Dursun Kadın;
Dursun Kadının üzerine giydiği örgü yelek, yeni yıkanmış olmasına rağmen kenarları lekeliydi. Çeşitli renkte, artık yün iplerden örülmüş olduğu belli oluyordu. Tuhaf renklere sahip yeleğin artık kumaşlardan dikilmiş iki cebi vardı. Kim bilir kimden kalmıştı bu yelek. Bunun bir önemi yoktu fakat karman çorman rengi, yamalı ve kirli hali, sahibinin kim olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Keza altına giydiği siyah şalvarı ve siyah mest ayakkabılarının da yelekten farkı yoktu. Parası olmadığından değildi bu pespaye hali. Kendini, hayatı ve kendinden olanları bile umursamadığındandır.
Yaşadığı yarısı kerpiç duvarlı evin, yanlara doğru açılan tahta kapı sürgüsünü, açmakla meşguldü. Biraz uğraş verdikten sonra titreyen elleriyle açtı. İki büklüm bir vaziyette diğer elinde tuttuğu buğday dolu sahan ile dışarı çıktı. Kümese doğru gidecekti.
Fakat yerden yüksek tahta balkonunun basamaklarından iner inmez, ayağının altı kaymaya yazdı, tökezledi. Titrek elleriyle tuttuğu sahandaki buğdayların yarısı kümese varmadan döküldü. Buda yetmemiş gibi ayağı kaydı.
Ağzının içinden dökülen felaket sözler; mest ayakkabısının altında vıcık vıcık kaymasına sebep olan tavuk pisliklerine hitaben çıktı.
Bazı insanların; en zor durumlarında bile aklına getirmekte türlü zorluk çekebileceği dil dolandırıcı, ağır kinayeli, beddualı çirkin küfürler onun dilinden dökülürken, hiç yabancılık çekmiyordu.
Biz bu dilin müptelası olmuşuz dercesine, sanki nara atıyorlarmış gibi çıkardı.
“Çatları butları ayrılasıcalar, sıçıp batırmışlar buraları!” diye ciyaklarken toparlanmaya çalışıyordu.
Ağzından dökülen sözlerin sahipleri birazdan ona, sabah kahvaltısı için yiyecek verecek olan tavuklardan başkası değildi.
Kimin aklına gelirdi böylesi bir beddua Allah aşkına! Düşünmezdi ki ya bedduam tutarsa diye. Çatı budu ayrılacak olan tavuğun, ona nasıl fayda verebileceğini hiç mi akıl etmezdi! Etmezdi. Dursun’du bu. Onda akıl ne gezer!
Akıl edebilseydi zaten susardı! Şükür eder tevekkül getirirdi. Sonuçta yaşadığı topraklarda onun yaşında olanların çoğu böyle yapıyordu!
Ama hep böyleydi bahsettiğimiz Dursun kadın. “Keşke durduğu yerde dursaydı da şu cazgırla aynı köyde yüz göz olmasaydık” diyenlerin çoğunlukla olduğu bu köyde, çirkin diliyle, şirret haliyle bilinir ve nice hoş olmayan lakaplarla anılırdı.
Cinli Dursun da derlerdi. Onun derdi anlık tavuklarla da değildi. Yeri gelir; bastığı toprağa bile herhangi bir sebepten dolayı söylenebilirdi. Ya da yediği kaba söverdi. Mesela; çatlak yahut kırık ise vay halineydi o tabağın. Küfür ederken saçtığı tükürükle yıkanırlardı.
Sadece cansız varlıklara mıydı? Elbette hayır! Zamanında koynuna girdiği erinden tutun da erinden türeyenlere bile aynısı gibi davranmıştı. Bugüne kadar eli, gözü, kulağı kime değdiyse, en kötü hallerine şahit olmuşlardı.
O yüzden adı; geldiği yerde de vardığı köyde de adı Dursun'dan başka her çirkin şeyle anılmıştı. Son halini görenler ise yaşlılığın getirdiklerinden ötürü, kemikli ve öne doğru sivrilmiş burnuna hitaben; Cadı Dursun da diyenler vardı.
Kafa kağıdında yaşı, yetmiş yedi yazardı. Fakat çaput gibi solmuş yüzü, içe doğru çukurlaşmış kirpiksiz pörtlek gözleri, sanki iki kanca ile aşağı doğru asılarak çekilmiş yanaklarını, bir de yere yapışacak gibi eğilmiş çelimsiz vücudunu görenler, yaşını duyduklarında kesinlikle aksini iddia ederlerdi.
