kıkırdadım gerçekten çok komikti.
Araba aniden fren yapınca öne doğru savruldum. Emniyet kemeri göğüs kafesimi acıtınca öfkeyle Erdinç Abiye döndüm.
''Sence bu komik mi Neva? Nasıl bir durumda olduğunun farkında mısın sen? Kızım, ünlü mafya Emre'nin silahını çaldın sen! Bir mafyanın silahını! Sence bu gülünecek bir durum mu? Haline ağlaman gerekir!'' diye öfkeyle bağırdı. Arabanın içinde sesi o kadar yüksekti ki kulaklarımı tıkamamak için kendimi zor tuttum.
Öfkeliydim, kırgındım, korkuyordum. Gözlerimden yaşlar istemsizce dökülünce kafamı hızla çevirdim cama doğru. Kimsenin beni ağlarken görmesini istemiyordum. Omzumda Erdinç Abinin elini hissedince omuz silkip elinden kurtuldum.
''Neva, bak! Seni kardeşim yerine koydum ben ve şimdi kardeşimi kaybetme ihtimaliyle yüz yüzeyim. Bu ne kadar çaresiz hissettiriyor biliyor musun? Şimdi, sil göz yaşlarını ve saçını kepinin altında topla. İşte, erkek gibi gözük yani'' dedi sevecen bir sesle. Ona bakmadan önce gözlerimi silip burnumu çektim.
Ona döndüğümde ela gözlerinin kızarmış olduğunu gördüm. Ona gülümseyip ''Merak etme beni abi, ne yapmam gerekiyor onu söyle!'' dedim uzun kahverengi saçlarımı kepimin altında toplarken.
''Öncelikle, ben içeriye seninle gelemem bu yüzden beni iyi dinle!'' dediğinde gerilip ''Ne demek gelemem?'' diye sordum kapüşonumu kepimin üzerine geçirirken.
''Emre Çevik ayak takımıyla görüşmez, yüzünü bile bilmeyiz. Haberlere de pek çıkmıyor fotoğrafları. Seni merak etmiş, aptal ya da cesur musun kendi gözüyle görmek istemiş!'' dediğinde suratımı buruşturdum.
Harika, piçtik şimdi de aptal olduk! Bu Emre denilen heriften şimdiden nefret etmiştim. Geri zekalı, megaloman, aptal, kibirli, katil mafya babası!
''Kafanı kaldırma ve yüzünü görmesine izin verme! Kız olduğunu anlamamalı. Gözlerinin içine bakma ve sana yalvarırım sus! Öfkene hakim ol ve ne derse desin sessiz kal hayatta kalmak için!'' dediğinde gözümü devirdim.
Allah Allah ya! Tamam, bir hata yapmış olabilirdim ama bu büyütülecek bir şey değildi.
'Kızım adam babasını öldürmüş koltuk sevdası yüzünden! Bir sokak serserisi silahını çalmış! Sence neler yapar sana farkında mısın?' diye korkuyla söylendi bilincim. Dedikleriyle gerilirken atkımı boğazıma sarıp burnuma kadar çektim ve yüzümü iyice gizledim. Kafamı Erdinç Abiye hazırım anlamında salladım.
''Hadi abi gidelim, hazırım ben!'' dedim azıcık cesaretlenerek.
''Zaten geldik!'' dedi kafasıyla benim tarafımda kalan yapıyı göstererek. Az önce oluşan o azıcık cesaretim var ya! Topuklarını kıçına vura vura kaçtı.
***
Kaykayımı sağ elimde tutarken sol tarafımda benden az önde yürüyen Erdinç Abinin arkasından sessizce yürüyordum. Kocaman demir parmaklıklı kapı ardına kadar açılıp bizi muhteşem bir manzarayla karşıladı. Yemyeşil bahçe, beyazın her tonunda bahçe eşyaları ve çeşit çeşit çiçekle bir masaldan fırlamış gibiydi.
Ev, beyaz boyası, altın renkli parmaklıkları ve kapısıyla bir saray yavrusunu andırıyordu. Acaba gerçekten parmaklıklar altından mıydı?
Camların pervazlarına koyulmuş saksı çiçekler aynı çiçeğin farklı renklerindeydi. İki katlı evin kapısına ulaşmak için sekiz basamak çıkmak gerekiyordu. Evet! Üşenmedim saydım!
Kapıyı, bahçenin girişinden beri bizimle gelen siyah takım elbiseli adam açtı. Erdinç Abi önden içeri girdiğinde ben de peşinden gitmek için hareketlendim ama takım elbiseli adam beni kolumdan tutarak durdurdu.
Ben kolumdaki ele ters ters bakarken Erdinç Abi hızla yanıma geldi ve bir adama bir de bana baktı.
