*Hahambaşı Sir Jonathan Sacks Cambridge Üniversitesi'nden felsefe mezunudur. Aşağıdaki hikayeyi anlatıyor:
Mezun olduktan sonra, yeşiva'da İsrail'deki Kfar ChaBaD'de eğitim almak için biraz zaman harcadı. Bir vesileyle, Hasidizm'i Kfar'da doğup büyümüş olan bir genç öğrenciyle birlikte çalışıyordu. Hasidizm öğrencisi genç, yaptıkları çalışmaların ortasında Hahambaşı'na döndü ve "Sen ve ben arasındaki farkın ne olduğunu biliyor musun? Sen bütün gün Tanrı'yı düşünüyorsun ve ben ise bütün gün kendimi düşünüyorum!" Hahambaşı bu ifadeyle biraz şaşkına döndü. Eğitim arkadaşına sordu: "Elbette, bu izole hasidik köyde yetiştirildin, dürüstlerin öyküleriyle ve imanla beslendin. Bütün gün Tanrı'yı düşünmeliydin. Ben ise seküler felsefenin kalesinde eğitim gördüm. Bütün gün kendimi düşünmeliydim!" "Öğrenci yanıtladı: "Fikrimi anlamadınız. Üniversiteye gittiniz ve var olduğunuzu bilen felsefe dalında bir derece aldınız. Tek sorunuz acaba Tanrı var mıdır idi. Bu nedenle, bütün gün Tanrı'yı düşünüyorsunuz. Ben, Kfar ChaBaD'de büyüdüm, bir Tanrı'nın var olduğunu biliyorum. Tek sorum, resme nerede uyarım, Tanrı'nın isteğini nasıl yerine getiririm? Bu nedenle bütün gün kendimi düşünüyorum!"(Kabalat tora, Meam lo'ez, h***:://kabalat.com/kitap/kabalaya-anahtar/derin-gerceklik/(/21.01.2017)
Gözlerim kapandığında aklıma gelen alıntı ile geri açıldı. Felsefeye düşkün olan Melekber abla ile bir muhabbetimizde anlatmıştı bana bu hikayeyi. Yukarıdan bakış ve aşağıdan bakış; bakış açılarındaki farklılık konusun da bir hikayeydi. Hahambaşı tanrıyı arıyor, genç ise var olduğuna emin olduğu tanrının isteklerini yerine getimeyi düşünüyordu. Şayet ben de durumumuzu buna benzetmeye başlamıştım. Herkes katili arıyordu ama ben katil bana da bulaşırsa ne yaparım diye düşünüyordum. Onlar katili, ben kendimi düşünüyordum.
Bu mesleği seçerken artılarını ve eksilerini görerek seçmiştim. Çalışma şartları, yapacağımız iş hepsini detaylı bir şekilde araştırmıştım. Kendimi bir asker olaral hayal dahi edemezken onlara çok faydalar sağlayan bu savunma sanayii benim çok hoşuma gitmiş, hayatımda hiç olmadığı kadar heves ve azimle bu alana yönelmiştim. Yıldız Teknik Elektirik Elektronik Mühendisliği Fakultesinden mezun olurken tek hayalim Aselsan'dı. Şimdi hayalimi yaşıyordum ama göz ardı ettiğim riskler bizzat karşımdaydı.
Yol akıp gittikçe düşüncelerim de akıp gitti. Beytepe Murat Erdi Eker Devlet Hastanesi'ne geldiğimizde ablamla birlikte indik. Melekber abla Aykut abinin öldüğünü duyduğunda sinir krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. Kolay değildi, birbirlerine nasıl aşkla baktıklarını üçüncü bir göz olan ben görüyordum. İmrenmediğim söylenemezdi. Bu devirde böyle seven ve sadık birini bulmak kolay değildi. Melekber abla bundan on sekiz yıl önce başarılı bir evlilik yapmıştı. Hastaneye doğru adımlarken şöför arabayı götürdü. Ablam ve ben sessizce yürüyorduk.
Hastaneden içeri girdiğimizde ölüm kokusu doldu içime. Burnumuzun kokulara alışmak gibi bir huyu vardı. Net bir sayı söyleyemesem de on saniyeden az bir sürede nefesimize sızan koku artık doğal hale gelirdi. Fakat bu hastane kokusu için geçerli değildi. En azından benim için...
