Alınacak Bir Gönül Var

3324 Kelimeler
“Evde iki sepet var” diye söze başladı İbrahim. Karşısındaki kişiye değil de elinde tuttuğu çay bardağını yakınlaştırmış, ona bakarak konuştu. Bardağın dibinde son yudumu kalmıştı. “Ne sepeti?” diye merakla başını kaldırarak sordu Cihat. İki çift laf edelim diye kolundan sürükleyerek zorla kahveye getirdiği İbrahim’in ağzından yarım saate yakındır tek kelime çıkmamıştı. Durup dururken sepet falan demesine şaşırdı. İbrahim kafasında bir şeyler tartıyor gibiydi. Elindeki bardağı evirip çevirirken hemen cevap vermedi. Bardağın dibindeki son yudumu tepesine dikti. Sonra da beşinci çay bardağını istemek için elini kaldırarak, kahveci Abdullah Ağabeyden istedi. Cihat onu dikkatle izliyor, izlerken ne söyleyecek diye sabırsızlanıyordu. Fakat İbrahim’in huyunu da çok iyi biliyordu. Tek kelime eder, sonrasını getirmek için de Cihat'ı karşısında it gibi kıvrandırırdı. “Sana diyorum lan ne sepeti?” diyerek, bir kez daha sordu. Yine cevap gelmedi. İbrahim şu huyuyla bir gün Cihat'ı öldürecekti ama ne zaman? Aslında İbrahim arkadaşının hallerini görüyordu fakat konuya nasıl gireceğini kestiremiyordu. Sırtını oturduğu tahta sandalyeye dayadı. Ayak ayak üstüne attı. Bunu yapınca uzun bacakları masaya çarptı. Rahat edemedi sandalyeyi yan çevirip bu kez o şekilde oturdu. Masanın üstündeki sigarasını alıp, yaktı. Zehirli dumanı içine öyle bir çekti ki dışarıya hiç vermedi. Cihat anladı arkadaşının halini. Onun yine bir derdi vardı. Üçüncü kez sormasına gerek kalmadan, İbrahim yüzüne bakmadan konuşmaya başladı. “Ne bileyim ne sepeti. İçine ister saman koy ister elma” dedi. Böylesine de konuşmak denilirse! Elma dediğinde, ağzının içinden çıkarken saniyelik durduğunu ve yutkunduğunu fark edince Cihat, daha çok merak etti. “Ee ne olmuş o sepete?” diye sorarken, kahveci Abdullah Ağabey, çayları getirmişti. Dikkatlerini bu kez ona verdiler. “Lan oğlum! Şu çayı çok demli içiyorsun bak! Mideni delip geçecek sonra da Abdullah'ın çayı adam öldürdü diyecekler” diyerek şakalaşmak istedi. Bu iki genci severdi Abdullah. Bilekleri kuvvetli, bedenleri sağlam, akılları zehir gibiydi. Her köyde bulunması gereken üç beş yiğittendi bu ikili. Maksadı takılmaktı fakat ikisinden de ses çıkmamıştı. İbrahim çay tabağını çevirerek dertli dertli tüttürüyordu yine. Cihat da kaşlarını çatmış, onun bu halini izliyordu. “Hayırdır kış günü dutu nerede buldunuz?” diye ince espri yapmaya çalıştı. İbrahim'in dikkatini çekmek için omzuna dokundu. Omuzundaki baskıya ve söylediğine karşı “ne dutu ağabey! Anlamadım” dedi. Kahveci Abdullah; İbrahim'in verdiği tepkiye gülümsedi, demli çayı parmağıyla önüne itekleyerek “Demi iyi mi diyorum?” dedi. Sonra Cihat'a bakıp “hayırdır, derdi ne dercesine” kaşıyla İbrahim'i işaret etti. Cihat omuzlarını silkeledi. O da bardağını önüne çekti. Bıkkın bir halde cevabını verdi. “Ne bileyim ağabey! Bu öküzü biliyorsun