Masanın üzerindeki tabaklardan buhar hâlâ tütüyor, konuşmalar ise gergin bir sessizliğin içinde yuvarlanıp gidiyordu. Tam o sırada taş merdivenlerden aceleci ama utangaç adımlar duyuldu. Başlar o yöne çevrildi.
Müge, basit ama zarif çiçek desenli elbisesiyle göründü. Saçlarını topladığı at kuyruğu, yüzüne hem genç bir hava hem de doğal bir güzellik katmıştı. Elleriyle eteğinin kenarını tutuyor, merdivenleri biraz mahcup biraz da telaşlı adımlarla iniyordu.
— “Kusura bakmayın… uyuyakalmışım.” dedi, sesi hafif titrek ama içten.
Avluda bir uğultu yayıldı; kimi dudak bükerek, kimi imalı bir gülümsemeyle bakıyordu. Derya’nın bakışlarında küçümseyici bir parıltı belirdi. Kıymet Ana ise gözlerini kısmış, tek kelime etmeden süzüyordu.
Müge, masaya yaklaştığında gözleri istemsizce Mert’e kaydı. Ona, “Neden uyandırmadın?” der gibi sitem dolu bir bakış fırlattı. Mert’in dudak kenarı hafifçe kıvrıldı; hiçbir şey söylemeden, sadece gözleriyle “Bırak, yanında olayım diye” der gibiydi.
Kısa bir sessizlikten sonra Serhat, ortamı yumuşatmak ister gibi, hafif alaycı bir gülümsemeyle söze girdi:
— “Vallahi Müge Hanım, bu evde ilk defa birine sabah kahvaltısında geç kalma hakkı tanındı. Demek ki misafir olmak böyle bir şeymiş.”
Masanın bir köşesinden kıkırdamalar duyuldu, fakat Mert’in kaşları çatıldı. Yine de Serhat’ın gözlerinde ince bir oyun, tatlı bir şaka gizliydi. Mert bunu biliyor, ama Serhat’ın Müge’ye laf atmalarını da fazla hoş görmüyordu.
Kıymet Ana, bastonuna dayanarak hafifçe doğruldu. Masadaki herkesin sesi kesildi.
— “Hadi yeter gari. Hepiniz aç kaldınız. Müge kızım, gel otur. Yemek soğumadan başlayalım.” dedi.
Kıymet Ana’nın sesinde hem otorite hem de ölçülü bir kabullenme vardı. Müge’nin oturacağı yer herkesin merak ettiği bir meseleydi. Mert, hiç tereddüt etmeden solundaki boş sandalyeye dönüp elini uzattı:
— “Gel Müge, buraya otur.”
Müge, nazikçe sandalyeye oturduğunda ortamda görünmez bir dalgalanma oldu. Derya’nın gözleri öfkeyle parladı, babası ise kaşlarını çatıp önündeki zeytini ezerek sustu. Serhat ise kahvesini yudumlayarak kıkırdamasını zor tuttu; çünkü dostunu kıskandırmaktan aldığı küçük keyfi saklayamıyordu.
Avlunun ortasındaki uzun masaya kahvaltılıklarla donatılmış bakır siniler yerleştirilmişti. Tandır ekmeği, çökelek, zahter, zeytin, bal-kaymak, pekmez, haşlanmış yumurta, sac böreği… İnce belli bardaklarda buharı tüten çay kokusu avluya yayılmıştı.
Herkes yerini almış, kahvaltı telaşına kapılmış gibi görünse de sohbetin altında ince bir gerilim akıyordu. Derya fırsatını buldukça Müge’ye laf sokuyor, Serhat ise bazen lafa girip ortamı yumuşatıyor, bazen de Mert’i kızdıracak küçük iğnelemeler yapıyordu.
Tam bu sırada, masadaki uğultuyu delen tok ve otoriter bir ses duyuldu. Mert’in annesi, ağırbaşlı bakışlarını oğlu ve Müge üzerinde gezdirerek yöresel şiveyle konuştu:
— “Hele dinleyin gayri! Hepiniz burdasınız, boş lafın yeri değil. Bu işin kararı verilmiş. Derya kızımla Mert evlenecek. Bir haftaya düğün ola, münasiptir.”
Söz, sofranın ortasına taş gibi düştü. O anda Müge’nin elindeki çatal tabağa düştü, ince bir tınlama yayıldı. Mert’in gözleri bir anlığına kapkara kesildi.
Aniden ayağa fırladı, ellerini masaya dayayıp sert bir sesle bağırdı:
— “Anaaa! Yeter dedim! Benim gönlüm kimdeyse, yârım da odur. Kimse bana zorla yol çizemez!”
Sofrada uğultular yükseldi. Bazı amcalar homurdanıyor, kadınlar birbirine bakıyor, Derya’nın gözleri öfkeyle doluyordu.
O sırada, merdiven başında sessizce oturup olanları izleyen Kıymet Ana bastonunu yere vurdu. Ses, avluda yankılandı.
— “Hele kesilin gayri! Mert, sen babanın oğlusun, gözümün nuru torunum… Lakin unutma, bu aile tek senin gönlünden ibaret değil. Ağalık, keyfî olmaz. Her işin bi’ vakti, bi’ ölçüsü var.”
Kıymet Ana’nın sözleri hem Mert’e gözdağı hem de sofradakilere sus payı gibiydi.
Ama Mert’in kararı kesindi. Bir adım geriye çekilip Müge’nin yanına geldi, elini sıkıca tuttu. Müge neye uğradığını şaşırmış, bakışları dolmuştu.
Mert, gözünü annesinden ve Kıymet Ana’dan ayırmadan, hışımla:
— “Benim yolum bu, geri dönüş yok.”
dedi ve Müge’nin elini bırakmadan sofradan uzaklaştı. Çay bardaklarının ince sesi, sofradaki sessizlikte ürkek bir yankı gibi kaldı.
Ardından, konağın ağır taş kapısı sertçe açıldı, Mert Müge’yle birlikte hışımla dışarı çıktı.