"Kesin yüz vardır da gerisini Allah bilir." Derlerdi.
Ha yetmişti ha yüz! Yirmisinde de aynı olan bu kadın için iddiaya girmekte, laf olsun torba dolsun misaliydi işte.
......
Dursun kadın; on beşinde taze bir fidan iken gelin gelmişti Söğütlü köyüne. Kendi köyü, Adana Pozantı taraflarında, yayla köyüydü.
Onu Söğütlü köyüne geldiği günden bugüne tanıyanlar hakkında pek iyi şeyler söylemezlerdi. Onu herkes kötü bilirdi. Halbuki geldiği ilk sene onu görenler çok beğenmişlerdi. Pek güzel, sürmeli bir gelin diyerek, boyuna, endamına iltifatlar dizmişlerdi. Sadece birkaç ay sürmüştü. Zamanla tanıdıkça, dış güzelliğine meziyetler dökenler; sonra sivri dilini, dilinden dökülen zehir sözlerinden ötürü kalbinin isli tonlarının, yüzüne yansıdığına şahit olduklarında bir bir uzaklaşmışlardı. Böylesiyle ne dost olunur ne akraba olunurdu.
Değişik bir kadındı. Çirkin tavırlarıyla ve dünyaya olumsuz bakan hareketlerinden ötürü akıllarına gelen her lakabı takarlardı.
Evinin damına konan kuştan tutun da kendisine nimet sunan küçük ve büyükbaş hayvanlarına kadar her şeye düşmandı. Kötüydü işte. Ötesi yoktu.
Aman bizden uzak, Allah'a yakın olsun demişler onu köyde yok saymışlardı.
…
Beş kız kardeşten sonra dünyaya gelmişti Dursun kadın. Herkesin gün sayarak, saat bekleyerek beklediği bir bebekmiş. Sadece yeni bir bebek doğacak umuduyla beklememişlerdi onu.
Kız mı olacak yoksa erkek mi olacak? diye beklemişler.
Babası; annesi ona hamileyken koymuştu şartını. “Eğer erkek olursa; bundan gayrı hepiniz başımın tacısınız” demişti.
“Amma! bu da kız olursa, adını Dursun koyar daha da beklemem haftasına getiririm ikinci avradı” demiş bu yüzden de doğana kadar herkes tarafından dört gözle beklenilmişti.
Ve dünyaya gözlerini açmıştı Dursun bebek. Açar açmaz da kendisinden önce doğan beş ablasının hiç suçları yokmuş gibi, hiç yüzüne bakılmamış, sanki yeni bir canlı doğmamış da cenaze çıkmış gibi ağıtlar, dövünmeler başlamıştı. Hâlbuki ne güzel de bir bebekmiş. Kara bahtı doğduğu gün yazılmış.
Babası sözünün eri olacak ki haftasına getirmiş, kızı yaşındaki ikinci eşini. Ama ne kızmış. Geldiği sene dolmadan vermiş istediğini. Hatta yetmez demiş iki sene aralıklarla peş peşine yapıvermiş altı erkek çocuğunu.
Köyde namı çıkan Muzaffer durur mu? O dönemlerde o yoksullukta ilk erkek çocuğunu alınca kucağına, nasıl etsem de uğruna adaklar akıtsam düşüncesiyle, en büyük kızı ki daha on dördünde, bir inek karşılığında gelin vermiş.
Evde kızılca kıyamet kopmuş. Anasının ilk göz ağrısı, sırdaşı, kızlarının içinde en güzeli gelin gidecek diye. Dursun Bebek yenice emeklerken, kimin ayağına dolansa hırpalanmış. Cahil başlar bütün suçu el kadar bebeye bulmuş. Doğmaz olasıca demişler. Eğer onun yerine bir oğlan olaydı, babaları onları ahırın bir köşesine atmaz, annelerini de baş tacı ederdi düşüncesiyle bilenmişler. Ana da ana değilmiş ki. Ağladıkça bilenmiş, Dursun Bebeğe. “Çirkin Domuz!” kes sesini dermiş ağladıkça. “Geberesice! olmaz olasıca! yaktın ocağımı!” gibi şeyler söylermiş.
Ana ana değilmiş ki! Hem Allah'a inanırken, Allahtan gelene razı olmayınca yarattığına kulp takarmış. Böyle bir cehaletin içinde, ana neydi ki kızları ne olsun! Onlarda tıpkı anneleri gibi el kadar sabıya düşman kesilmişler.
Velhasıl; Cahilliğin bini bir para olduğu o dönemlerde bütün suç Dursun bebeğin üzerine kalmış ve adı Dursun dan başka her şey olmuş.
Ölmemiş ve öldürülmemiş! Lakin çok sürünmüş. Bir başına kendi kendine büyümüş. Ayak altında dolanmayacağı en kuytu köşelerde, yeri geldiğinde ağaç altlarında bile uyumuş. Sineklerin oğul attığı bulaşık kazan diplerinde kalan yemekleri sıyırarak karnını doyurduğu günler olmuş. Bir Allah’ın kulu da bana mısın dememiş. Zaten doğduğu yıllarda açlık sefaletin fazlasıyla olduğu zamanlarmış. Hane içi kalabalık herkes birbirine düşmanken kimse Dursun’u takmamış.
Dursun da kim ola? Dursun durduğu yerde.
Ne bebekliğini bilmiş ne de çocukluğunu. Başı hiç okşanmamış mesela. Saçları hiç taranmamış. Varmış ama yokmuş. Hep kötülük gördüğünden, iyiliğin varlığından hiç haberdar olamamış. Yaşam biçimini itilip kakılmak zannetmiş.
Büyüdükçe küçük omuzlarına kendinden büyük işler yüklenmiş. Belki bir nebze iş görür olunca o vakit bilmişler adını. O vakit görmüşler kuytularda çakmak çakmak izleyen bir çocuğun olduğunu. Zavallı çocuk Dursun! Bunu kendine nimet saymış.
Yedi yaşlarındaymış adının seslenildiği zamanlar. Ablaları seslenince, "Kız gel şu yemi doldur. Koş kız! Süt helkelerini getir. Şu kapıyı aç! Kız ne bakıyorsun, örtsene kapıyı” diye kendisiyle konuştuklarında, etekleri zil çalarmış. Büyüdüm ya görünürüm artık zannedermiş.
Hiçbirine de “yapamam ben bu işleri” dememiş. Çelimsiz vücuduna öyle bir güven gelmiş ki hepsini de herkesten iyi yapmış.
Sekiz yaşını doldurduğunda; onlarca koyunu bir başına otlatmaya gidermiş. Kimse de demezmiş gibi şuncacık kız çocuğu nasıl gezsin dağları bayırları. Hem de eşkıyaların opak opak gezdiği yerlerde. Gözden çıkarılmış çünkü. Doğar doğmaz hiçe saydıklarından bari işe yarasın gözüyle bakılmış.
Ben giderim, ben yaparım, niye yapmayayım diyerek öne atarmış kendini. Başardıkça başlara çıkarım sanmış.
Dokuz yaşlarında ise ablaları birer birer yuvadan gitmeye başlayınca, ev işlerinde becerikli olduğunu gören analığı demiş ki benim yerime o gitsin tarlalara. Oğlanlara bakmaktan hangi birini yapayım demiş. Ona da gitmiş. Boyundan büyük kadınlarla birlikte akşama kadar çalışmış ha çalışmış. Yapamadı demesinler diye kendini paralamış.
İşte o zamanlar; aklı ermeye başlamış. Kendiyle birlikte çalışan ırgatların arasına girince öğrenmiş gerçeği. Ana dediğin nasıl olur. Bacı kardeş kime denir.
Bunlara birebir şahit olmuş. Bunlar böyleyse; benim yıllardır benimsediklerim kimler demiş. Benim neyim oluyor onlar?
Yavaş yavaş kin tohumları da böylelikle içine ekmeye başlamış. Artık on yaşlarına geldiğinde de bu kez farklı bakar, farklı görür olmuş.
…
Sıradan bir yaz günüydü. Dursun evin yükünün yarıdan fazlasını yapmış, akşama doğru ise onlarca insanın yaşadığı evin yemek derdine düşmüştü. Fakat bedeninden büyük koca kazanların başına geçince, yorgunluğu katlanmış gözü kesmemişti. Aslında her biri bir işin ucundan tutarken, en ağır işleri hep o yapardı.
Annesi hasta ahırın bir köşesinde yatınca, evde son kalan ablası varmış. Babası ve oğulları sıcak evlerinin baş köşesindeymiş.