işte. Elma sepeti dedi, saman sepeti dedi, sonra da sustu. Bekle ki ardı arkası gelsin. Ben de konuşacak diye ağzının içine bakıyorum işte” dedi. Abdullah mevzuyu anlamıştı. Dudakları yana kıvrıldı. Boş bardakları tepsiye koyarken, imayla gülerek “ha! Şu mesele” dedi. Cihat merakla, İbrahim ise şaşırarak aynı anda adamın yüzüne bakakaldılar. Elindeki dolu tepsiyle ikisinin ortasına girdi. Sonra İbrahim’e doğru eğilerek “eben ile beraber kızı haşlamışsınız. Duydum da İbo'nun suçu yoktur dedim” dedi. İbrahim'in suratı iyiden iyiye değişti. Bir korku hissi göğsünün tam ortasına oturdu. Adını bilemedi. Mahcubiyet mi denirdi bu hissiyata. Yoksa başka bir şey mi? Haşlamak derken neyi kastediyordu ki? Nenesinin pis ağızlı halini zaten herkes biliyordu. Bunu halen öğrenememişler miydi? Kız bunu köylüye anlatırken ona akıl vermemişler miydi? “Kızım onun ahlakı kötüdür.” Dememişler miydi? Bunu Abdullah ağabeyin ağzından işitince daha da canı sıkıldı. O hayat dolu kızın, kendileri yüzünden haşlanmış hali gözlerinin önüne gelince, alnını kırıştırdı, dudakları gerildi. Yüzündeki bu ifadeden çekindi. Kimsenin çözmesine müsaade etmeden, bakışlarını kaçırıp, önüne henüz konulan sıcak çaydan, kocaman bir yudum çekti. Baktı ki yanındaki kahveci ondan cevap bekliyor, ona göre cevap verdi. “Doğrudur ağabey! Yapmışızdır yapacağımızı! Dedi. Sıcak çayından ikinci yudumu aldı. Varsın o da haşlansındı. “Hangi kız lan? Kimin kızına ne yaptınız?” diye araya girince Cihat, başını kaldırdığı gibi kaşlarını çatarak, baktı. Cihat ağzından çıkan bu yersiz soru karşısında utandı. İbrahim buna gücenmişti. Şu yaşına gelmiş şu köyde hangi kıza bir şey yapmıştı. Adı çıkmış dokuza misali değil bir kıza bir şey yapmak, yanlış anlaşılırım diye yan gözle bile bakmazdı ki. Nenesinin dilindeki zehir, ona bulaştıklarında elindeki taşlar dışında, kime ne zararları vardı? Asıl ne yapıldıysa, kız onlara yapmıştı. İki haftadır o kız yüzünden zaten deli olan nenesi bu kez kafayı ona takmış o yüzden de başının etini yiyordu. Hem kızın getirdiği elmaları, ağzında kalan son iki dişiyle kütür kütür yiyor hem de ağzına geleni söylüyordu. “Bende Dursun isem, bilirim ki o fışkı sana yanık da ondan geldi” diye başlıyor sonra ağzına gelen iğrenç küfürlerle hem kıza hem de kendine sayıp sövüyordu. Her Allah'ın gününü her günden daha beter hale getirmişti. Son iki haftadır, yatıyorlar kalkıyorlar, o kız da o kız, lafı beyninin içinde dolanıp duruyordu. Kışın ortasında tarlada işi de yoktu ki kaçıp kendini işe versin. Nenesi bir şeyi aklına yerleştirdiyse tövbe Allah susturmanın imkânı yoktu. Bir dediğine sessiz kalsa, ikinci sözüne karşı bazen kendine has tavrıyla cevap veriyordu. Yine aynı konuyu sar baştan aldığı gün dayanamamış bu kez de şöyle demişti. “Tabi ya! Sevdamdan ölüyor da sen varsın diye yanaşamıyor çiçeğim! Hadi bir an önce yola çık da kavuşalım!” demişti. Güya hem kendiyle hem