''Bir şey mi oldu?'' dedi Erdinç Abi gayet sakin bir sesle. Takım elbiseli adam sağ elimdeki kaykayı alıp bana ters ters baktı.
''Şimdi girebilirsiniz!'' dediğinde kaykaya baktım. Kaykayı çocuğa geri götürecektim, bunu kafama koymuştum bir kere. Erdinç Abi kolumdan tutup beni sürüklerken takım elbiseli adamın arkamdan homurdandığını duydum.
''Patronun seninle işi bittikten sonra, orta parmağını hatıra olarak saklayacağım!''
Arkama dönmeden sağ elimi kaldırdım ve hareket çektim. Madem işim bitmişti, en azından herkesi sinir etmeliydim. Boşuna gitmemeliydim öbür tarafa.
Beyaz, ahşap parkeli kocaman holde bir süre durduk. Kocamandı yahu! Çift taraflı merdiven vardı ve altın kaplamaydı herhalde tırabzan. Ben bunları söker satardım ya! Kafamı yukarı kaldırdığımda önce irkildim sonra aval aval tavandaki devasa avizeyi seyrettim. Yanımıza gelen bir hizmetçinin topuklu ayakkabı sesiyle kendime geldim ve elmaslı avizeden gözlerimi çektim.
Elindeki altın kaplama tepsiyi bize doğru uzattı ve konuşmaya başladı.
''Lütfen, üzerinizdeki tüm metal eşyaları çıkarıp buraya bırakın!'' dedi düzgün bir diksiyonla. Gözlerimi devirip cebimdeki alyan anahtarını, kolumdaki saati çıkarıp tepsinin üzerine koydum. Erdinç Abi tam saatini çözecekti ki hizmetçi konuştu.
''Sizin çıkarmanıza gerek yok, siz Emre Beyle görüşmeyeceksiniz!'' dedi gülümseyerek. Dişlerini söküp avucuna verirdim ya neyse! Bir de hizmetçisini darp ettiğim için 'Emre Bey Hazretlerini' sinirlendirmeyeyim.
Hizmetçi yanımızdan uzaklaşırken başka bir takım elbiseli adam yanımıza geldi.
''Beni takip edin!'' dedi ve arkasını dönüp geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Gittiği yere doğru peşinden giderken merdivenlerin diğer tarafına giden koridoru gözlemledim.
Duvarlardan hiç resim yoktu ve gerçekten beyazdan nefret etmeye başlamıştım. Adam koridorun en sonunda bir kapının önünde durdu ve Erdinç Abiye döndü.
''Siz gidin, beklemenize gerek yok!'' dedi sert bir sesle. Bir dakika ne demek gerek yok! Bana ne yapacaklardı? Buradan sağ çıkamayacak mıydım? Korkulu gözlerle Erdinç Abiye baktığımda onun da benden farkı yok gibiydi. Cesaretli görünmek adına sırtımı dikleştirdim ve Erdinç Abinin kolumdaki elinden kurtuldum.
Atkımı çeneme kadar çekip takım elbiseli kapıyı açarken Erdinç Abiye gülümsedim ve tekrar atkımı burnumun üstüne çektim. Artık nasıl güldüysem Erdinç Abinin gözünden bir damla yaş düştü.
Evet, buradan çıkışım yoktu! Sonum gelmişti.
***
Siyah deri koltukta otururken gri renkli duvarlarda gezdirdim bakışlarımı. Yine hiç fotoğraf yoktu ve bu beni germişti. Siyah maun masa ve onunla takım sehpanın üstünde birkaç evrak vardı. Masanın üstünde bile bir fotoğraf çerçevesi yoktu. Bu adamın hiç iyi anısı yoktu anlaşılan.
Rahat rahat etrafımı seyretmemin sebebi Emre Hazretlerinin hala teşrif etmemiş olmasıydı. Azrail'i beklemek ne kadar da sıkıcıymış! Azrail demişken, hani benim bir duam vardı; 'öleceksem bu bir Porsche' olmalı diye, galiba bir Porsche yüzünden ölecektim.
''Hayat, gerçekten hiç güzel bir espri anlayışın yok!'' diye hayıflandım tavana bakarken. Kapı birden açılınca kafamı hızla eğdim ve bakışlarımı kucağımda birleştirdiğim ellerime diktim. Sert adım seslerini kapının çarpılma sesi takip etti. Yerimde sıçrasam da bakışlarımı ayırıp bakmadım.