Kazanların başına geçtiğinde ne pişirsem, hangi aşı yapsam da yaransam derdiyle kara kara düşünmeye başlamış. Sonra tarladaki kadınların söyledikleri aklına gelmiş. Onlar ona sürekli akıl verirmiş. "Yazık seni de yaradan Allah! O evde kendini ezdirip durma!" dedikleri bir konuşma, hafızasında canlanmış. İçine bir kurt düşmüş. Niçin sadece ben demiş. Onca kalabalık ailenin arasında, bir ben miyim bu kazanın derdine düşecek. “Yazık canım bana! Beni de Allah yarattı” diye tıpkı kadınların dediği gibi kendi kendine söylenirken, dizlerine bir kuvvet gelmiş. Aniden ayağa kalkarak "Bugün ben de Şerife ablam gibi geçeyim elmalığa. Ot yoluyorum bahanesiyle kimsenin görmediği bir köşede azıcık uzanayım” diye harekete geçmiş.
Akşama kadar; kimsenin görmediği o köşede, yılların verdiği yorgunlukla ilk kez kaygısızca uyumuş.
Akşam vakti gelip çattığında, sofranın kurulmadığını gören ev halkı ise Dursun aşağı Dursun yukarı diye arayışa çıkmış. Dertleri onun yok olduğundan korktukları için değilmiş, hesap sormak için.
Şerife Ablası elmalığın altında uyuduğunu görünce, çökmüş göğsüne. “Kız gözün çıkmaya! Neredesin sen, hani yemek?" diye.
Dursun göğsündeki ağırlıkla yüz göz olunca uykudan uyanmış. Ablasının ne dediğini anlamış fakat oralı olmamaya çalışmış.
“Bilmem ki aba! Nereye kaçmış yemek. Keşke bugün de sen kovalasaydın” dedikten sonra bir de omuzlarını silkelemiş.
Önce kendinden üç yaş büyük Şerife ablası taşı yerden aldığı gibi böğrüne vurmuş. “Gözü çıkasıca yaktın bizi. Uğursuz pislik senin yüzünden yine olan bize olacak” diyerek saçlarına asılmış.
Yetmemiş, üç gündür hastayım ben diyerek kendini yatağa çivileyen annesi seslerini duyunca, koşturarak gelmiş. Neler olduğunu anladıktan sonra.
“Vay benim böğrüm!” diye yerde tepinen Dursun'a bir de o vurmuş.
“Karayılan yine yakacak başımızı” diyerek yerden kaldırdığı gibi çimdik atarak eve doğru sürükleyerek götürmüş.
Bitmiş mi çilesi? Bitmemiş! Akşam yemeğini bekleyen babası ve yine hamile olan karısı sofrada doğru düzgün yemeğin olmadığını görünce, dağıtmış ortalığı.
Yalnız babası adaletli adammış doğrusu. Sadece kendisini değil bu kez anası ve ablasını da aynı oranda dövmüş. Döverken de şunu söylermiş. “Başıma belasınız siz! Dua edin ekmek veriyorum size! Ama kıskanç köpekler olduğunuzdan hanemin içine ediyorsunuz”
Üç gün yara bere içinde gezmiş Dursun. O halde bile yine tarlaya gitmiş. Halini görenler “senin yaşadığın hayat değil! Böyle çocukluk olmaz!” demiş. Bu kez onlara inanmamış. Zaten onların aklına soktukları sayesinde olunca o hali, hırsını onlardan almış.
“Bilmediğim çocukluğun derdine bundan gayrı düşecek değilim. Neyi biliyorsunuz da konuşuyorsunuz. Zaten sizin verdiğiniz akıllardan dolayı düştüm bu duruma” diye yaşından büyük kadınları azarlamaya başlamış.
“Etme yavrum ezdirme kendini. Biz senin iyiliğin için söyleriz” diye ikna etmeye çalışmışlar. Yine onlara inanmış.
İlla ki çocuk mu olacaktı? Kadınların anlattığı kadar güzel miydi bu çocukluk?
“Ezdirme kendini. Koca evin yüklerini yüklenme. Daha çocuksun sen” diyorlardı sürekli. Eğer dedikleri gibiyse bu çocukluk, yine deneyecekti işte. “Her işin üstesinden geldim de bir bunu mu beceremeyeceğim.” Diye kendini çoktan hazırlamıştı.
O günden sonra Dursun; Annesi bir iş buyurduysa, yapmayacağım diye karşılık vermiş. Ablası her dövmeye kalktığında bu da onlara girişmiş. Otur demişler ayağa fırlamış, kalk demişler yatağa yatmış. Onlara karşı gelmek öyle eğlenceli gelmiş ki Dursun'a. Ne dedilerse tersini yapmış. On yılın acısını çıkarır gibi davranmış.