Melekber ablanın yattığı kata geldiğimizde odadan çıkan Melek'i kesti gözüm. Altında bir kot pantolon, üstünde bir sweet, saçları ensesinde toplanmış ve kısa gelen saç tutamları yüzüne dökülmüş, beyaz teni kızarıklıklarla bezenmiş ve gözleri ağlamaktan şişmiş, çilleri kızaran yüzünde kaybolmuştu. Yüz yüze geldiğimizde çenesi titredi.
Sanki... sanki annesinden kendisine sıra gelmemişte yas yapamamış gibiydi. Annesi yıkılınca o dik durmak zorunda kalmış, ağlayacak omuz arayan bir çocuktu. Seri adımlarla geldi ve yıkılırcasına sarıldı. Benden bir baş boyu daha uzun olduğu için üzerime abanmıştı. Narin vücudunu alarak bekleme alanına yönlendirdim. Ben sevdiğim bir abimi, o ise babasını kaybetmişti. Benim içimdeki minicik acı onun bedenini saran acısının yanından geçemezdi.
Küllü kumral saçlarını okşarken içini dökmesini bekledim. Size sarılıp yas yapan birine söyleyeceğiniz tek şey boş vaatler olurdu. Çok tecrübe etmiştim bunu daha önceleri. Şimdi de Melek ağladıkça ben daha çok sarıyor, destek oluyordum.
"Tamam bebeğim. Sakinleş biraz." Fısıltılarım tabi ki etki etmedi ama birkaç saniye sonra ağlama atağı geçerek yerini iç çekişlere bıraktı. Uzanan suyla sıçradım. Tolga müşfik bir yüz ifadesiyle bakıyordu. Kapağı açılmış pet şişeyi alarak Melek'in birkaç yudum içmesini sağladım. Nihayet toparlandığında burnunu çekiyordu sadece.
"Nasılsın güzelim," diyerek nabız yokladım.
"Kötüyüm. Akel abla çok fenayım. Böyle tarif edemeyeceğim bir boşluk var içimde. An be an büyüyor ve sarıyor beni. Babamı özlüyorum daha şimdiden. Biz çok mutluyduk. Niye böyle oldu anlamıyorum."
Ellerini avucumun içine aldım. Yüzümde anlayışlı bir ifade hakimken ses tonum fazlasıyla yumuşaktı.
"Seni anlayamam canım. Sevdiğim insanları çok kaybettim, ölümle malesef tanıştım ama hiçbiri babam değildi. Hissettiğin boşluk geçmeyecek. Sevdiğimiz insanlar bizim kalp hücrelerimiz ve onlar gittiğinde o hücreler de gidiyor. Yerine yenisi gelmemek üzere hayatımızdan çıkıyor. Vücudumuzda bir parça eksildiğinde canımız yanar, ilk an en çok acıtan andır. Senin de ruhundan bir parçan eksildi. Canının yanması çok normal. Çok üzgünüm. Çok çok üzgünüm ama alışacaksın o acıya. Ne yazık ki alışacaksın."
Cevap vermedi. Bir süre sessizce sözlerimi sindirdi. Bakışları yerdeki karolu taşlara sabitlenmiş, öne arkaya sallanıyordu.
"Başın sağolsun," dediğimde gözlerini sımsıkı yumdu. Yüzü iyice darmaduman olurken bu anı kendi babamla yaşamak istemediğimi, hiç hazırlıklı olmadığımı fark ettim. Suskunluk acı bir çığlık gibi aniden yayıldı.
"Melekber hanım nasıl?" Sessizliği dağıtmak isteyen ablamdı. O da karşıdaki banklardan birine oturdu.
"Annem baygın," sesi buğulu geliyordu. "Duyunca biranda çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Nasıl zapt edeceğimi bilemedim. Sonra yine ben ne olduğunu anlayamadan bayıldı. Çok korktum çok." O sözlerini noktalarken benim bakışlarım koridorun başında görünen Dağhan'a kaydı. Tüm heybetiyle bizden taraf geliyordu. Deri montunun altındaki koyu mavi gömleği, kargo tipi pantolonu ve postallarıylaydı. Üzerini değişmiş olmalıydı.
Tolga asker selamı vererek komutanını selamladı. Dağhan da onaylayarak karşılık verdi.
"Merhaba hanımlar," diyerek bize döndü ve üzerimizde dolaşan gözleri Melek üzerinde kaldı. Bense dik dik bakmaya devam ediyordum. Sabırsızca bakışları bana döndü ve tekrar kaçtı. Ah ha!
"Hanım efendi kim?" Soruyu ortaya bırakmıştı. Ablamın yanıtlamasına izin vermeden atladım.
"Melek. Aykut abiyle Melekber ablanın kızı." Bakışları bu defa temelli bana döndü.
"Pekala, Yüzbaşı Dağhan Mirtoprak, Melek. Başın sağolsun."
Gözlerimiz ayrılmamak üzere manyetik bir etkiye girmişti.
"Kim? Kim yapmış bunu babama?"
İkimizde aynı anda Melek'e döndük. Buğulu ve kızarmış gözleri umutla Dağhan'a bakıyordu.
"Araştırıyoruz Melek, öte yandan bir bulguya varabilmemiz için senin de yardımlarına ihtiyacımız var. Babanın zehirlenme yoluyla öldürüldüğünü düşünüyoruz. Test sonuçları akşama çıkacak. Babanın bir düşmanı var mıydı?"
Melek bir süre toparlanmak ister gibi bakındı. Suyundan büyükçe bir yudum aldı ve yuttu.
"Yoktu. Zaten babam insanlarla tartışmayı, zıtlaşmayı sevmezdi. Yani öyle kolay kolay düşman olabileceğiniz biri değildi. Bu yaşıma kadar trafikte küfür ettiğini bile görmedim."
Üzerini arayan Tolga, aradığını bulamayınca telefonunu çıkarttı. Parmakları telefon ekranında gezinmeye başladı. Çıkan tuş sesleri Dağhan'ın da dikkatini çekince astına kaş çatarak baktı. Mahçup bakışlar atan adam hemen sesini kıstı. Galiba Melek'in söylediklerini not alıyordu.
"Peki. Onu kıskanan birileri var mıydı? Herkes tarafından sevilmek mümkün değildir. Mutlu olman da bazı insanların gözüne batar."
Melek düşünse de pek bir şey bilmiyor gibiydi. Zaten bu işlerden anlamaması normal değil miydi? Daha on yedi yaşına yeni girmiş olan kız çok toydu.
"Malesef ben bilmiyorum."
Bir süre kızı izleyen Dağhan anlayışla gülümsedi.
"Kusura bakma. Daha acın çok tazeyken canını sıktık. Ama ne kadar hızlı hareket edersek katil kendisini gizlemeden yakalayabiliriz."
"Anlıyorum. Hiç sorun değil. Size yardımcı olabilmeyi inanın çok isterdim ama yok. Zaten aile tarafıyla çok görüşmüyoruz. Komşularımız da bizim gibi mutlu insanlar. Öyle kindar bakışlara hiç rastlamadım."
"Anlıyorum. Aile tarafıyla görüşmüyoruz dedin. Neden?"
Derin bir nefes alan kız, bir yudum su daha içti. Çişi gelecekti şimdi...
"Annemle babam evlendiği için küsmüşler. Babaannem babamı kendi istediği bir kızla evlendirmek istiyormuş ama babam anneme aşıkmış. Annemin babası olan dedem de geleneklere bağlı bir adammış. Babam ailesiyle istemeye gelmezse annemle evlenmesine müsaade etmeyeceğini söylemiş. Annemle babam da gizli gizli evlenip biz evlendik demişler. O gün bugündür konuşmuyorlarmış işte. Şu büyüklerin inadını hiç anlamam. Sevdiği dururken senin istediğinle evlenecek değil ya!"
Hüzünle söylenen kız iç çekerek kendi içine kapandı. Galiba söyleyecekleri bitmişti. Dağhan da fazla uzatmadı.
"Melek, güzelim." Duyduğumuz erkek sesiyle bakışlarımız o yöne döndü. Melek'in erkek arkadaşı Ali'ydi gelen. Tanımıyordum ama bir iki defa görmüştüm.
"Kim o?" Dağhan pür dikkat onları izliyordu.
"Melek'in erkek arkadaşı."
"Adı ne? Nasıl biridir?"
"Adı Ali ama nasıl birisi olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Bir iki defa gördüm sadece."
Başıyla onayladı. Bakışları buyruğunu sıralamadan önce sevgilisinin kollarında ağlayan Melek ve Tolga arasında gitti geldi.
"Şu aile işini bir araştır. Ali denen çocuğu da bir araştır. Ben içeride Melekber hanımla konuşurken sen de onu sorgula. Hepsini rapor halinde istiyorum. Rena'dan haber var mı? Otopsi sonuçları çıkmış mı?"
Yapması gerekenleri not alan Tolga -yani ben öyle düşünüyordum- telefon ekranını kilitleyek yanıtladı.
"Geldiğimde aramıştım. O zaman çıkmamıştı sonuçlar. İstediğiniz gibi adli tıp uzmanının başında bekliyor."
"Tamam. Peki Aykut'un korumalarıyla konultunuz mu? Fasla bir şey, dikkatlerini çeken bir durum var mı?"
"Adamlar zaten Aykut beyin isteği üzerine görevlendirilmiş komutanım. Mühendisleri koruma altında tutuyorlar biliyorsunuz. Yani güvenlikleri sağlanıyor. Ancak onlar da pek bir şey bilmiyorlar."
"Aykut abi koruma mı istemiş?" Konuşmalarını dinlediğimi bu kadar açık etmem belki doğru değildi şu an ki durumum için ancak merak daha cazip gelmişti.
"Evet. Ancak sonra talebini geri çekmiş. Bu konuda da bilgin yoktur eminim." Gözlerinde ilk defa şüphe görüyordum. Sabah sorguda bile böyle bakmamıştı. Dostum dediğim adam hakkında hiçbir şey bilmiyor olmam gözüne batıyordu galiba. Üzgünüm Dağhan'cığım. Ben de senin gibi düşünüyorum ama gidip ölmüş adama tavır yapamam ya.
"Malesef. Koruma konusu geçmiştir belki ama hatırlamıyorum bile."
"Eminim öyledir. (Tolga'ya döndü) Ben bir sorayım bakalım Melekber hanım uyandı mı?" Tavrı ve inanmayışı rahatsız etmişti. Üstelik bozulmuştum güvensizliğine.
İkisi de iki farklı yöne giderken ben ablamın kanatları altına sığındım. Melek bir köşede yakışıklı sevgilisiyle sarmaş dolaş yas yapıyordu. Yirmi dakika kadar bekledik. Bu sırada Tolga Ali'yle konuştu ve iki adam önümüzde buluştu.
"Kadın kendinde değil. Ne söylediği anlaşılmıyor bile." Dağhan'ın söylediği ilk şey bu olmuştu. Yüz ifadesi gergindi ve Tolga'dan da işe yarar bir şeyler bulmazsa can sıkacak gibiydi.
"Ali denen çocuk maktulü tanımıyor komutanım. Yaşları küçük olduğu için normal gördüm. Bu yaşlarda sevgilisini babasıyla tanıştıracağını zannetmiyorum. Aileyi araştırdım. Iki taraf da başka şehirlerde yaşıyor. Herhangi bir olaya vesayire karışmamışlar. Şimdilik bu kadar öğrenebildim. Detaylı bir araştırma yapacağım yine de."
"Tamam. Melekber denen kadını da bir araştır. Ayrıca maktulün telefon dökümlerini de istiyorum. Kim aramış sormuş bilmek istiyorum. Kadınla o biraz kendisine gelince tekrar konuşmayı deneyeceğim."
İki taraf da konuşmasını bitirince Dağhan Tolga'ya yanımda kalmasını söyleyerek gitti. Tolga telefon konuşmalarına gömülürken ben de Melekber abla ile görüşmek üzere odasına yöneldim. Melek ve Ali içerideydi. Ablamla birlikte içeri girdik. Eşini kaybeden kadın ruhsuzca yatıyordu. Uzun bedeni öylece uzanmış, mavi gözleri bulutlanmıştı. Çikolata kahve saçları yastığa dağılmış, dünya yansa umurunda olmayacakmış gibiydi. Beyaz elleri karnının üzerinde birbirine kilitlenmişti.
Ablam taziyede bulunurken ben de tüm samimiyetimle yaklaştım.
"Abla başımız sağolsun." Gözleri bana dönerken dolu dolu oldu. Birkaç damla yaş yüzünün iki yanından yastığa aktı.
"Akel," sesi fısıltılıydı. "Yaklaş lütfen." Dediğini yaptım ve annesinin yatağı kenarında oturan Melek 'in karşısına, Melekber ablanın diğer yanına oturdum.
"Onu en son sen gördün. Nasıldı?"
Ne denirdi ki? Dudaklarımı birbirine bastırarak içimde kabaran ağlama isteğini bastırmaya çalıştım. Ne kadar uğraşsam da içim dolup taşıyordu.
"Hala sana çok aşıktı." Ağlarken güldü. Dünyanın en acı eylemi bu olsa gerek. Ölen birini güzel anılarla yad etmek, onu hatırlıyor olmak buruk bir tat gibiydi. Sevdiğin; kalbini, ruhunu, bedenini paylaştığın adam gidiyor ve geriye sadece zamanla parçalanan anılar kalıyordu.
Biraz daha oturduk ve Melekber ablanın aldığı sakinleştiriciler yüzünden sızmasıyla çıktık. Keza ayıkkende ağlamak dışında pek bir şey yapmamıştı. Tolgayı yere çökmüş halde telefonunda bir şeylerle uğraşırken bulduk. Bizi görünce dikildi ve adeta bir kavak ağacı gibi önümde uzadı gitti. Allah'ım neydi günahım! Derince bir nefes aldığım sıra telefonunu cebine koydu ve yaklaştı.
"Melekber hanım nasıl?"
"Kötü. Kendinde değildi zaten ama sorduğu tek şey de Aykut abi oldu. Şimdi de yine serumdaki sakinleştiricilerle sızdı."
Başıyla onayladı.
"Gidiyor muyuz?"
"Gidelim artık. Annemler de seni merak ediyor Akel." Ablama uyduk ve hastanenin çıkışına kadar ilerledik. Ablamın arabası hastanenin kapısına getirilmişti.
"Sen işlerine bak Tolga. Ben ablamla giderim. Sabah dedemlerin evinin oraya gelirsin."
"Dışarı falan..." diyecek oldu ama reddettim. Ben öyle çok dışarı çıkan biri değildim bu gece hiç çıkmazdım.
"Yok. Sabaha kadar çıkmam artık dışarı. Bir de şeyi soracağım naaşı otopsiye alınmış ne zaman biter işi ve ne zaman gömülür?"
"Net bir şey diyemem ama zehirlendiğini düşündükleri için toksikolojik test yapıyorlar. Yarın çıkmaz muhtemelen."
Başımla onayladım. Yarın tesise gidecektik o zaman. Koral sistemini yerleştirdiğimiz son askeri araç yarın teslim edilecekti. Mecburdum işe gitmeye. Keza mecbur olmasam da giderdim. Evde kalmak demek düşünmek demekti. Düşünmek demek idrak etmek demekti ve idrak etmek demekte depresyona girmek demekti. Bunu kaldırabilecek enerjimde, potansiyelim de yoktu.
Araçlara binip eve varana kadar sustum. Diyecek, konuşacak hiçbir şeyim yoktu. Nihayet eve geldiğimizde annem açtı yine kapıyı. Sıkıca sarıldık. Benim için çok endişhelenmişti. Ablam yanımda olmasa hiçbirini evde tutamazdım. Dedem ardımdan gelir ve ortalığı birbirine katardı. Kolonya banyosu yaptık. Salona geçtik ve önce anneannem sonra dedemle sarıldım. Anneannem hemen sofra kurmaya girişirken dedem beni koltuğunun altına kıstırmıştı. Evden çıktığımdan bu yana sürekli ayakta kalmıştım ancak beni en çok yoran yaşananların ağırlığı olmuştu. Kahvaltıdan sonra yemek yemememe rağmen aç hissetmiyordum. Galiba depresyon kapıdaydı.
Bölüm sonu
*Hahambaşı: Bir ülkedeki Yahudi topluluğun dinsel başkanı.