42. Bölüm “Kaybolan Umutlar”
Tolga ;
Eğitimimi bitirmiş, asıl görev yerime başlamıştım. Burada güzel dostluklar kurmuştum; sınır ötesi operasyona çıkmadan önce bir haftalık iznim vardı ve onu kullanmak istedim. Hem Buse’ye evlenme teklif edecektim hem de annemi ve kardeşimi görmek; çok özlemiştim onları.
Sınır ötesi operasyonun süresi ne olurdu, bilmiyordum. “Üç ay” denmişti ama uzayabilir. Komutanımız, “Artık görev yeriniz sınır ötesini korumak.” demişti. Hazırlanıp yola çıkmıştım. Yol bir türlü bitmiyordu.
Buse’yle yol boyunca mesajlaştık; sanki tripli yazıyordu. Ama onu görünce eminim hepsi geçecekti.
Cengiz’in eğitim yeri de belli olmuştu: Manisa, Kırkağaç. Koray ise Sivas’a çıkmıştı. İçimden geçirdim: “Gidin, gidin; aklınız başınıza gelsin!”
Karşılamaya Buse de gelir diye umut ediyordum.
İzin dönüşüydü; yüreğim, aylarca beklemiş bir hasretin eşiğindeydi. Koray, Efe ve Cengiz gelecekti beni karşılamaya. Eğer onlar nişanlılarını getirirse, Buse de çekinmeden gelebilirdi.
Yolda gözüm telefondaydı. Her bildirim sesinde kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu.
Ama ondan hâlâ bir mesaj yoktu. Belki sürpriz yapmak istiyordur diye düşündüm, belki de kırgındı hâlâ. Her ihtimali içimde evirip çevirdim.
Bir yanım “gelecek” diyordu,
diğer yanım “unut beni” diye fısıldıyordu.
Otobüs durağa yaklaştığında dışarıda tanıdık yüzler aradım.
Koray’ı ilk o fark etti. El sallıyordu uzaktan, Efe yanında, Cengiz biraz gerideydi. Ama gözlerim o kalabalığın arasında hep bir kişiyi aradı…
Buse yoktu.
Boğazımda koca bir düğüm, yüzümdeyse yapmacık bir tebessüm vardı.
Onlar sarılmak için koşarken ben, sadece bir çift göz aradım kalabalığın içinde.
Yoktu…
Gelmemişti.
Onlarla sarılıp hasret giderdik.
“Hani yengeleri niye getirmediniz? Buse nerede?” diye sordum.
“O da mı gelmedi?”
Hepsinin yüzünde donuk bir ifade vardı. Koray elini omzuma atıp,
“Hadi, annen bekliyor. Önce anne, ağlarsa anam ağlar; elin kızı yalan ağlar. Kardeşim, ne çabuk buluştun?” dedi, espriyle karışık bir tonda.
İçimden, demek ki Buse evden çıkmanın bir yolunu bulamamıştı diye geçirdim. Neyse, canı sağ ya, gerisi hallolur.
Arabayla önce eve gittik. Oğuzhan annemin yanındaydı, yemek yiyorlardı. Geleceğimden haberleri yoktu. Kapıyı çaldım. Annem kapıyı açınca gururla asker selamı verdim.
“Tekmil verdim“Topçu Sözleşmeli Er Tolga Karcı! Görev yerim Hakkâri 3. Topçu Taburu! Görevimi başarıyla tamamlayıp izne geldim komutanım!”
“ Oğlun görevi tamamladı annem.”
Annemin gözleri doldu, boynuma sarıldı.
“Tolgamm…” dedi titrek bir sesle.
Ah canım anam… Ben de ona sıkıca sarıldım. Ne kadar özlemişim…
Hep birlikte içeri geçtik. Annem herkese birer tabak daha koydu. Sanki içine doğmuş gibi fazladan yemek yapmıştı.
“İçimden geldi,” dedi gülümseyerek. “Sanki sen gelecekmişsin gibi, senin sevdiğin yemekleri hazırlamışım. İşte nasip olacak ya...”
O sözleriyle içim ısındı. Neşeyle yemeğimizi yedik. Annem çay demlemeye kalkınca çocuklar hemen atıldı:
“Yok teyzem, zahmet etme. Biz Tolga’yı biraz dışarıda gezdirelim. Malum, izni kısa. Hem biz de çalışıyoruz, tekrar getiririz sana.”
Annem bana baktı, sonra başını sallayıp “Tamam oğlum,” dedi. Ben de yanına gidip sıkıca sarıldım.
“Canım annem…” Kardeşime emanet etmiştim annemi. Çok iyi bakmış anneme dedim içimden. Oğuzhan’a baktım, aslan gibiydi. Emanete iyi sahip çıkıyordu.
Birlikte dışarı çıktık. Annem arkamızdan bakıyordu, gözlerinde hem gurur hem hüzün vardı.
Cengiz’in arabasına bindik. Ben dayanamadım, soruverdim:
“Cengiz, hanımdan nasıl izin aldın da bu kadar uzun süre dışarıda kalıyorsun?”
Cengiz temiz bir tebessümle başını salladı.
“Gül, gül... Yakında senin de başına gelir. O zaman ben sana gülerim,” dedi.
“Evet ya...” dedim gülümseyerek ama içimde tatlı bir heyecan vardı.
Acaba beni Buse’nin yanına mı götürüyorlardı? Kızlarla bir yerde mi toplandılar? Kesin bana sürpriz yapacaklar…
Mahallenin bakkalında durup yiyecek içecek bir şeyler aldılar.
Demek sakin bir yere gideceğiz, diye düşündüm. Kızlar rahat etsin diye.
Bir süre sonra arabayla her zaman gittiğimiz o tepeye çıktık.
Şehir, ışıklarıyla ayaklarımızın altındaydı. Ama… kızlardan eser yoktu.
“Hani?” dedim şaşkınlıkla. “Kızlar nerede? Niye onları neden getirmediniz? Ben zannettim ki bana sürpriz yapıyorsunuz.”
Sesimin içindeki heyecan bir anda burukluğa dönüştü.
Hepsinde garip bir sessizlik vardı.
Kimse konuşmuyordu. Sadece birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı.
Koray eline bir taş aldı, hızla ileriye fırlattı.
Efe’nin ise eli cebindeydi; ayağıyla yeri dövüyordu.
Tekmelediği taşlar, sessizliğe inat birer birer yuvarlanıyordu aşağıya.
“Oğlum, ne oluyor?” dedim. “Buse’ye bir şey mi oldu yoksa? Bana söylemiyorsunuz. Kesin bir şey var!”
Yutkundum. “Yoksa Buse... hastanede mi?”
Oğuz bana baktı, ellerini iki yana açtı.
“Bilmiyorum,” der gibi bir bakış attı.
Sonra Koray’ın yanına gittim. Elimi omzuna koydum.
“Sen bari anlat Koray. Ne oldu? Kaza mı geçirdi? Hastanedeyse gidelim!”
Koray gözlerini kaçırarak cebinden telefonunu çıkardı.
Ekranı açtı… ve bana uzattı.
Titreyen ellerimle telefonu aldım.
Ekrana baktım… sonra bir daha… bir daha.
Yüreğim sanki yerinden sökülüyordu.
“Hayır…” dedim nefesim kesilerek. “Bu Buse değil. Siz bana şaka yapıyorsunuz. Bu Buse olamaz!” Olduğum yere resmen çökmüştüm.
Telefonu Koray’a geri verdim.
Ayağa kalkmaya çalıştım ama dizlerim tutmuyordu.
Sadece tek bir cümle döküldü dudaklarımdan:
“Hayır… bu Buse olamaz…”
Elime telefonumu alıp hemen Buse’yi aradım. Çalıyordu ama açmıyordu.
Mesaj attım: “Buse, telefonu aç! Bana bir açıklama borçlusun .”
Göndermemle engellemesi bir oldu.
O an telefonumu yere fırlattım. İçimde birdenbire koca bir öfke patladı.
“Kimle nişanlandın?” diye bağırdım. “Beni kiminle aldattın bu zamana kadar? Neden söylemedin bana? Madem başkasını seviyordun, benimle neden konuşuyorsun?”
Koray beni sakinleştirmeye çalıştı. “Tolga, sakin ol. İnan, biz de sonradan öğrendik.” dedi.
Ama içimdeki isyan dinmiyordu.
Koray;“Ama anlam veremediğimiz şey şu: Söz kesildiği halde niye seninle konuşmaya devam etmiş?” diye sordu bana. Sorduğu bu soruyu kendi içimde tekrar ettim. Hepisinin yüzü birbirine dönüktü, sessizlik konuşuyordu sanki.
“Ben ona her ay düzenli para gönderiyordum. ” diye söyledim. O sözüm her şeyi değiştiri verdi.
Koray, “Ne yapıyordun sen?”
“Evet,” dedim. “Düğün için birikim yapıyorduk. Her ay para gönderiyordum. Çeyrek alsın, düğün masrafı ve çeyiz yapsın kendine diye…”
Koray bakışlarını kaçırdı; Cengiz ise acı bir ifadeyle, “Kız resmen seni yemiş,” dedi. O söz beni deliye çevirdi. Öfkeyle ona baktım.
“Bana bir açıklama borçlusun. Arabaya binin, yüzüme karşı söyleyecek her şeyi şimdi söyleyecek!” diye bağırdım.
Koray araya girmeye çalıştı: “Yapma Tolga, kendine bir yol çiz. Boşver, unut gitsin. Değmezmiş de.”
“Ne demek ‘değmezmiş’?” diye karşılık verdim.
“Sekiz yıldır benimle konuşuyordu! Söz vermiştik birbirimize. Gözümün içine bakıp başkasını sevdiğini söylesin bakalım.”
Efe yanıma gelip elimi tuttu,
“Yapma, boşver. Gerçekten değmez,” dedi usulca. “İstersen ben getiririm onu karşına da görürsün. Ama bence… düşündüğün gibi bir kız değil. Birak gitsin, kendi yoluna. Senden uzak olsun, Allah’a yakın olsun.”
O sözler havada asılı kaldı. İçimde hem kırgınlık hem ihanete dönmüş bir gürültü vardı; ama arkadaşların sesindeki bitkin şefkat de yankılanıyordu. Arabaya bindim öfkeme hâkim olamıyordum.
Koray da arabaya bindi, şoför koltuğuna geçti.
“Hadi gidelim,” dedim. “Ama önce seninle birşey konuşmak istiyorum. Sonra gideriz.”
Koray derin bir nefes aldı, gözlerini yoldan ayırma dan başladı anlatmaya:
“Buse, sen askere gitmeden önce de zaten bu çocukla görüşüyormuş. Hanna araştırdı ve öğrendi çok yakın birinden öğrendik bunu. Sen askerlik konusunu açınca gönlü tamamen ona kaymış. Beklemeye niyeti yokmuş.”
“Ne demek beklemeye niyeti yokmuş?” diye sordum, sesi titreyerek.
Koray hemen devam etti:
“Hanna’nın öğrendiklerine göre, o çocuğun senden haberi yokmuş. Yani Buse ikinizi de aynı anda idare etmiş. Ona yakın kişinin anlattığına göre, sen gelmeden önce çocuk ona evlenme teklifi etmiş; videolarını bile Hanna’ya atmış. Sevinçten çıldırmış Buse. Çocuk zenginmiş; isteyerek tercih etmiş onu.”
“Yani zorla yapılan bir şey yok mu?” diye sormaya çalıştım.
Koray başını salladı:
“Yok. Buse bile isteye onu seçmiş. O yüzden kendini küçük düşürme kardeşim. Ona hiçbir şekilde teslim olma. Sakın suç bastırmasına izin verme, askerliği bahane edecek. Ona o fırsatı verme. Kaybeden o olur, sen değilsin.”
Bir an sustu, sonra ekledi:
“Evet, ben de o adamı araştırdım. Nişanlısı falan varmış. Sonradan pişman olacağı bir evlilik yapıyor. Buse de yaşattığı şeyin aynısını yaşayacak, buna emin ol.”
Koray’ın sözleri bir yandan teselli etmeye çalışıyor, diğer yandan içimdeki yangını körüklüyordu.
“Şimdi sakinleş,” dedi. “Hadi gel, çocuklarla oturup bir şeyler içelim.”
Ama ben dayanamıyordum. Arabanın kapısına yumruk atıp durdum; ellerim titriyordu. “Neden? Neden?” diye haykırdım kendi kendime. “Madem sevmiyordu, neden benimle konuştu? Allah kahretsin, ben herşeye onun için göğüs gerdim. Onu gerçekten çok sevmiştim. Bunu bana nasıl yapabildi? Aklım almıyor, Koray bir insan sevdiğine bunu nasıl yapar?”
Koray omzuma dokundu, gözleri şefkatle bakıyordu.
“Kardeşim,” dedi.
“Demek ki onun sevgisi gerçek değilmiş; seninki gibi değil.”
O anda içimde hem kırgınlık hem ihanete dönüşmüş bir öfke, hem de arkadaşlarımın yanında olma çabası birbirine karıştı.
Arabadan indik.
“Temiz hava iyi gelir,” dedi Koray.
Sonra çocukların yanına gittim. Yere resmen çökmüştüm; gözyaşlarıma hâkim olamıyordum.
Erkek adam ağlamazmış.
Hıh, onu da kim söylüyorsa… Hem öyle ağlar ki, içi yandığında taş olsa erir.
Koray’dan telefonunu istedim.
“Tekrar açar mısın şu resmi?”
“Yapma kardeşim,” dedi.
“Lütfen, bir şeye bakacağım,” dedim.
Koray, Buse’nin söz fotoğrafını açtı.
Yaklaştırdım. Buse’nin adama bakışlarına baktım.
Bana baktığı gibi bakıyordu ona da… Sevgiyle, mutlulukla.
Nasıl aynı bakışı bir başkasına atabiliyorsun Buse? dedim içimden.
Yumruğumu sıkmıştım.
Koray telefonu elimden aldı.
“Yeter bu kadar,” dedi.
Maden suyu açmıştı. Uzattı.
Elimle aldım, tebessüm ettim.
“Bunun üzerine bir bardak soğuk su versen daha mı iyi olurdu?”
Koray gülümsedi.
“Boşver,” dedi. “Değmezmiş. Gerçekten değecek olsa bunu yapmazdı. Seni beklerdi.”
Cengiz lafa karıştı:
“Allah kurtarmış kardeşim. Ya evliyken yapsaydı böyle bir şeyi? Katil olurdun. Allah yüzüne bakmış da söz bile takmadan öğrenmişsin olayı.”
Haklıydı.
Ya evlendikten sonra olsaydı? Kaldırabilir miydim?
Şimdi bile ağır geliyordu.
Bir süre sustuk. Sonra Cengiz döndü:
“Manisa Kırkağaç’a gidiyorum eğitime kardeşim. Ne tavsiye edersin?”
İstemsizce tebessüm ettim.
“Ne tavsiye edeceğim? Sabırlı ol. Bol bol sabır götür yanında, çünkü sevdiklerinden ayrı kaldığında, ihtiyacın olan tek şey o olacak.”
Koray’a döndüm.
“Seninki de Sivas'a çıkmış. Kalın giyin,” dedim.
Koray gülümsedi:
“Hanna’nın sevgisi beni ısıtır,” dedi.
Doğru söylüyordu.
İnsan zor anlarda sevdiklerini düşünüp mutlu olmaya çalışıyor.
Ben düşündükçe içim kor oluyordu artık.
Ama şimdi… Ne amacım kalmıştı, ne hevesim.
Öyle bir meslek seçmiştim ki, aklıma kimseyi takmadan kendimi dağlara, taşlara vurabilirdim.
Efe müziği açtı.
Ahmet Kaya: Hep Sonradan çalmaya başladı.
Evet… Hep sonradan geliyordu aklımız başımıza.
(Yorumlarınızı bekliyorum. Kitaplığınızın bir köşesinde bu gençlerde yer var mı?)