Sert bir çarpma sesi duyunca bakışlarımı masaya çevirdim. Bir el çaldığım silahı masaya koymuştu. Elin sahibine bakmadım, bakışımı silaha sabitledim ve öylece durdum. Gerilmiştim ve adrenalin damarlarımda dolaşıyordu. Elin sahibi oturunca sadece göğsünden aşağısını gördüm. Anlaşılan Emre Bey çok uzun biriydi.
Giydiği beyaz gömlek kasları yüzünden gergindi. Siyah kravatını yakadan gevşetmişti ve üsten birkaç düğmesini açmıştı gömleğinin. Siyah ceketi geniş omuzlarını ve kaslı kollarını sıkıca sarmıştı. Bu görüntüsü yutkunmama sebep olurken bakışlarımı tekrar ellerime çevirdim.
''Demek, silahımı çalmaya kalkan cesur yürek sensin!'' dedi tok sesiyle. Kalın sesi etrafımı sararken hiç de neşeli olmayan bir kahkaha attı.
''Acaba neyine güveniyordun? Şu çelimsiz vücuduna mı? Yoksa adamlarımı atlatacak kadar hızlı koşmana mı? Sen ne biçim bir erkeksin?'' diye iğrenen bir ses tonuyla konuştu. 'Ne varmış lan benim erkekliğimde?' diyecektim ki erkek olmadığım aklıma geldi. Sakin olun hormonlar! Sakin!
''Bu ne biliyor musun?'' dedi silahı masanın üstünden bana doğru az iterek. Kafamı olumlu anlamda salladım. Birden ayağa fırladı ve silahı eline alıp odada volta atmaya başladı.
''Hayır! Bilmiyorsun! Bir bok bildiğin yok! Sen bir aptalsın lan! Silah çalmak da ne? Sen kimsin? Kimsin ki benim silahıma el uzatıyorsun!'' diye bağırdı. Sesinin şiddetiyle olduğum yere sinmemek için kendimi zor tuttum. Hayır! Korkmuyordum ondan! Kabullenmiştim çünkü akıbetimi! Sırtımı dikleştirip ellerimi iki yanımda yumruk yaptım.
''Buradan çıkamayacağını biliyorsun, değil mi?'' dediğinde 'Hıh!' diye güldüm. Evet, bunu biliyordum, korkmuyordum çünkü anneme kavuşacağım düşüncesi sarmıştı bedenimi.
'Kızım sen manyak mısın? Ne diyorsun sen ya! Ölmeyi bayılmak mı sanıyorsun sen!' diye beni azarlayan bilincimi kulak ardı ettim.
Durduğunu ve gerildiğini hissettim. Gülmem onu sinirlendirmiş olacaktı ki odanın havası birden değişti. Kafama dayanan silahla bende gerildim. Odadaki gerginlik çakmak çaksak alev alacak türdendi.
''Sence bu komik mi? Şimdi de gülsene lan!'' diye bağırdı silahı başıma iyice bastırarak. Ben öfkeden tir tir titrerken bu sefer alaycı bir kahkaha attı.
''Bu kadar işte senin cesaretin! Bir kızdan farkın yok lan! 'Anne, anne!' diye ağlarsın da sen şimdi! Annen utanmalı senin gibi birini doğurduğu için!'' dediğinde bombanın pimi çekilmiş oldu.
Hızla ayağa kalkarken silahın baskısı yüzünden kapüşonum ardından da kepim sıyrıldı kafamdan. Saçlarım belime dökülürken adama döndüm ve öfkeyle bağırmaya başladım. Gözüm dönmüştü lan!
''Lan sen kimsin ki benim anneme dil uzatıyorsun! Tamam, sıçtığımın silahını alarak hata ettik, ver cezamızı, çek tetiği! Niye anneme laf atıyorsun? Senin erkekliğin bu kadar mı lan! Gücünü silahtan mı alıyorsun! Erkek değilsin lan sen!'' diye öfkeyle bağırdım. Öfkeden yanaklarım yanıyordu ve gözlerim yaşarmıştı. Anneme lan anneme! Anneme beni doğurduğu için utansın demişti!
Ağlamamak için yanağımı dişlerken kafamı kaldırıp Emre Beyin suratını görmek istedim. Kafamı kaldırdım, kaldırdım ve kaldırdım. Ben gayet uzun bir kız olarak bu adamın yanında kendimi çok kısa hissetmiştim.
Emre Beyin yüzüne sonunda ulaştığımda nefesimi tuttum. Uçları açık kahverengi gür saçlarını geriye taramıştı. Kirli sakalı ve çatılmış kaşlarıyla öfkeli gözüküyordu. Ama kahverengi gözlerinden şaşırdığını anlayabiliyordum. Kalbim teklerken bu kadar yakışıklı bir Azrail'imin olması hayat denilen sürecin espri anlayışın berbat olduğunun göstergesiydi.