Bu kıza neler oldu böyle demişler.
“Çocuk oluyorum ben” demiş.
Olmayan kafasını sıyırdı demişler. Her gün ilgi alaka üstüne çevrilince daha da abartmış. Çocuk aklı işte!
Bundan sonra bana kimse kötü davranamaz, şu hayatta benim istediğimde olur, düşüncesiyle girdiği bu yol yanlış yolmuş.
Delirdi sanmışlar. Bakmışlar ki her isyanına, her bağırışına karşı baş gelemiyorlar, babalarının haberi olacak korkusuyla, annesi ve ablası onu zincirle ahırın ortasındaki ağaç direğe bağlamışlar. Ağzına da tülbent tıkamışlar ki sesi kimseye gitmesin. Yaşayacağı kadar, ekmek su vermişler.
Dursun'un ortalıkta olmadığını kimsenin ruhu duymamış. Babası ve analığı iş olduğunda nerede olduğunu sormuşlar. “Kafayı yedi. El aleme karşı zincirledik” demişler.
“Evin içinde bir delimiz eksikti” demiş babası. “Aman oğlanlar görmesin, akıllarından olurlar. Dursun durduğu yerde” diye ardını aramamış.
Üç ay geçirmiş o direğin dibinde Dursun. Ağlaya, sızlaya, bağıra çağıra üç koca ay. Her haykırışına bir darbe inmiş. Her çığlığına karşı aç bırakılmış. Ancak böyle akıllanırsın demişler.
Saçları bitlenmiş, gözleri gün ışığı görmediğinden körelmeye durmuş. Gitti sandıkları aklı, bu kez gerçekten gitmeye yazmış. Ama hep akıllı kızmış. Anlamış halinin kötüye gittiğini. Korkmuş. Böyle yaşayamam demiş. Varsın dünyanın yükü omuzlarımda olsun, yine de böyle yaşamam.
Dinlenmeye çekilen aklı, yeniden uyanınca ikna etmiş anasını. “Beni çözün ana! bok ye deyin, bok yiyeyim.” demiş.
Anası vicdana geldiğinden değilmiş de iyiden iyiye işlerin artmasından ötürü. “Sesini duyduğum an bağlarım yeniden” diye çözmüş.
Ses mi? İşte dünyaya karşı Dursun, sesini de böylelikle kesmiş. İçinden küfretmiş. İçinden isyan etmiş. İçinden çağlamış ama gıkım diyememiş. Ta ki on beş yaşına gelene kadar.
Ah işte o, on beş yaşı!
İşte bizim bahsedeceğimiz aslen Dursun; tam da o yaşında doğmuş.
On beş yaşında doğan deli Dursun. Bela Dursun. Kıskanç Dursun. Adı karayılan deliklerinde telef olacak olan Dursun, tek kendinin bildiği, kimsenin bilmediği katil Dursun, işte o yaş doğmuş.
Biz Dursun'un hep yetmişten sonraki yaşlarında tanıyacağız. Bu kadın neden böyle olmuş diye hep bir arayışta olacağız.
Ve bir genç kız henüz yirmisinde taze bir fidan. Güzelliğiyle dillere destan, aklıyla bir yığın köylü kadına ders verecek zekâsı olan bu kız; anlatacak bize onun kötülük yoluna nasıl düştüğünü. Başına ne işler geldiğini.
Bahsedecek ki! İnsanlar kötü doğmaz. Mutlak onları kötülüğe çeken ağır sebepler vardır. Yaşadığı buhran dolu bir günü vardır. O buhranlı haliyle seçtiği yolu gözü görmez. O yolda ilerlerlerken, ayakları kanasa da cayır cayır yansa da durmaksızın yürür. Ölene kadar yürür o yolu. Zanneder ki bildiğim yoldan şaşmayayım ben. Yanılır.
Misali; bir kovan dolusu bala, günde elli kez sen zehirsin dersen sana bal verir mi? Pekâlâ verdi diyelim. Sen günde elli kez sen zehirsin dediğin kovandan bal tadını, alabileceğini mi sanırsın.
Diye soracak bizlere. Anlatacak bize Dursun'u.
Ama önce kendisini tanıyacağız.
Dursun şimdilik Dursun bakalım durduğu yerde.