de nenesiyle dalga geçmeye kalkışmıştı ama olan yine kendine olmuştu. Ağzından çıkan gayrı ihtiyarı kelimeyi hayatında ilk kez adını sanını bilmediği kız için kullandığının derdiyle mi yansın, yoksa ebesini daha çok kışkırttığına mı hesap edememişti. “Çiçeğin solsun Deve Abraham! Şuna bak şuna! Ben de Dursun isem sen o çiçeği ancak mezarıma dikersin! Sakın aklından geçirme! Aha da buraya yazıyorum, o çiçeği senin bir yerine sokmazsam adım ad değil” diye eliyle halının üzerine çizgi çektiği yetmezmiş gibi olmayan gelinin, olmayan sevdasına bin bir çeşit beddua etmişti. O gün bugündür de o kız, nenesinin kirli dilinde, kendi dumanlı zihninde dolanır olmuştu. Velhasıl asıl olan o kız yapmıştı onlara yapacağını. Öyleyse dostum dediği Cihat, nasıl olur da bunu sorabilirdi? “Lan oğlum bakma öyle lan! Neler olduğunu anlamaya çalışıyorum” derken Cihat, söylediği sözün altında kıvranıyordu. Neyse ki Abdullah Ağabey araya girerek kurtarmaya çalıştı. “Geçenlerde Cemil'in yaptığı kazadan sebep herkese elma dağıtmışlardı. Bunların evine de kızı götürmüş. Sonra ne olduysa kız ağlayarak avlularından çıktığı gibi koşarak uzaklaştığını görmüşler. Konu bundan ibaret. İşin şakası İbrahim’e takılırım. Ebesi kızı kırmıştır bilirim de işte İbo'nun da adı kirleniyor orası ayrı” diye açıklama yaptıktan sonra İbrahim'in omzuna vurup tepsisini alıp yanlarından uzaklaştı. İbrahim halen arkadaşının sözünde takılı kalmıştı. O kimsenin canını yakmazdı. Bunu karşısındaki adam bile anlamadıysa yedi köye ilan etse ne yazardı. Doğduğu günden bugüne alnına yapışan etiketin derdiyle bir kez daha dertlendi. Son çayını hızlı hızlı içti. Bardağı masaya çarparcasına bırakarak ayağa kalktı. Cihat kolundan tuttu, durdurmaya çalıştı. “Lan İbo! Etme be!" dedi. İbrahim, Cihat’ın elinin üstüne elini koyup yavaşça kolundan indirdi. “Akşam üstü gel de sepetleri sahibine götür diyecektim. Malum adımız adam yiyiciye çıkmış bir sakatlık çıkmasın” dedi. Sonra da Cihat’ın konuşmasına fırsat vermeden masaların arasından başı dik yürüyerek arkasına bakmadan kahvehaneden çıktı. Peşinden bakan Cihat, elbette yanlış telaffuzundan ötürü kendine kızmıştı. Fakat dev görünümlü çocuk ruhlu adamın gönlünü alacağını da iyi biliyordu. On gün sonra... Beyaz rahmet, Söğütlü Köyünü etkisi altına alalı bir hafta olmuştu. Köyün bağlı olduğu Ulukışla ilçesine giden yollar kapanmıştı. Yazın arı misali çalışan köylü alışkın olduğu kara kışlara hazırlıklıydı. Yazın çalıştıklarını kışın yeme arzusuyla evlerine kapanmış gelecek bahar ayı için vücutlarını dinlendiriyorlardı. Ne acınası bir durumdur ki İbrahim de eve kapanmaya çalışanlardan biriydi. Fakat onun ki kısa sürüyordu. Sabahın kör saatleri dedikleri vakitte; ebesi tarafından zorla uyandırılıyor, onunla yüz göz olmamak içinde gün aymadan ahır işlerini erkenden hallediyordu. Sonra yaktığı sobanın üzerine çayını koyduğu gibi çoğu zaman fırınına patates atıyordu. İbrahim aynı evin içinde onun çirkin sözlerini, kirli bedenini görmemek için ancak bu basit işleri yapıyordu. Her gün bir önceki günden beter hallerde, bu ikilinin yaşamı akıp gidiyordu. Yine tantanalı bir sabaha uyanmıştı İbrahim. Bugün ki kavgaları ise sobanın içinde yanan yakacaktı. Nenesi başlamıştı yine söylenmeye. İçine attığı tezeklere hitaben, at boku mu it boku mu yakıyorsun da evin içini bu koku sardı diye başlamıştı. Sonra hörlek sesiyle çığlık çığlığa “ben öleyim diye yapıyorsun. Sanki ben bilmiyorum öküz Abraham!” diye bağırmıştı. Neymiş bu yanan her neyse nefesini kesiyormuş. İbrahim önündeki tepsiye patatesleri soyarken onu duymamaya çalışsa da cevap vermeden edememişti. “Vallahi tezek kokusundan sahiden öleceğini bilsem, ineklerin götünden sobanın içine boru çekerim” diyerek patatesi ağzına atmıştı. Nenesi bu söze karşı bu kez de “o boru senin götüne girsin de defol git, Allah Devesi!” diyerek karşılık verince yine başının etini yiyordu. Soyduğu patatesleri yufkanın arasına ezdiği gibi üzerine pul biber serpiştiren İbrahim, ağız tadıyla karnını doyurmak istese de susmuyordu illet kadın. Yakacak olayı bitmiş, sıra da pencerenin önünden bir karartı gördüğünü söyleyerek bağırmaya başlamıştı. “Bak yine kesin o fışkı geldi” diyerek. İbrahim’i canlı ölüye çeviren Azrail’di bu kadın. Küçükken ya da genç bir delikanlı olduğunda bu kadar takmıyordu ama yaşı ilerledikçe bu kadının şirretliği arttıkça eskisi gibi tahammül edemiyordu. Adam akıllı ağzına bir lokma girecekti onu bile zehir etmişti. En çok da şuna sinirlenmişti İbrahim. Adını, kendini değil avluda evlerinin yakınında bile gölgesini göremeyeceği kıza sarmıştı tekrar. Durup dururken niçin aklına sokuyordu. “Sana da fışkına da başlayacağım şimdi” diye kükrerken elindeki dürümü sofranın üstüne fırlattığı gibi ayağa kalktı. Özenle hazırladığı yer sofrasını ortada bıraktığı gibi duvardaki çivide asılı olan paltosunu sinirle aldı. Kendini buz gibi ayazın içine bırakırken gidebileceği tek yer elbette kahvehaneden başka yer değildi. … “Bu mevsimde de ölünmez!” diye, kendi aralarında konuşan birkaç ihtiyar, kendisi gibi ya evinden kaçanlar ya da zorla evlerinden gönderilenlerdendi. Yoksa akıl işi değildi havanın ayazı kırılmadan şu saatlerde evden çıkmak. İbrahim sobaya yakın bir masada tek başına oturmuş aç karnına demli çayını içiyordu. Aynı zamanda, yolların durumundan, hastaneye gidememe kaygısından, ilçede yahut vilayette iş olursa nasıl yaparız derdiyle koyu bir sohbetin içinde olan ihtiyarları dinliyordu. Arada kendisine de laf atıyorlardı. O ise kısa cevaplar vererek geçiştiriyordu. Kendi akranlarından kimse yoktu. Tahmin ediyordu ki sıcak yün döşeklerinin içinde, anaları yahut hanımları kahvaltı hazırlayana kadar keyif çatıyorlar olmalılardı. Belki de öyleydi. Hiç tatmamıştı o duyguyu ama, öyle olduklarını düşünüyordu. Onlar sohbetlerinde, İbrahim derin düşüncelerde öylece zaman ilerlerken, içlerinden biri, kendisinin de hiç haz etmediği Dolmuşçulardan bahsetmeye başlayınca, dikkatini tamamen onlara vermişti. “Yollar kapanınca Kazım, evde kafayı yiyordur” diyen kişi köyün makara ekibinden biriydi. Alaylı cümleleriyle insanlara taktığı lakaplarla bilinirdi “Allah onun önce gözünü doyursun. Çalışıp kazanacağız diye dönen dünyayı ellerinde olsa durduracaklar. Bu havalarda dolmuşun yolda kalmayacağına emin olsa vallahi çıkar!” Kahveci Abdullah da semaverinin arkasından, eğilerek onlara katıldı. “Küçük oğlanı yaza evereceklermiş. Kız bakıyorlarmış” diye araya girdi. Bu köyde herkes onlar hakkında mutlaka bilgi sahibiydi. Herkesin dilindeydiler çünkü. Mal ve mülkleriyle, soylarının kalabalık olmasıyla, birbirine bağlı aile duruşlarıyla gözde ailelerdendi. İbrahim de Dolmuşçuları bilirdi. Fakat onun bildiği herkes gibi değil bambaşka mevzudan ötürüydü. Daha geçenlerde, kış kapıya dayanmadan, hasta olduğu o günlerde fazlasıyla yüz göz olmuşlardı. Az önce bahsettikleri küçük oğulları, Sarı Fişkene yüzünden. O gün aklına gelince bir kez daha sinirlendi. Yumruk yaptığı eli ve düşündüğü an sıktığı dişlerinin çatırtısı kulağında yankılandı. Cihat ile birlikte, hastane için vilayete gittikleri o gün işlerini hallettikten sonra köye dönecekleri akşama yakın vakitlerde, arabayı park ettikleri hastane önüne geldiklerinde, dolmuşla gelen bütün köylü aracın etrafına birikmiş şoförü bekliyordu. Bu saate kadar çoktan gitmiş olmaları gerekirken hala orada olmaları Cihat’ın dikkatini çeker çekmez yanlarına gitti. İbrahim’in ise bu durum umurunda değildi ki Cihat’ın en kötü huyu kendisini sürekli toplumun içine sokmasıydı. Bu sarı İt Recep, köylüyü ortada bırakarak kendisini meyhane atmış, içip sızmıştı. Bunu orada kimse bilmiyordu ama İşgüzar Cihat nereden biliyorsa, ben biliyorum takıldığı yeri gidip getireyim, siz bekleyin demişti. Tahmin ettiği gibi Recep meyhanede sızıp kalmıştı. İbrahim’i zor bela ikna ederek, onu oradan iki koluna girip çıkarmışlardı. İbrahim hasta haliyle bir de şu adamın iğrenç halini çekiyor ve Cihat’a sayıp sövüyordu. Cihat için iyilik yapmak olsun yeter. Yarı baygın Recep’in cebinden dolmuşun anahtarını aldı. “Bu aptalı kimse böyle görmesin! Bilhassa babası bu şekilde görürse Allah yarattı demez. Bu yüzden Devem. Ben dolmuşla köylüyü getireceğim onlara hasta olmuş diyeceğim. Sen de bunu arabayla götüreceksin” derken İbrahim ikna olsun diye kırk takla atarak dile getirdi. İt herif! İllaki iyilik yapacaktı ya İbrahim'i de peşinden çekecekti. Neymiş insan nasıl olunur, öğrenmesi gerekirmiş. Cihat'a söylenerek, Recebi de sanki bir çuvalı atar gibi arka koltuğa bindirip düşmüştü yola. Cihat dan önce varmış, Dolmuşçuların yaşadığı evin avlusundan arabayla girmişti. Onları ilk karşılayan, Recebin anası olmuştu. İbrahim kadına tek kelime etmeden arabadan indiği gibi arka kapıyı açıp oğlunu çıkarmaya çalışmıştı. Kadın oğlunun halini görünce, dizlerini dövüp başlamıştı feryat etmeye. “Ne ettin oğluma sen! ne ettin” diye bağırıp çağırıyor ortalığı inletiyordu. İbrahim, inmemek için sümük gibi koltuğa yapışan adamla boğuşurken bir de kadının abartılı cırlak sesini işitirken çenesini sıkıyordu. Daha fazla katlanamayarak kadına öldürecekmiş gibi yüzünü döndü. Bu onun doğal haliydi. “Sesini kes dinle! Meyhanede içip sızmış, bizde fiyakası bozulmasın diye kimseye göstermeden kapınıza getirdik” demişti. Ah bu insanlarla konuşmak İbrahim için tam bir işkenceydi. İşte yine tahmin ettiği gibi olmuştu. Bu Cihat ona insan ol biraz dedikçe, İbrahim’in toz tanesi kadar olan insanlığını adeta zorluyorlardı. Lanet kadın onu dinlemediği gibi bir de oğlunun paçasını kurtarmak için, merdivenlerden aşağı kükreyerek inen kocasına yalan söylemişti. “Dur herif Dur! Recebim aklı başındadır bilmez misin? Kesin bu insandan bozma aklını çeldi! Baksana guzuma kendinde bile değil!” demişti. Dolmuşçu Kazım, oğluna bakmadan önce İbrahim'in karşısına geçip “sen Cinlinin torunu değil misin?” diye sormuştu. İbrahim bildiği sorunun cevabını bekleyen adama, umursamaz bir halde “he onun torunuyum” demişti. Canı burnuna gelmiş tekrar o iti arabadan indirmek için hamle yaptığında Kazım, kolundan tutup mâni olmuştu. “Nasıl ikna ettin benim saf oğlanı! Üstünden yedin içtin, sonra kapıma böyle mi getirdin?” demişti. İbrahim içinden Cihat'a küfrediyor, dışından da adama karşı öyle sakin bakıyordu ki karşısında her kim olursa olsun önce onun bu sakinliğinden korkardı. Normalde “he” der geçerdi. Lakin bunun saf dediği oğlan piçin önden gideniydi. Oğlunu iyi tanısın bilsin diye alaya alarak cevaplamıştı. Önce dudakları alayla kıvrılarak dilini dimağına çarpıp “Cık” dedi. Sonra kara gözleriyle arabaya kusan adama iğrenerek bakıp “senin salak Fişkene tek başına avratlarla yemiş içmiş. Çağırsaydı giderdik” dedi. Kazım kendisiyle dalga geçtiğini anladığı vakit, İbrahim'in boşluğundan yararlandığı gibi yüzüne tokat atıp “Seni soysuz Köpek!” demişti. Ah o an İbrahim nasıl bir adama dönüşmüştü ki Kazım’ın avradı bile korkusundan geriye kaçmıştı. İbrahim değil bu insanların önünde insan gibi davranmak yedi sülaleleri gelsin, yine hayvan olarak anılmayı seçerdi. Koca dünyayı göbeğini sığdırmış Ayı Kazım’ın tokat attığı bileği tuttuğu gibi kıvırdı. Kazım can havliyle böğürürken evde bulunan oğulları, gelinleri hatta torunları bile kapı ağzına yığılmıştı. Ama kimse bu Azman adamın elinden almaya çekiniyordu. “Sen o tokatı, sorgulamadan etmeden yanlış adama attın işkembesi geniş Kazım! Önce piçine sahip çıkacak, sonra da kime tokat atılır bilecektin” dedi. Kazım üstüne abanan İbrahim'in dediklerini sindirmeye çalışırken, diğer eliyle engel olmaya çalışıyor fakat yaşından ötürü gücü yetmiyordu. “Kimsin lan sen! İtin oğlu” derken yine de etrafındakilere hakimiyetin elinde olduğunu göstermeye çalışıyordu. İbrahim onun acıyla kıvranırken bile burnundan kıl aldırmadığına karşı daha da sinirlendi. Kendisini nereden vuracağını iyi biliyordu. Fakat bilmediği şey İbrahim zaten hep aynı yerden vurulduğundan nasır tuttuğu için artık değmiyordu. “Cinli Dursun'un oğlu Deli Seyit'in oğluyum ben! Bilemedin mi Koca Kazım!” diye yüzüne karşı adeta kükredi. Tam o sıra arkadan Cihat’ın sesi geldi. Parçalayacak gibi tuttuğu kolu bıraktı. Sinirden damağını öyle bir ısırmıştı ki ağzında biriken kanı adamın yüzüne tükürmüştü. Cihat araya girmiş durumu izah ediyordu. Biz sizin iyiliğiniz için yaptık gibi şeyler söylüyordu. İbrahim onun bu izahına karşı daha da öfkelenmişti fakat öfkesinin işlemediği tek kişiydi Cihat. Onu susturmak yerine ayakları arabanın içinde, başı aşağı sarkıp kusan Recep'in yanına yürüdü. Aynı babasına yaptığı gibi Recep’in ensesinden tuttuğu gibi kusmuğunun üzerine attı. Direksiyona geçip Cihat’a binmesi için bağırdığında tozu dumana katarak Kazım’ın avlusundan çıkmıştı. Kazım arkasından ne anasını ne babasını bırakmıştı. Ne de olmayan avradını. İbrahim'e söyledikleri hiç dokunmamıştı. O zaten aynı küfürleri Dursun kadından her gün duyuyordu. Onun sindiremediği o tokattı. Suçu olmadan ilk kez iyilik yapmak için geldiği kapıda tokat yemesi ağırına gitmiş, daha fazlasını yapamadığı için bunu sindirememişti. O yüzden bu itleri iyi bilirdi. Bu köyden herkes nenesine ve kendisine düşmandı fakat İbrahim'in tek bilendiği, Dolmuşçulardan başkası değildi. *** Kahvehanede öğlene kadar vakit geçirdi. Çoğu ihtiyardan oluşan topluluk öğlen namazı için ayaklanınca, kahvehanede tek tük insan kaldı. İbrahim'in aç midesi, içtiği çaylardan dolayı bulanmaya başlayınca, ayaklandı. Önce karnımı doyurur sonra ineklere bakar, yine gelirim diyerek çıktı. Sabah ayak bileklerine kadar ulaşan, yere basarken altında çatırdayarak ezdiği buzlu kar öğlen vakti yumuşamış, havada açılmıştı. Ellerini paltosunun cebine koydu. Kendisinin ve başkalarının geliş gidiş yaparken oluşturduğu ayak izlerinin üstünde bildiği yolu yürüdü. Sabahın ayazında oluşan sessizliğe inat kar sevinciyle sokaklara dökülen çocukların şen kahkahaları kulağında, sokakları geçti. Evine giden son köşeyi dönmüştü ki onu gördü. Tam karşısında ona doğru geliyordu ve yine iki eli kendinden büyük kovalarla doluydu. İbrahim eşek kadar adam olmuştu ama ilk kez merak duygusunu o an tatmıştı. Neden bu kız sürekli bir şeyler taşıyordu? Ne taşıyordu? Aklına o gün ki hali geldi. İki dolu sepeti de böyle mi taşımıştı? Değmiş miydi peki! Sonra birden şunu düşündü. İbrahim olan kendisi Cihat’ın varlığı yanında olmadan ilk kez birine karşı faydam dokunsun düşüncesiyle “elindeki kovaları alsam” dedi. O bunları düşünürken kızın adımları ona doğru yaklaşıyordu. “Geçenlerde seni haşlamıştık ver yardım edeyim” desem dedi. Telafisini yaparım düşüncesiyle. “İki kelimeyi bir araya getiremiyorsun ki bok dersin!” diye cevapladı kendini. Düşündükçe adımları hızlandı. Hızlandıkça kıza yaklaştı. Bu kadar uzak olmalarına rağmen nasılda hemen kızı tanımıştı. Şalvarını içine soktuğu yün çorapları ve üstüne giydiği aynı simli yeleğiyle, renkli yazmalarının üstüne gelişi güzel attığı kahverengi kalın şalıyla oydu işte! Tanımayacak ne var? Kız ona yaklaştıkça gözü karşıda değil tuttuğu kovalardaydı. Başını kaldırsa İbrahim’i görecekti ama o kovalara dikkat kesilmişti. Kız onu görmeden, o kendini fark ettirmek için aniden kalın sesiyle seslendi. “Bakale!” dedi. Sesi boş sokakta kükrer gibi çıkınca yankı yaptı. Kız sesini duyar duymaz yerinde sıçradı. Sıçrayınca kovalar yalpalandı. İçindekiler meğer sütmüş birazı döküldü. Kız dökülen sütlere bakarak, “hay Allah’ım Yarabbi!” dedi. Kovaları yere bıraktığı gibi kendisini korkutan adama sinirle yüzünü döndü. İbrahim’i karşısında görünce siniri daha da arttı. “He baktım hele! ne oldu?” dedi. İbrahim şimdi ne diyecekti. Kızla yüz yüze göz göze gelmişti. Yahu ne diyecekti bu kara adam! Daha az önce aklından geçirmişti diyeceğini. Kızın burnu soğuktan mı böyle kızarmıştı. Ya küçük ağzı, yine soğuktan olmalı ki kıpkırmızı olmuştu. Kirpikler yahu. Onlar bile ıslanmıştı. Hah! Ne diyecekti ki İbrahim. Bir de böyle bilmiş bilmiş bakınca suratına, koca dev Abraham’ın dili içine kaçıvermişti. Ama bu sefer kısa sürdü. Sesi boğazını yırtarak dile ulaştı. Tane tane çıkmasına da özen gösterdi. “Hayırdır herkes sağlam mı?” sözü ağzından kaçıverdi. Sanki bunu mu diyecekti! Genç kız şaşırdı. Yüzündeki mimikler onu anlamak için yer değiştirdi. “Çok şükür bildiğim tanıdığım herkes sağlam! Amma anlamadım ben! Ne akla hizmet bunu sorman” derken sesinde hem bir şey mi oldu korkusu hem de bu adamın ona aniden bunu sorma merakı vardı. Söz ağızdan kaçmıştı bir kere. İbrahim kaçan sözün kuyruğunu tutarak devamını getirdi. “Yine bir şeyler dağıtıyor gibi gözüküyorsun da ondan sordum” diyerek kovaları gösterdi. “Ha!” dedi kız. Kovalarına bakıp tebessüm ederek. Yüzü güldüyse küs değil o zaman diye düşündü İbrahim. Hani haşlamışlardı ya kızı. Bir güven geldi kendine. Bir adım daha attı. Ben taşıyayım gittiğin yere kadar demeyi düşündü. Söyleyecekti. Kız konuştu. “Ama sen korkma! Size değil bunlar.” dedi. İbrahim afalladı. Kimden korkmuştu neyden korkmuştu bu yaşına kadar da böyle söylemişti kız. “Ben korkmam bir şeyden” dedi ama sesine sokağın başından bağıran bir kadının sesi karıştı. “Mihran haydi amma! Haydi” diye bağıran kadına ikisi de dikkat kesildi. “Geliyorum ana!” diyen genç kız kovalarını eline aldığı gibi İbrahim’i oracıkta bırakarak anasına doğru koşar adım yürüdü. İbrahim arkasında, elleri cebinde adını mırıldanarak kala kalmıştı. Kalın dudaklarının arasından kızın ismi imrenerek önüne saçılıyordu. “Mihran” dedi. Adı bile dilime yakışmayacak kadar güzellikte.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE