Bölüm 2

2398 Kelimeler
Bilgisayar ekranına bakmaktan acımaya başlayan gözlerimi sıkıntı ile ovdum. Ekrana yansıyan yüzüm bir hayli yorgundu. Gözlerim artık uzun süre açık duramıyor kapanmak için kıvranıyordu iyice. Bitse de gitsek modundaydım. Dün gece de çıkan arıza yüzünden eve gidememiştik ve çok yorgundum. "Bugünlük bu kadar yeterli bence." Allah Allah(!) derim. "Pekala," dünden beri canımıza okuyan hata sorunsalına değindim. "Sistemin yazılımı taratalım, yazdığımız kısımda hata var mı bakalım. Sonra toparlanırız." "Sen git ben hallederim o kısmı. Dün gece de burada kaldın. Bu kadar hırpalama kendini." "Pekala. Görüşürüz." Eşyalarımızı koyduğumuz giyinme odasına ilerledim ve beyaz önlüğümü çıkartarak deri ceketimi giyindim. Telefonumu açarken önüme bakmıyordum. Yerleri paspaslayan görevliye çarpınca özür dilercesine gülümsedim. Koridorlar gece paspaslanıyordu ama montaj odalarına ve bizim çalışma odalarımıza herkes giremiyordu. Kapılar boynumuzda asılı giriş çıkış kartlarıyla açılıyordu. "Üzgünüm," "Yok yok sorun değil," diyerek paspas yapan makineyi sürmeye devam etti. Telefonum açılır açılmaz ekran dolmuştu bildirimlerle. Yatağıma kavuşacağım anın hayali ile koridoru arşınladım ve asansöre ulaştım. Gezmeyi pek sevmezdim. Evim, bilgisayarımın başı ve buzdolabının içi en sevdiğim mekanlardı. Stresli olduğum zamanlarda yemek yemeyi çok severdim. Benim gibi masa başında çalışan birisi için bu bol bol kilo demekti. Minnak olmayan göbüşümü okşadım. Onunla çok mutluyduk. Ablamdan, annemden ve babamdan düşen birkaç mesaj vardı. w******p uygulamasına girerek babamı aradım. Birleşik Krallıkta yaşıyordu ve Cambridge de profesördü. "Alo," diyen kalın sesiyle gülümsedim. Çok özlüyordum onu. Arabama ilerledim. "Benim tombiğim nasıl?" Sorum üzerine kıkırdadı. "Dinime küfreden müslüman olsa." "Ama tombiğim ben de senin kopyala yapıştır halinim işte." "Çok şükür. Zekan da dahil hepsini benden almışsın. O takıntılı ruh hastası annene de çekebilirdin." "Baba lütfen. Annem hafif yazılımlı bir programmış gibi konuşma. Kadın eski İstanbul Bilim Üniversitesi Rektörü, İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Ana Bilim Dalları öğretim üyesi, kalp ve iç hastalıkları uzmanı. Üstelik dünyaca tanınmış sağlık kitapları var. Aktay diyeti binlerce sattı." "Tamam tamam," dedi annemi övmemi göz ardı ederek. Hiç hoşuna gitmemişti. "Bir dakika arabama geldim." Arabamı açarak bindim. Maskemi çenemin altına çektim ve telefonun bloetoothunu arabanınkine bağladım. "Ee babacığım işler güçler nasıl?" Konuyu ona çevirmem fazlasıyla hoşuna gitti. Yaptığı çalışmaları anlatmaya başladığında bu konuşmanın uzun süreceğini anlamıştım. Bütün yorgunluğuma rağmen, yarın pazar olmasının verdiği sevinçle arabama ulaştım. Telefonu yerine takarak yerleştim. Altmış sekiz yaşına gelmiş olan adam hala mesleğine aşıktı. Üstelik çocuk gibi de heyecanlıydı.  Babamın kapattığı sıralarda annemin araması düştü ekrana. Babama veda ederek annemi açtım. Cumartesileri dedemlerde kalmamız bir aile adeti haline getirilmişti. Eve uğrayıp eşyalarımı aldıktan sonra oraya gitmem gerekiyordu. Virüs döneminde sık gidemiyor olsakta bazen dedem dinlemiyor, ısrarcı oluyordu. "Anneciğim," diyerek açtığımda arka plandan gelen gülüşme sesleri kulaklarımda yankılandı. Herkes toplanmış olmalıydı. Gözlerimi kapatıp açarak dinlendirmeye çalıştım. "Güzelim, nerede kaldın? Sana ulaşamadık. Dedenin tansiyonu çıktı. Yolda başına bir iş geldiğinden şüpheleniyoruz." "Ayy dedeee. Babamla konuşuyordum anneciğim. O yüzden red ettim aramalarınızı." "E kızım başına büyük bir iş gelmiş zaten. Baban salgın bir hastalık gibi salınmış sana doğru." Kahkahalarım aracın içinde çınladı. Aracım evimin bulunduğu siteye girerken başımla güvenlik kulubesinden bakan Sami abiye selam verdim. "Neyse mami. Eve geldim. Eşyalarımı alıp Cukurdakla damlıyorum. Sardalyayı bol tutun." "Dikkatli gel bebeğim." Yarım saatte toparlandım. Cukurdakla çok özleşmiştik. Ben eve gelmediğim zamanlarda yemesi için çıkarken daima yedek mama bırakırdım. Gerçi o ben gelsem de yerdi, kilolu bir kediydi sahibesi gibi... Bu sebeple ablam ben gelmediğim zamanlarda uğrar ilgilenirdi onunla. Kedim, kendisine çarpıp kaçan bir alcağın yüzünden yıllardır bir ayağı sekeldi ve aynı taraftaki gözün de yüzde elli görme bozukluğu vardı. Önümde yaşanan kaza sonrası onu hayvan hastanesine götürene kadar hatim indirmiştim. Öte yandan evimi de ona göre dizayn etmiştim. Açlıktan ölüyordum ve atıştırmalık olarak bir paket bisküvi ile bastırmaya çalışıyordum. Üstelik dün bütün gece bilgisayar başında olan gözlerim kızarmıştı. Gözlüklerle yakında tanışacak gibiydim. Nihayet dedemlerin Altındağdaki sitesine geldiğimde gözlerimde hamburgerler uçuşuyordu. "Anneeeee açım," diyerek daldım salona. Kapıda kolonya banyosu yaptırılmıştım. Cukurdak'ın taşıma çantasını alan anneannem hemen çıkartıp yavrusunu bağrına basar gibi kucakladı. Akdeniz mutfağından kokular doluyordu burnuma. Babaannem Berna Aktay tam bir Akdeniz kadınıydı. Her Cumartesi yemeğe yanına gelirdik ve nefis balıklarından yerdik. Mezeler, salatalar, sebze yemekleri ve piyaz eşliğinde keyifli bir yemek olurdu. Herkesle kucaklaştım. "Oh oh hoş geldin fındığım." Ben bayağı büyük bi fındıktım. Yetiştiren çiftçi rekorlar kitabına girmeliydi. "Anneanne neler pişirdin bana?" "Sardalyayı bol tuttum," dedi ve tekrar sardı. "Çok bitkin duruyorsun. Karnını sıkıca doyur ve yatağa koş." "Karnını sıkıca doyurduktan sonra koştuğu yer yatak olmamalı anne." Canan Aktay yine modundaydı. "Üstelik yemek yiyip yatmak kalp sağlığı için çok zararlı." "Aman sende, sanırsın yahniye boğacağım kızımı. İşine bak sen. Seni ben büyüttüm kaç yaşında turp gibi kadınsın." Annem göz devirdi. Gülüştük ve ben ellerimi yıkamak için banyoya gittim. Aynadaki aksim gerçekten yorgun bakıyordu. Gözlerimi kapatsam yarın öğlene kadar uyanmayı düşünmüyordum. Banyodan çıktığımda salona ilerledim. Herkes sofraya kurulmuş beni bekliyordu. Dedemin sağ yanağından öperek aynı tarafındaki sandalyeye kuruldum. Karşımda ablam vardı ve mağrur gülüşlebakıyordu. Ablamın yanındaki sandalye kaldırılmıştı. Benim yanımda annem ve masanın diğer başında da anneannem oturuyordu. "Nerde kaldı bu çocuk?" Dedemin aksi sesi beynimde sarsıntı yarattı. Uykusuzluktan ölmek üzereydim. "Gelir babacığım. Sakin ol lütfen uzanmıştı biliyorsun." "Haber verdiniz mi?" Süper zeki soruma ablam yanıt verdi. "Yok. Vahiy inmesini diliyoruz." "Ha ha ha! Mesaj atsanız da yeterdi. Aile buluşmamıza Allah'ı karıştırmaya gerek yoktu." "Senin lafına laf yetmez." Tersleyerek önüne döndü. Zaferle gülümsedim. Kaç yaşına gelirsek gelelim çocuk gibi didişmekten vaz geçmiyorduk. "Bu çenesi yüzünden evde kaldı zaten. Bu ailenin kızlarının çenesi bi karış," diyerek anneannem araya girdi. "Sana çekmişler maşallah hanım." Anneannem dedemi hiç aldırmadı. İştahla başladığı sözüne devam etti. "Her neyse, yok mu ufukta nişan, düğün, çocuk?" "Çocuk?" Hep bir ağızdan sormuştuk. "Evlenince yani? Ay nolmuş? Ablanda nişan evlilik yok mu diye sorardım, evlendi çocuk yapmadan boşandı. Sende işimi garantiye alıyorum." "Harikasın babaanne," diyen bizim çok sevgili kuzenimizdi. Sesi düz ve hissizdi. Aras ve dayım da dedem gibi askerdi; eşi de polisti. Aras zamanında Özel Kuvvetlerde görevliydi. Şimdiyse Gaziydi. Elektironik tekerlekli sandalyesinin kolunu oynatarak masaya yaklaştı. Yerine geçtiğinde çorba servisi için babaannem kalktı ve servisi yaptı. Herkes keyifle yemeğimi yerken Aras son altı aydır yaptığı gibi sessizliğe gömüldü. Dedem istemese asla bu yemeklere katılmazdı ve insanlarla bütün bağlantısını keserdi. "Aras'cığım," dedi anneannem fırsattan istifade etmek ister gibi. Kuzenime naif bir tebessümle bakıyordu. Kesin can sıkacak bir şey söyleyecekti. Aras'ın donuk bakışları anneanneme döndü. Hiçbir ses, mimik ya da jest yapmadan bakmaya başladı. "Biliyorum istemiyorsun ama senden bir ricam olacak. Bir kız var. Evlilik çağında yaşı yaşına uygun. Bir görüşseniz diyorum." Aras'ın yüzünde bir tebessüm belirdi. Hissiz ve kinayeli bir tebessüm. "Nasıl gideyim buluşmaya babaanne? Hangi tekerlekli sandalyemle? Gazi olunca devlet tarafından temin edilen manuel sandalyeyle mi yoksa sizin aldığınız dijital sandalyeyle mi?" Omur iliğine aldığı hasar yüzünden bacakları felçli kalmıştı ve karnına saplanan bir araç parçası yüzünden de böbreğinin biri alınmıştı. Kendi tabiriyle yarım yamalak bir hayat yaşıyordu. Evlenmek yarım bir adamın hakkı değildi. Hüzünle önüme döndüm. Ablam ise savcıydı. Yıllardır hukuk kitapları arasına gömülmüş ve son yıllarda hiç çıkmamıştı. Başarısız bir evliliği vardı. Ailede evlenmeyi kendi rızasıyla istemeyen tek bendim. Başarısız uzun bir ilişkiden çıkmıştım ve yeni bir ilişkiye de vaktim olmamıştı. Keza bakıldığında bizim aileden evliliklerin sonu hep ayrılık ve boşanmayla bitiyordu. Asosyaldim, aile meclislerinde bulunmazdım ve arkadaş toplantılarında hep bir bahanem vardı. Arkadaşlarımın çoğuyla görüşmüyordum. Bilgisayarımın başından kalkmadan yıllarca yaşayabilirdim. "Hanım sen de bugün birini evlendirmeden kalkmayacaksın sofradan anlaşılan." Dedemin sesi sert değildi. O bir tek anneanneme sert konuşmazdı. Otuz iki yaşındaydım ve ilk iki seneyi saymazsak otuz senedir hiç görmemiştim. Çorbamı bitirince diğer yemeklerden almak için ayaklandım. Biraz balık ve mezelerle dolu bir tabak yaparak yerime yerleştim. Çukur kaselere bolca yeşillik salatası koyulmuştu ve menü tam benlikti. Nihayet yemek bitti ve ben de hız kesmeden buradaki odama koştum. Kısa bir duşun ardından iç çamaşırlarım dışında giyinmeye gerek görmeden kendimi yatağımın şevkatli ve huzurlu kollarına attım. Çıplak uyumak gibisi yok! Evdeki konuşma sesleriyle açtım gözlerimi. Ailemizin bütün kadınlarında hiç susmadan konuşabilmek gibi üstün yetenekler vardı. Doğrularak yatağın kenarına oturdum. Sütyenden taşan göğüslerim bakış açıma girince sıçradım. Tövbe tövbe! Üzerime dolaptan bir eşofman takımı aldım ve çişimi yapmak için banyoya koştum. Banyo ortak kullanım alanıydı ve ek olarak bir de tuvalet vardı. Dört odalı ev fazlasıyla büyüktü. Dedemlerin odası, annemin odası, ablamla benim odam ve Aras'ın odası. Çıplak yatmam ablam için çok da yabancı bir durum değildi. Açlıktan guruldayan midemle mutfağa yöneldim. Sofra hala kuruluydu. Saat kaç acaba? Duvardaki kapkek şeklindeki saat henüz on olduğunu söylüyordu. Tüh! Benim akşama kadar yatma hayalimin yanında on çok erkendi. Hala kurulu mutfak masasına çökerek çay dolduran ablamın bana da çay koymasını izledim. Elindeki bardakka geldi ve masadaki şekerlikten ikisine de şeker atıp bardakları geri aldı. "Ama ben?" Yüzümde acınası bir ifade oluşmuştu. "Ellerin ve ayakların gayet iş görüyor kardeşim. Onları çayını alırken kullanabilirsin." Bardakları aldı ve havalı havalı çıkışa yöneldi. "Onları gece yatmadan önce giyinirken de kullan lütfen." Son lafını da sokuşturmadan gitmeye niyeti yoktu. Omuzlarım çöktü ve çaydanlıkla bakışmaya başladım. Amaan bugün de çay içmesem ölmezdim ya. Bol reçel ve ekmekli kahvaltımı, sahanda yumurta eşliğinde bitirdim. Sevgili anneanneciğim çay almaya geldiği bir ara bana da koymuştu. Çok makbule geçmişti doğrusu. Karnım duyunca beynim aktif hale geldi. Odama dönerek dün çıkarttığım eşya yığınının arasından çantamı buldum ve telefonumu aldım. Kapanmıştı. Geldiğimden beri yemek ve uyumak dışında bir şey yapmadığım için şarjımım bitmiş olduğunu görememiştim. Telefonum ve şarj aletimle birlikte bir bardak da çay alarak salona geçtim. Telefonumu şarja taktım. Dedem tekli koltuğunda elindeki sudoku dergisiyle ilgileniyordu ve annemler de Müge Anlı'nın derleme bölümlerinden Aleyna Çakır davasını izliyordu. Hararetli bir şekilde zanlıya küfürler edip baba ve anne hakkında yorumlama yapıyorlardı. Ablam her an davaya el koyabilirdi. Dedeme yaklaştım. Ben de çok severdim sudokuyu. Çocukken en sevdiğim eğlence araçlarımdan biriydi. Sabah gelen gazetelerin sudokularını dedemden önce çözerdim ve o da buna ifrit olurdu. Sonraları bana elindeki dergilerinden almaya başlamış ve kendisi bana düşürmemişti. "Dedeciğim," diyerek sokuldum. Niyetimi anlayarak sert bir bakış attı. "Git işine hergele! Önce ben kaptım." Önce ben kaptım, lafı bana aitti. Malum gazete olaylarında dedemden azar yemeden önce der ve bütün sözlerini sırıtarak dinlerdim. "Tamam ama beraber." Başıyla onayladı ve kanepenin kolçağına oturdum. Bir süre kâğıtta gezindi gözlerim. "Yanlışın var dedeciğim. Üç yazdığın yere beş gelmeli ve şuraya da üç yazmalısın. O kutuda üç yazacak başka yer yok." Elimle beş yazması gereken yeri göstermiştim. Bir süre baktı ve o da hak vermiş olacak ki üç yazan kutunun içinde beş rakamını oydu. Oydu derken belirginleştirmek için birkaç kere üst üste gidip gelince kağıt içe göçmüştü. Kapı zilinin sesiyle ayaklandım. "Ben baktım." Kapıya ulaştım ve açtım. Karşımda genç, uzun boylu ve iri vücutlu iki adam duruyordu. Saçları kısa kesimdi ve sakalları yoktu. Birinin elinde bir belge vardı. "Akel Peker ile görüşecektik," sesi kalın ve mekanikti. Dedemden tanıyordum bu tonu. Asker olmalıydılar. "Buyurun benim." "Aykut Keskin dün gece faili meçhul olarak öldürüldü. Bizimle Emniyet Müdürlüğüne gelmeniz gerekiyor." Hı? "Aykut abi öldü mü?" Adamlar birbirine baktı. Sanki gözleriyle konuşmuşlardı. Bu arada ablam yanıma geldi ve müdahil oldu. Bense şaşkınlıktan susakalmıştım. Daha dün yanındaydım. Ve onu son gören bendim. Yıllardır birlikte çalışıyorduk onunla. "Buyurun ne vardı?" "Akel hanımı götürmemiz gerekiyor. Hakkında tutuklama kararı var." "Ne saçmalıyorsunuz bey efendi. Tutuklama belgesini görebilir miyim? Savcıyım ben. Hem siz kimsiniz? Kim hangi sıfatla tutukluyor kardeşimi?" Adamlar yerinde dikleşti. Yüzlerinde belirgin bir kararlılık oluştu. "Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele'den teğmen Sami Semih Seçici. Jandarma Genel Komutanlığı tarafından verilen yetkiyle Akel hanımı sorguya almamız gerekiyor." "Pekala. Bekleyin o halde. Ben de geliyorum." Ablam ne bok yedin dercesine kötü kötü baktı. Akşamdan beri çok şey yemiştim ama hiçbiri o dediğinden değildi. Üstelik terörle hiçbir alakam da yoktu. "Ben de giyinebilir miyim?" Diyecek başka bir şey bulamıyordum. Ablam açığı kapattı. "Siz de bu arada içeri geçin. Çay var. Hem dedem emekli yarbay eminim muhabbeti hoşunuza gider." Bir süre bakıştılar ve nihayetinde içeri girmeyi kabul ettiler. Salona buyur ettik. Dedem ve diğerleri toparlanarak merakla bize döndü. "Akel? Misafirlerimiz kim?" "Jandarma İstihbarat askerleri. Benim için gelmişler. Bir cinayette şüpheliymişim." Kısa bir sessizlikten sonra dedem de ayaklandı. Aykut abi artık yoktu. İçim sızladı. Melekber abla nasıldı acaba? Ya da kızı Melek. Babama bir şey olduğunu düşünüyorum da... ah düşünemedim bile. Daha dün gördüğüm ve saatlerimi geçirdiğim biri artık yoktu. Ölüm iki nefes arası diye boşuna demiyorlar. "İsmail Aktay." O elini uzatıp askerlerle tokalaşırken ben de giyinmek için odama gittim. Ablam benimkinin aksine incecik ve uzun vücuduna şık bir takım geçirmişti. Ben de siyah bir tişört ve kot pantolon giydim. Omuzlarımda küt kesim saçlarımı tarayarak üst kısmını bir tokayla topladım. Hep bağlardım ve el alışkanlığı olarak yine yapmıştım. "Hadi gidelim," diyerek ablam beni koluna taktı. Askerlerin yanına geldiğimizde benim girdiğim odayı görecek konumda oturmuş bir yandan dedemle konuşuyor bir yandan anneannemin ikramlarını reddediyorlardı. "Hazırım," diyerek seslendim. Adamlar ayaklandı ve dedemin elini sıktı. Telefonumu şarjdan alarak sırt çantama attım. Geldiklerinden beri hep konuşan girdi söze. "Tanıştığımıza çok memnun olduk yarbayım. Görüşmek üzere." Nasıl bu kadar samimi olmuşlardı? "Görüşeceğiz elbet. Zira arkanızdan ben de geleceğim. Haberdar et Ecrin." Ablam başıyla onaylarken iki adam da asker selamı verdi. Dedem gururla karşılık verdi ve iki yanımdaki askerler eşliğinde ilerledim. Siyah aracın önüne geldiğimizde ablam kendi aracıyla takip etmek için ilerledi. Askerlerden birisi yanıma oturdu diğeri ön tarafta yolcu koltuğuna. Şöför koltuğunda da birisi vardı. "Bütün zanlıları tutuklamaya böyle kalabalık mı gidersiniz?" Sürücü asker gülümsedi. "Kaç kişi gitmemiz gerekirse o kadar gideriz." "Anladım. Ama ben birini öldürmedim. Ben bu meslek için senelerdir kendimi parçalıyorum." "Biz ne suçlular gördük. Hocalar hacılar." "Adın ne?" Birinin adını biliyordum. Sami Semih. Siyah saçlı, kahve gözlü bronz tenli tipik bir adamdı. Diğerini dedeme kendisini tanıtırken duymuştum. Mert. Sarışın, bal gözlü Joseph Morgana benzeyen biriydi. Klaus hastasıyımdır. O yüzden şimdiden sevdim onu. Sürücü ise kahve gözlü bakır saçlı bir adamdı. Saçları kısa olduğu için kahveye çalıyordu ama bu saçı nerede olsa tanırdım. İlk sevgilim de bakır rengi saçları vardı. "Tolga." "Memnun oldum Tolga. Nereye gidiyoruz peki?" "Gölbaşı Jandarma Genel Komutanlığına." Cevabı Sami Semih vermişti. Konuşmayı bitirdiğini belli eden bir ses tonu vardı. Zaten şimdiye kadar dedem emekli yarbay olduğu için yeterince müsamaha göstermişlerdi. Şimdiden sonra sussam iyi olacaktı. Gölbaşına geldikten sonra komutanlığa getirildim. Getirdikleri oda kullanılmayan bir memur odasıydı. Giriş kapının yanındaki çerçeve boştu ve odadaki masanın üzeride boştu. Masanın önünde ve ardında birer demir sandalye vardı. Ardındaki masaya dik, önündeki paralel konumlanmıştı. Sandalyenin baktığı duvarda rafları boş bir evrak dolabı vardı. Kapaklarından biri yoktu. Odadaki herşey gibi o da koyu renkti. Masanın önündeki sandalyeye oturarak birinin gelip beni bilgilendirmesini bekledim. Ablam yanımdan ayrılmamış ve her şeyle ilgilenmişti. Ben ise buraya neden getirildiğimi düşündükçe Aykut abiden başka konuya yoğunlaşamıyordum. Ablam beni buradan kurtarırdı. Şuan sorgu odasında yanlızdım ama biliyordum ki o kapının dışında benim için çabalıyordu. Hüzünle önüme döndüm. Dirseklerimi masaya dayayarak ellerimi kavuşturdum. Sorgu için giren askerlere başımı çevirdiğimde onunla karşılaştım. Onunla. To be continued...
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE