Misafir

763 Kelimeler
Kucağındaki kızını sıkıca tutarak Berzan’ın yanında yürümeye başladı. Adımlarını her attığında konağın içinden biri daha kapıya doğru çıkıyordu. İlk olarak Berzan’ın annesi göründü. Arkasından kız kardeşi, iki erkek kardeşi ve bastonuyla avluya inen babaannesi… Berzan durdu. Omuzlarını hafifçe geriye attı, sesi tok ve netti: “Misafirim. Birkaç gün burada kalacaklar,” dedi. Annesi başını eğdi. Babaannesi Berzan’ın gözlerine baktı ama bir şey söylemedi. Kardeşleri aralarında bakıştılar ama içlerinden hiçbiri konuşmaya cesaret edemedi. Çünkü Berzan’ın bir cümlesi, bu konağın içinde yasa niteliğindeydi. O ne derse o olurdu. Berzan Xıdırxan böyle istemişti. Konu kapanmıştı. Hizmetlilere döndü, sesi biraz daha yükseldi: “Üst kata oda hazırlansın. Kadınla çocuk dinlenecek. Konağa gireli beş dakika oldu, hâlâ kapıdasınız.” Herkes birden harekete geçti. Kimi yukarı koştu, kimi temiz çarşaf taşıdı, kimi su getirdi. Nazar ve küçük kızı, taş basamakları yavaşça çıkarak konağa girdiler. Berzan, annesinin yanından geçerken tek kelime etmedi. Kadın gözlerini kaçırdı. Kimse itiraz etmedi, çünkü biliyorlardı… Berzan’ın kararları tartışılmazdı. Ne zaman “misafir” derse, o kişi dokunulmaz olurdu. Nazar, büyük taş koridordan geçirilip yukarıya çıkarıldı. Odada kızıyla baş başa kaldığında, ilk kez o gece ağladı. Ama bu gözyaşı yorgunluk ve korkudan değil… Bir nebze de olsa güvende hissetmenin bıraktığı duyguydu. Küçük kız annesinin boynuna sarılmış, “Burası evimiz mi?” diye fısıldamıştı. Nazar cevap verememişti. Çünkü kendi bile hâlâ nereye geldiğini tam olarak bilmiyordu. Ama tek bildiği şey şuydu: Artık yalnız değildi. Ve her şey yeni başlıyordu. Xıdırxan Konağı’nın alt katındaki büyük taş salonda, Berzan’ın ailesi toplanmıştı. Annesi koltuğa oturmuş, dizlerinin üzerine ellerini koymuş; yanında kız kardeşi sessizce çay karıştırıyordu. İki erkek kardeşi ayakta, sinirle salonda dolaşıyorlardı. Konağa kim olduğunu bilmedikleri bir kadın getirilmişti. Hem de küçük bir çocukla birlikte… Ve Berzan, kimseye tek kelime açıklama yapmadan “Misafirim” demişti. O sırada ahşap merdivenlerden Berzan’ın ağır adımlarla indiği duyuldu. Geniş omuzlarıyla salona girdi, hepsine kısa bir bakış attı. Sonra doğrudan konuya girdi: “Misafire yemek çıkardınız mı?” Salondaki hava bir anda ağırlaştı. Kardeşlerinden biri yere baktı, kız kardeşi bardağıyla oynamaya başladı. Annesi, biraz bozulmuş bir ses tonuyla konuştu: “Yok oğlum… Şimdi… şey edecektik. Zaten daha yeni geldiniz…” dedi. Berzan durdu. Kaşları çatıldı, bakışı buz gibi keskinleşti. Sesi bir perde düştü aşağıya, salonda yankılandı: “Misafirin ne demek olduğunu benden öğrenecek değilsiniz herhalde. Gidin, bir ihtiyacı var mı diye sorun. Karnını doyurun. Çocuğu da var yanında. Bu konağa adım atan biri aç kalmaz. Hele benim misafirimse, asla.” Kimse tek kelime edemedi. Annesi gözlerini kaçırdı, kız kardeşi başını önüne eğdi. Berzan bir an bile duraksamadan salondan çıktı, taş merdivenlerden yukarı yürüdü. Ardında kalanlarsa sadece birbirine baktı. Sorgulamaya ne hakları vardı, ne de cesaretleri. Çünkü bu konağın en üst katında oturan adam, Xıdırxanların Deli Berzanı, sözünü söylediyse gerisi susmak zorundaydı. Ve o gece, Nazar’ın kaldığı odanın kapısı usulca çalındı. İçeri giren yaşlı bir hizmetçi, elinde bir tepsiyle sessizce yaklaştı: “Hanımım… Beyimiz gönderdi… Karnınızı doyurun. Bir ihtiyacınız olursa haber verin, dedi…” Nazar, bir anda ne diyeceğini bilemedi. Sadece küçük kızının başını okşayıp teşekkür etti. Kızının karnını doyurdu. Berzan, ağır adımlarla odasına çıktı. Konağın en üst katında, taş duvarların içinde gölgeler gibi uzayan bir sessizlik hâkimdi. Kapıyı kapattı. Derin bir nefes verdi. Sırtındaki yük, omuzlarını aşağı çekiyor gibiydi. Ceketini çıkardı, koltuğun kenarına fırlattı. Sonra yavaşça gömleğinin düğmelerini çözdü. Her bir düğmede geçmişin yankısı vardı. Sessizce aynanın karşısına geçti. Gömleğini sıyırdı, çıplak göğsünü yansıtan aynada, tam kalbinin altındaki eski iz gözüne çarptı. Zamanla solmuş ama silinmemiş bir yara izi… Bir zamanlar öfkeyle, acıyla, ihanetle açılmış bir iz… Parmaklarıyla hafifçe o iz üzerine dokundu. Gözlerini kapattı. Ve zihni hızla geceye, mezarın başına döndü. Gece serindi. Mardin’in taşları bile soğuktu bu gece. Ay yoktu gökyüzünde, yıldızlar da… Sadece rüzgâr vardı, kuru dalları hışırdatan. Berzan, mezarın başında diz çökmüş, yıllardır söylemediği cümleleri içine gömmüştü. Taşın üstünde sadece bir isim yazılıydı. Ve o isim, onun ömründen en çok çalan kadının ismiydi. “Ben hâlâ buradayım,” demişti mezara fısıldayarak. “Sen gideli on yıl oldu. Ama içim hâlâ o günkü gibi yanıyor…” O mezar, Berzan’ın sustuğu, kimselere anlatmadığı tek gerçekti. O gece orada kalmış, yatsı ezanına kadar başını eğip hiç kıpırdamamıştı. Yağmur çiselemeye başlamıştı sonra… Ama o kalkmamıştı. Çünkü o mezarın toprağında sadece sevdiği değil… kendi kalbinin yarısı da gömülüydü. Nazar, sabaha kadar gözünü bile kırpmadan odada oturdu. Yorgun bedeni yatağı çağırsa da, zihni hep tetikteydi. Kucağındaki küçük kız, İnci, başını annesinin dizine yaslamış uyumuştu. Nazar, onun nefes alışlarını dinleyerek sabahı etti. Güneş konağın taş duvarlarına hafif bir sıcaklık verdiğinde, kapı nazikçe tıklatıldı. Nazar hemen irkildi. Kapı hafif aralandı ve orta yaşlı, zarif bir kadın başını uzattı. Gülseren Hanım’dı. Berzan’ın annesi. Yüzünde sertlikten çok bir yumuşaklık vardı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE