Altemur, arabasına bindiğinde aracı çalıştırmak için anahtarı kontağa yerleştirdi. Motorun karakteristik homurtusu kulaklarına dolduğunda bir türlü harekete geçemedi. Sinirleri o kadar boşalmıştı ki, gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Gözyaşları bir sel gibi akıyor, dur durak bilmiyordu. Yüreği, görünmez bir el tarafından sıkılıyormuşçasına acıyordu. Elini, o tarifesiz acının merkezi olan kalbinin üzerine koydu. Kendi kendine, yalnızca kendisinin duyabileceği bir tonda, boğuk bir sesle, “Neden?” diye fısıldadı. “Bunu bana nasıl yapabildin? Onu ne kadar sevdiğimi biliyordun, baba!”
Zihninde bir cevap arıyordu, ama ne kadar çabalasa da bulamıyordu. Bulamadıkça, sanki aklını yitirecekmiş gibi hissediyordu; öfkesi, hüsrana karışarak içini kemiriyordu. Altemur, ilk defa ağlıyordu. Kendini susturmayı başaramıyordu. Ellerini art arda direksiyona vuruyor, her darbesinde aynı soruyu daha yüksek, daha çaresiz bir tonla tekrarlıyordu “Neden! Neden bu kahpeliği yaptın!”
Dakikalar sonra, gözünde akacak yaş kalmadığında, titreyen elleriyle kendi yüzünü sildi. Gözlerini ovuştururken, cebindeki titreşimle irkildi. Elini cebine atıp telefonu çıkardı ve kontrol etti. Otelin kapısında nöbet tutan adamlardan biri, tam beş kez aramıştı. Derin bir nefes alarak kendini toparlamaya çalıştı. Ağladığının belli olmaması için ses tonunu ayarladı. Cevapsız aramaya dönünce tahmin ettiği haber aldı: Feride artık hayatta değildi. Genç adamın yüreği, öyle bir katılaşmıştı ki, içinde en ufak bir sızı bile hissetmedi. Buz gibi bir soğuklukla, “Kimseye haber vermeyin. Sadece üçümüzün arasında kalacak” dedi. “Otel müdürüyle konuşun, benden haber gelinceye kadar polisi çağırmasınlar.”
Hattın ucundaki adam, “Emredersiniz efendim,” diye yanıt verdi ve telefon kapandı.
Altemur, otoparktan çıkarken gaza bastı. Araba lastiklerinin asfaltta çıkarttığı keskin sesle birlikte yola koyuldu. Gökyüzü, adeta onun ruh halini yansıtıyordu: Şimşekler, öfkeli çakımlarıyla şehrin üzerine birer birer iniyor, ortalığı aydınlatıp gecenin karanlığını yırtıyordu. Cam sileceklerine rağmen sicim gibi yağan yağmur önünü görmekte zorlanmasına neden oluyordu. Sanki doğa, onun içindeki fırtınayla bir olup dünyayı cezalandırıyordu.
Direksiyonun başında, konağa ulaşmak için sabırsızlanırken, önündeki arabanın kağnı gibi ağır ilerleyişi onu çıldırma noktasına getirdi. Sinirleri zaten harap olmuşken, bu yavaşlık bardağı taşıran son damla oldu. “Yürü be, *mına koduğumun çocuğu!” diye kükredi. Küfürleri, yağmurun monoton şırıltısına karışırken, gökyüzü bu öfkeye sanki bir cevap gibi gürleyerek karşılık verdi.
Nihayet konağa ulaştığında, arabadan inmeden önce torpido gözünü açtı. Orada, her zaman hazır bulunan yedek tabancasını eline aldı. Soğuk metal, avucuna temas ettiğinde bir an duraksadı, ama sonra kararlılıkla silahı arka beline soktu. Bu gece ilk kıyamet kendisi için kopmuştu, ikincisi ise babası için kopacaktı. Vakit kaybetmeden arabadan indi ve yağmurun altında seri adımlarla konağın kapısına yöneldi. Kapıyı çarparak öyle bir açtı ki, menteşeler gıcırdayarak yerinden oynadı.
Avluda onu karşılayan konağın hizmetlisi Gurbet, Altemur’un yüz ifadesini gördüğü an kötü bir şey olduğunu anladı. Çünkü düğün gecesiydi; normalde Altemur'un otelde, Feride’nin yanında olması gerekiyordu. Zifaf gecesinde konakta ne işi vardı? Sabah otelden balayına gidecekleri, konaktaki herkes tarafından bilinen bir şeydi. Hemen bir adım geri çekildi. “Hoş geldiniz beyim” dedi.
Altemur, sesinde taşıdığı sabırsız ve tehditkâr bir tınıyla “Bedirhan ağa nerede?” diye sordu
Gurbet, gözünü yere indirerek, “Misafir odasındalar,” dedi. “Zümrüt hanımla birlikte oturuyorlar. Az önce ikisine kahve servisi yapmıştım.”
Hizmetli konuşurken istediği yanıtı alan Altemur, daha fazla konuşmasına fırsat vermeden Jet hızıyla yanından geçip gitti. Yeri döven sert adımları konağın koridorunda yankılanıyordu. Onun arkasından bakan Gurbet “Eyvahlar olsun” dedi. “Bu geliş hayra alamet değil”
Altemur, misafir odasına doğru ilerlerken adımları istemeden yavaşladı. Çünkü babasını gördüğünde ne yapacağını bilmiyordu. Önce hesap sorup sonramı kafasına sıkmalıydı yoksa konuşturmadan direk mi sıkmalıydı. Odanın kapısına yaklaşınca elini arka belindeki silaha attı. Tam bu sırada içeriden annesi Zümrüt'ün keskin sesi kapının ardına kadar sızdı. “Benim çocuğumun başını yaktın sen, Bedirhan Ağa!” diyordu annesi. Altemur, bu cümleyi duyunca bir kere daha içinde bulunduğu dünya başına yıkıldı. Öfkesi ve kırılmışlığı öyle büyüktü ki, bir an için kendini patlayacak gibi hissediyor, ama konuşmanın devamını duyma arzusuyla sinirlerini zor da olsa kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Kulağını ahşap kapıya yasladı; Soğuk yüzey, tenine değdiğinde hafif bir ürperti hissetti. Aklına ilk gelen şey, annesinin her şeyi bildiği oldu. Bu düşünce en az babası ve Feride’nin ihaneti kadar sarsıcıydı. Ve yanılmadığını kısa sürede anladı.
İçeriden babasının gür ve tehditkâr sesi yükseldi: “Sen ne diyorsun, Zümrüt? Ağzından çıkanı kulağın duysun!”
Altemur, kapının arkasındaki konuşmayı nefesini tutarak dinlerken, annesi cevap vermekte gecikmedi. Zümrüt de kocası gibi sesini yükselterek, “Bugün, düğünden hemen önce, otel odasında Feride'yi sağdıcı olan o kızla konuşurken duydum” dedi. Sözleri, bir bıçak gibi keskin ve ağırdı. “Odaya, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sormak için gitmiştim. Seslerini duyunca kulak misafiri oldum. Arkadaşına Altemur'u kız olduğuna nasıl kandıracağını, senin verdiğin akılları anlatıyordu. Sen bunu nasıl yaparsın Bedirhan. Kocalığından vazgeçtim,... Sen nasıl adamsın? Bir de gebeymiş kahpe! Çocuğun oğlumdan olduğunu söyleyecekmiş”
Altemur, her şeyin üstüne birde Feride'nin hamile olduğunu duyunca, sanki göğsüne bir yumruk yemiş gibi sarsıldı. Dişlerini öyle sıkı sıktı ki, çenesinden bir çıtırtı yükseldi. İçeriye dalmamak için kendini zor zapt ediyordu. Ağlamamak için direniyordu. Elleri yumruk olmuş, tırnakları avuçlarının içlerine batıyordu. Tam içeriye girecekken babasının sesini duydu. “Kes sesini, Zümrüt! Biri duyacak şimdi. Yalan bu dediklerin! İftira!”
Zümrüt, sesinde ki iğneleyici bir vurguyla “Gerçek olduğunu ikimiz de biliyoruz, Bedirhan Ağa! İnkar etme” dedi “Dua et ki düğün günü el âleme rezil olmayalım diye sustum. Daha önce haberim olsaydı, bu evliliğe asla izin vermezdim. Ama şimdi işler değişti. Sabah erkenden otele gidip Altemur'a her şeyi anlatacağım. Önce o *ruspu oğlumun hayatından s*ktir olup gidecek, sonra da sen bu konaktan gideceksin!”
Zümrüt “Allah ikinizinde bin kat belasını versin” diyerek kocasının yüzüne tükürdüğünde Bedirhan Ağa'nın öfkesi patlama noktasına ulaştı; “Sesini keseceksin! Yoksa seni öldürürüm” diyerek Zümrüt'e vurmak için elini kaldırdı. Eli tam da karısının suratına inecekken Altemur daha fazla dayanamadı. Kapıdan öyle bir hışımla girdi ki odanın içindeki hava, bir anda buz kesti.
Bedirhan Ağa, karşısında burnundan soluyan, yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmiş oğluna bakarak “Altemur!” diye seslendi. “Ne işin var burada?”
Altemur'un gözleri, adeta bir avcı gibi babasının üzerine kilitlenmişti “İndir o elini!” diye kükredi. “Anneme vurursan, o elini g*tüne sokarım senin!”
Hayatı boyunca babasına saygısızlık yapmamış, onun otoritesinden her daim çekinmiş olan Altemur, öğrendikleri sayesinde tüm zincirlerini kırmıştı. Sesi, odanın duvarlarında yankılanırken, Zümrüt dolan gözleriyle oğluna baktı. Altemur'un yüz ifadesinden, babasıyla küfürlü konuşmasından her şeyi öğrendiğini anlamıştı. Anne yüreğine bir ateş düştü; oğlunun yaşadığı acıyı, ihaneti, öfkeyi hissediyordu. Gözlerinden yaşlar süzülürken, titreyen bir sesle, “Kuzum!” diye fısıldadı.
Bedirhan Ağa, gizli günahlarının utancını bastırmak için tehditkar bir adımla oğluna doğru hücum etti. Geniş omuzları gerildi ve ağır adımları misafir odasının cilalı ahşap zemininde yankılandı. “Benimle böyle konuşmaya nasıl cesaret edersin sen! Kimsin sen? Hadsiz!” diye bağırdı, sesi öfkeyle kalınlaşmıştı. Her zaman koruyucu bir anne olan Zümrüt, hemen aralarına atıldı. Çocuklarını Bedirhan'ın zulmünden kurtarmak için daha önce sayısız kez yaptığı gibi, kendini bir kalkan gibi konumlandırdı. Altemur'a “Yavrum... Değmezler” dedi.
Altemur’un, göğsü öfkeyle inip kalkarken, gözlerini babasının üzerinden çekmedi. “Feride bana her şeyi anlattı,” dedi “Bana bunu nasıl yapabildin? Sen ne utanmaz, ne şerefsiz ne namussuz bir adammışsın!”
“Şerefsiz ve namussuz” sıfatları Bedirhan Ağa’ya fiziksel bir darbe gibi çarptı. Yüzü buruştu, gözleri vahşi, kontrolsüz bir öfkeyle parladı. Soğukkanlılığı paramparça oldu ve dili zehirli sözcüklerle dolu bir sel gibi aktı. “Ne bekliyordun?” diye hırladı, “Hiç aynaya baktın mı sen? Feride gibi bir kız senin gibi çirkin bir herifi gönül rızasıyla ister miydi sanıyorsun? Annen kapılarında yalvarmasaydı, ailesinin elini kolunu bağlayacak güç ve nüfuzum olmasaydı, onu sana vereceklerine gerçekten inanıyor muydun?”
Altemur'un eli içgüdüsel olarak yüzünü lekeleyen, karanlık bir geçmişin kalıcı bir hatırlatıcısı olan engebeli yara izine doğru kalktı. Parmakları pürüzlü, engebeli cildine dokundu, gözlerinde yaşlar birikti, görüşü bulanıklaştı. Yanında duran Zümrüt, onun acısını kendi kalbinde hissediyordu. Oğlunun acısını izlerken kendi gözyaşları da yıpranmış yanaklarından aşağı aktı. Bedirhan Ağa'ya dönerek boğuk bir sesle, “Altemurla nasıl böyle konuşabiliyorsun? Nasıl bu kadar zalim olabiliyorsun?” diye sordu.
Bedirhan Ağa, işittiklerinden etkilenmeden hem karısına hem de oğluna dik dik baktı. “Hak ettiği şekilde konuşuyorum,” diye karşılık verdi. Ses tonu her zamanki kibriyle doluydu. Altemur, babasının bakışlarına saf bir küçümsemeyle karşılık verdi, dudakları alaycı bir şekilde kıvrıldı. “Yüzümdeki bu yara,” dedi, “bu gece ruhumda açtığın yara kadar acımamıştı.” Sözleri ihanetle ağırlaşmış bir şekilde havada asılı kaldı.
Bedirhan Ağa'nın sabrı tükendi. “Yeter artık bu saçmalık!” diye kükredi, gür sesi odayı sarstı. Zümrüt'e döndü, gözleri acımasız bir kararlılıkla kısılmıştı. “Altemur, Feride'den boşanacak. İkiniz de artık her şeyi bildiğinize göre, saklamanın bir anlamı yok. Feride, bu eve kuma olarak gelecek ve çocuğumu doğuracak.”
Zümrüt “Aklını kaçırmışsın sen. Hiç mi utanman kalmadı” dedi. “Birde aşiret ağası olacaksın”
Altemur, elini beline sıkıştırdığı silaha doğru kaydırırken yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi. Yavaş ve dikkatli bir hareketle silahı çekip babasının göğsüne doğrulttu. “Ne o *rospu, ne de piçin bu eve asla giremeyecekler” dedi.
Tam o anda, yükselen sesleri duyan ailenin diğer üyeleri açık olan kapıda belirdiler. Önce Altemur'un ağabeyi Asil girdi, heybetli yapısı kapıyı dolduruyordu, hemen yanında karısı Sarya vardı. Onların hemen arkalarında, Altemur'un on sekiz yaşındaki küçük kardeşi Yiğit duruyordu.
Asil'in derin sesi gerginliği bir bıçak gibi kesti. Babasına bakarak “Burada neler oluyor?” dedi. Sonra Altemur’a döndü. “Altemur, senin sorunun ne? İndir şu silahı!”
Altemur, abisini susturmak için titreyen elini havaya kaldırdı. gözlerini Bedirhan Ağa'dan hiç ayırmadı. Babasının küçümsemeyle dolu bakışı Altemur'un elindeki silaha kaydı. Kışkırtmak ister gibi “O tetiği çekmeye yüreğin var mı?” diye alaycı bir şekilde sordu “Bir kediyi bile vuramayan sen… Gerçekten benimi vuracaksın?”
Altemir geçmişten bir sahneyi hatırlarken babasından daha çok nefret etti. Oğlunun neyi hatırladığını anlayan Bedirhan ağa Altemur’un gözünün içine bakarak meydan okurcasına “Feride buraya gelecek ve o çocuk doğacak.” dedi.
Diğer aile üyeleri bu sözlerle donup kaldılar. Kimse tek kelime edemiyor, Bedirhan ağaya ne demek istediğini soramıyorlardı. Hepsinin gözleri Altemur, Bedirhan ve silah arasında gidip geliyordu, böylesine değişken bir yüzleşme karşısında ne söyleyeceklerini veya ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Zümrüt, annelik içgüdüsüyle öne çıktı, ellerini oğluna doğru uzattı. “Yapma, oğlum,” diye yalvardı, gözyaşları yanağından aşağı akarken sesi çatladı. “Ellerini bu adamın kanıyla lekeleme. Lütfen, yalvarıyorum.” Sözleri çaresiz bir çığlık gibiydi. Bir annenin oğlunu geri dönüşü olmayan bir eylemin kıyısından geri çekmek için son çabasıydı. Ancak Altemur'un kararlılığı erişilemeyecek kadar sertleşmişti. Annesinin yalvarışlarını görmezden gelerek silahı daha sıkı kavradı ve sessiz odada yankılanan hafif bir tık sesiyle emniyeti açtı.
Asil ihtiyatlı bir adım atarak “Yapma kardeşim” dedi. Ellerini barışçıl bir hareketle kardeşine uzattı “Hadi silahı bana ver. Seninle abi kardeş konuşalım”
Sarya ise Yiğit'in kolunu kavramıştı, eklem yerleri korkudan beyazlamıştı. Zümrüt ağlıyor, Bedirhan Ağa ise kıpırtısız olduğu yerde duruyordu. Altemur’un tetiğe basacak cesareti olmadığını düşündüğünden göğsü meydan okurcasına şişmişti.
Altemur, babasının yüzüne bakarak , abisi Asil'e, yengesi Sarya'ya ve küçük kardeşi Yiğit'e merakla bekledikleri sorunun cevabını verdi. “Babam… Feride'yi s*kiyormuş. Meğer karım benden önce babamızın koynuna girmiş”
Genç adamın kelimeleri ağzından çıkar çıkmaz, odadaki hava adeta dondu. Herkesin yaşadığı şok ve inanamamazlık yüz ifadelerine yansıdı. Asil'in kaşları çatıldı, Sarya'nın eli ağzına gitti, Yiğit ise olduğu yerde taş kesilmiş gibi kalakaldı.
Bedirhan Ağa, “Altemur! Doğru konuş!” diye gürledi. “O benim çocuğumun annesi!” diye ekledi, ses tonuna bir sahip çıkma havası katmıştı.
Genç adam, kararlı bir adım daha atarak silahı babasının alnına dayadı. Soğuk metal, Bedirhan Ağa'nın terle kaplı alnına temas ettiğinde, Altemur, alaycı bir gülümsemeyle, “Niye? Söylediklerim yalan mı?” dedi ve ardından kahkaha attı; bu kahkahalar, öfkeden çok bir zafer edası taşıyordu. “Çocuğunun anasını benim altıma yatırırken aklın neredeydi, Bedirhan Ağa? Hem ayrıca zırt pırt 'çocuğumun anası' deyip durma. Çünkü Feride gebererek namussuzluğunun, ihanetinin bedelini ödedi. Haliyle o piç de onunla birlikte öldü.”
Bedirhan Ağa, bu sözleri duyunca şok içinde kalakaldı. Gözleri faltaşı gibi açılmış, bir an için nefesi kesilmiş gibi görünüyordu. Altemur ise konuşmasına devam etti; Sesini daha da sertleştirerek, “Ama üzülme” dedi, “Seni de onun yanına göndereceğim. Cehennemde birbirinize yarenlik edersiniz.”
Altemur'un söyledikleri Bedirhan Ağa'nın yüreğine bir hançer gibi saplanmıştı. Orta yaşlarda olan adam, elini istemeden kalbinin üzerine yerleştirdi; parmakları gömleğinin kumaşını kavrarken, yüzü acıdan buruşmuştu. “Hayır!” diye çığlık attı, sesi boğuk ve çaresizdi. “Yalan bunlar!”
Altemur’un tetiğin üzerindeki parmağı gerildi. Tam silahı ateşleyecekken Bedirhan Ağa, dizlerinin üstüne düştü. Yüzü kireç gibi bembeyaz kesilmişti. Eli hâlâ kalbinin üzerindeydi. Kalp krizi geçiriyordu.