1.BÖLÜM
Göğüs kafesi aldığı nefesle birlikte yanıyor acı vücudundaki hücrelerin en ücra köşelerine su yayılması misali hissediliyordu. Büyük adımları yokuş aşağı ormanda hızla ilerliyordu. Ufak dallar ayaklarının altında çatırdama sesiyle birlikte parçalanıyordu. Korku, zihnini kaybetmesini sağlayacak kadar ele geçirmişti. Başını anlık arkaya çevirerek baktı. Kendisini kovalayan iki siluet, yirmi metre kadar geridelerdi. Ormana koştukça derinleşiyor, havanın karanlığı zifirileşiyordu. Umut söküp alınmış gibiydi.
Nefesini düzenli tutmayı denedi. Elini belindeki kemere götürdü ve pantolonun cebine sıkıştırdığı küçük bıçağın tekini çıkarttı. Arkasına döndü ve solunda kalan iri adama fırlatmasıyla birlikte, bıçak havada bir kuş misali süzüldü ve ayağının tam bileğine saplanmasıyla, büyük cüsse yere düşmüştü. Bakışları önüne çevrildiğin de otuz iki metre sonra başlayan asfalt yol dikkatini çekti. Ayaklarını zorlukla yavaşlatırken çift yönlü orman yolundan sağa saptı.
Gökyüzünden şimşek çakmasıyla birlikte çığlığı ağzının içinde koptu. Boş, karanlık ve ıssız ormanda yankılandı. Arkasındaki adamın güçlü kahkahaları, dünyanın en iğrenç olduğunu düşündüğü sesti. Kulaklarında defalarca yankılanıyordu.
"Gel buraya cici kız."
Asfaltın üzerinde son sürat ilerledi. İri adam ile aralarındaki mesafe kapanırken, daha hızlı koşmayı denedi. Yapamıyordu, biraz daha devam ederse neredeyse ciğerleri patlayacaktı. Hızlanmayı denediğindeyse: ayakları birbirine dolaştı ve tökezledi. Son anda durumu toparlayabilmişti. Belinde olan minik bıçağı almaya çalışmasıyla koşuşları anlık yavaşladı.
Elindeki bıçak süratli koşması sebebiyle avuçlarının içinde bir oyana bir bu yana savruluyordu. Ayağı zifiri karanlıkta önünde göremediği büyük çukura düşmesi sebebiyle havada iki metre kadar uçtu ve sert biçimde yere çakıldı. Bedeninde hissettiği acı tarif edilemezdi.
Sert zeminin üzerinde acı içinde kıvrandı. Zorlukla başını arkaya çevirerek döndü. Adamla aralarında üç-dört metreden az mesafe vardı. Geri geri giderken, ayağa kalkmayı denedi. Başarmıştı da...
Tekrardan adımları kaçmak için yokuş aşağı yönelirken, saçında hissettiği el; ona ıstırap verdi. Acı ve korku bir kez daha iliklerine kadar işliyordu. Çığlığını gökyüzüne doğru karanlık geceye serbest bıraktı.
"Yakalandın cici kız. Bizi buraya kadar boşuna koşturdun."
Elindeki bıçağı gelişi güzel havada salladı ve adamın elini boydan boya yarmıştı. Kanlar su misali fışkırıyordu. Acı dolu iniltisinden ve o boşluğundan faydalanarak ayağa kalktı. Var gücüyle soluk soluğa kaçmasını sürdürdü. Adamla arasındaki mesafeler açılıyor, iri cüsseyi bir kez daha geri de bırakıyordu. Ve son kez adamın sesleri kulaklarında çınladı.
"Ne kadar kaçarsan kaç, cici kız. Biz hep seninle olacağız çünkü; biz senin kâbusunuz..."
Kaçmaktan bacaklarına ağrılar girmiş, bütün bedeni iflas ediyordu. Çaresizlik, vücudunun titremesine ve hıçkırıklarının ağzından kopmasına sebep olmuştu. Adımları nereye kaçtığını bilmeksizin karanlık ve uçsuz bucaksız bir sonsuzluğa ilerliyordu. Kendi karanlığına... Ve bir nahif bir ses; onu kendi karanlığından çekip çıkarmıştı.
“Fıstık."
Omzunda güçlü bir sarsılma hissederken, bakışları omzuna gitti. Hala ormanın içinde var gücüyle kaçıyordu. Tekrar bedeni şiddetle sarsıldığında bütün karanlığın arasından sıyrıldı ve gözleri fal taşı gibi açıldı. Yattığı yatağından sıçrayarak kalktı. Göğüs kafesi sanki gerçekten patlıyormuş gibi hissetti. Sanki gerçekten dakikalarca koşmuş gibi derin soluklar alıp veriyordu.
Kabustu… Gerçek değildi.. Hepsi birer kâbustu. Yaşadığı her şey gerçek değildi.
“Kâbus gördün fıstık, kendine gel."
Gözleri boş odanın arasında şuursuzca dolandı. Bilinci henüz dünyaya gelmemiş, kabuslar arasında süzülüyordu.
"Bak bana. Odandasın, ben buradayım."
Gözleri kendisine bakan yeşil gözlere takıldığında, hıçkırdı. Bu kâbuslar artık daha ne kadar devam edecekti? Dayanamıyordu. Bir gün kâbuslarının içinde kalp krizi geçirip, ölüp gidecekti. Kendisini saran kollar, sımsıkı onu bedenine bastırdı.
"Geçti abim. Sakin ol."
Hıçkırığını dudaklarıyla önlerken, Alp'e daha sıkı sarıldı. "İyi ki uyandırdın."
"Tamam, sakinleş. Sana su getirmemi ister misin?"
"Hayır."
"Hadi kalk bakalım fıstık. Okul zamanın geldi.”
Kollarını Alp'ten ayırırken geri çekildi ve yüzündeki yaşları temizleyerek, saçlarını geri attı.
"Şirkete geçeceğim. Anahtarını unutma, kapıda kalırsın. Elif’te sabah erkenden derse gitti. Cihan Betül Hanımda."
Ayağa kalkarak, Alisa’nın alnına öpücük kondurdu ve dikildi. "Okuldan memnun musun?" dedi Alp Alisa’nın gözlerinin içine bakarak.
"Sayılır. Fena değil. Aslında memnun bile sayılabilirim."
"Bir süre idare et. Bu iş çözülene kadar, güvende olmamız lazım. Akıllarına gelmeyecek tek yer burası olacak."
Yavaş adımlarla odasından çıktığında, yatağından kalktı. Dolabının önünde dikildi ve okul üniformasını çıkartarak, küçük odadaki sandalyeye koydu. Üzerindeki kıyafetlerden kurtuldu. Okul üniformasını giydiğin de; omuzdan asmalı, sarı, şık ve salaş tarzındaki çantasını eline aldı. Ders kitaplarını haftalık programa göre çantanın içine boca ederken, fermuarını kapattı ve odasından çıktı. Dar koridorun hemen orasındaydı. Banyoya giderek saçlarını taradı. Hızlıca düzleştirerek hacimli saçlarının sönmesine sebep olmuştu.
Kulaklarını dolduran zil sesiyle yüzünü buruşturdu. "Yine mi erken geldin Jale ya…"
Banyodan çıkarak merdivenlerden aşağı indi. Ufak mutfağa girdiğinde, köşede duran kekten ağzına bir tane hızlıca tıktı. Dökmemeye özen göstererek dişlerinin arasında tuttuğunda kenardan peçete aldı ve içine bir tane daha koydu. Kapının bir kez daha çalınmasıyla, hareketlerini hızlandırdı. Tahta görünümlü kapıyı açarak ayakkabılarını giymek için eğildi. Jale yanaklarını şişirmişti. "Seni beklemekten sıkıldım ama..."
Ağzındaki keki boşta olan eline aldı. "Bu sefer sen erken geldin. İki dakika daha vaktim var. Saate bak."
Köşede duran saati eliyle gelişi güzel işaret etti ve peçetenin içinde duran diğer dilim keki ona uzattı. "Dün yapmıştım, al."
Jale keki eline aldığında, gözlerini ona çevirerek işaret parmağını havaya kaldırdı ve özür dilercesine bir dakika istedi. Hızla salona koşarak, külüstür telefonunu sehpanın üzerinden almıştı. Ardından kapıya ulaşarak, köşedeki dolaptan beyaz spor ayakkabılarını çıkarttı ve taş zemine bırakmıştı.
Ayaklarına geçirerek bağladığında, doğruldu. Jalenin yüz ifadesiyle, içinden kendisine küfür etti. Diyeceklerini biliyordu. Nasıl bu kadar dikkatsiz davranmıştı?
"Bahar, ayakkabıların Nike'nin yeni sezonu değil mi? Çok pahalıydı. Nasıl aldın?"
Alisa, alt dudağın ısırarak içinden kendisine küfür savurdu. Hafta sonu alışverişe çıkmışlardı ve gidip dikkatsizlik yaparak bu ayakkabıyı mı almıştı? Gerçekten miydi? Daha düz fiyatı düşük ayakkabılar seçmeliydi. Mahalleye ayak uydurmak için daha büyük çabalar sarf etmesi gerektiği kesindi. Neredeyse aylardır burada olsa da, hala çoğu şeye alışamamış ve zorluk çekiyordu. Neredeyse bir ilk bahar ve yaz bitmiş; son baharın başlangıç günlerindelerdi.
Anne ve babasının ölmediği ortaya çıkarak Türkiye’ye geldiklerinden sonra hiç rahat edememişlerdi. Peşlerine düşen davalıları ve tekin olmayan adamlar onları huzur içinde bırakmamışlardı ve tüm aileyi takibe alarak herkesin huzurunu kaçırmışlardı. Tehdit mesajları kendilerini takip eden iri cüsseli korumalar ve daha da kötüsü silahlı saldırılar…
Abisi, kendisini Elifi ve Cihan’ı tehlikeye atamayarak küçük bir mahalleye gelme teklifini sunmuştu. Bu konu da hayıflanarak memnuniyetsizliğini dile getirse de, aslında iyi fikirdi. Zengin bir insan kaçarsa; onu daha zengin ve güvenli yerlerde arardınız… Alp'in yaptığı ise tamamen bir ters tepkiydi. İstanbul'un içinde minik ve güvenliği son derece düşük olan ailelerin yaşadığı mahallede oturmak, kimsenin aklının ucundan geçmezdi.
Bahar, onun ikinci adıydı. Alisa, ismini kullanmak kimliğini bir nebze olsun ortaya çıkartmak olacaktı. Okul kayıtlarında kendi ismi geçiyordu. Mahalle de Alisa isminin çok dikkat çekeceği duygusuna kapılarak böyle bir yol izlemişti. Mahallede herkes isminin Bahar olduğunu söylemişti. Yakın çevresindeki kişilere de Bahar demeleri için ikna etmişti. İsmini beğenmediğini annesinin zorla koyduğunu ve babasını dinlemediğini anlatmıştı.
Alisa, bakışlarını Jale'ye çevirdi. "Yok, dün abimle pazara çıkmıştık. Hani şu bizden bir saat uzaklıkta olan. Yani sahte bu.. Çakmasını yapmışlar. Oldukça ucuzdu.. Hoşuma gidince aldım."
"Ama daha onların çakmaları bile çıkmadı ki." Dedi Jale.
Jale’nin verdiği yanıtlar kızarmasına sebep oluyordu. Sözleri adeta onu dipsiz bir kuyuya itmişti. O kuyudan nasıl çıkacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. "Of ne bileyim kızım, çıkartmışlar işte."
"Gerçek gibi duruyor ama…" demişti ısrar ederek Jale.
"Çok beğendiysen sana vereyim."
"Yok, kızım saçmalama, tamam inandım. Bir ev kirası kadar pahalı olan ayakkabıyı bana verecek kadar mal olamazsın."
"Olursa neden vermeyeyim. Arkadaşımsın, elbette veririm."
Jale Alisa' ya sarıldığında, gülümsedi. "Canım arkadaşım benim… Ah nerede bizde o şans, ay sonunu zor getiriyoruz."
Alisa Jale'ye sarıldığında, suçluluk hissiyle gözlerini yere devirdi. Yedi ay kadar önce bu eve taşınırlarken, yolda karşılaşmışlardı ve o zamandan beri en yakın arkadaşıydı. Ona yalan söylüyor olmaktan utanç duyuyordu. Abisine olanlarla ilgili hiçbir şey söylemeyeceğine dair söz vermişti. Konuşamaz ve durumu anlatamazdı. Utançtan yerin dibine girmek istese de, bir yanı mutluydu.
Jale onu hiçbir şeyi yokken sadece arkadaşı olarak seviyordu. Çevresinde duran insanlar genellikle para olduğu için yanındaydı. Parasız ve herkes gibi bir hayat yaşamaya çalışmakta zorlansa da, insanları daha iyi anlayabiliyor ve empati kuruyordu. Zengin ve fakir ayrımı denen şey belki zenginlere göre yoktu; fakat ayrı dünyaların insanı olma konusu kesinlikle doğruydu.
Eski çevresinden biri en beğendiği çantaya binlerce lira verebilirken, burada oturan insanlar o parayla ev geçindiriyordu. Ya da heves için alarak ellerinde tuttukları en pahalı telefon, belki de onları üç ay geçindirirdi. Buraya ilk taşındığında mahallenin kötü olmasından korkmuş, eski ortamda daha güvende olduğunu düşünmüştü.
Burası her açıdan farklıydı. Bilinmeyen bir huzuru içinde barındırıyordu. Herkes işinde gücündeydi. Evin babaları çalışır, anneleri evi geçindirirdi ve hepsi çok iyi insanlardı. Özellikle mahallede olan çocukların annelerini görünce, Alp'in anne ve babalarına duyduğu kızgınlığı anlayabiliyordu. Okula giderken, çocuklarını kapıya kadar uğurlayan anneler, her sabah ortaya dökülen kuş sütü eksik ve bol çeşitli kahvaltıları sofralarından eksik olmazdı. Tüm bu geçim sıkıntısına rağmen oldukça cömert ve çocuklarına değer veren insanlardı.
En büyük zenginlik, gönül zenginliğinin olmasıydı. Şu an daha iyi anlıyordu. Jale'nin annesi de bunlardan birisiydi. Gerçekten aile yaşamları vardı ve bu imrenilesiydi. Kapıdan çıktığında arkasına uzanarak anahtarı aldı ve kapıyı kapatarak hızla kilitledi. Mahallede koşuşturan çocuklar, etraflarından geçtiğinde gülümsedi.
"Aynen öyle Jale. Ay sonunu zor getiriyoruz," dedi Alisa ve gözleri kırk metre kadar ileride olan köşe sokağın kenarındaki beyaz yıkık dökük harabe evin dibindeki siyahlığa takıldığında, beyni vücuduna şok dalgası gönderdi. Yüzünde siyah maske olan uzun boylu kişi kendisine doğru bakıyordu.
Dilinin kuruyarak damağına yapıştığını hissetti ve yutkunamadı. Ciğerleri havaya merhaba, hoş geldiniz derken dikenler battığını hissediyordu. Bakışlarını bir anlık Jale'ye kaçırmasının ardından tekrar oraya baktı. Lakin, maskeli yüz ortadan kaybolmuştu. Belki de zihninin kendisine oynadığı oyunlardan bir tanesiydi.
"Nereye bakıyorsun?" dedi Jale.
"Hiç…” dedi duraksayarak Alisa. “Birini gördüğümü sandım. Sanırım benzettim."
"Okula gitmeliyiz geç kalıyoruz."
"Haklısın."
Jalenin elinde tuttuğu kendi kekini aldığında, yavaşça ısırdı. Daha demin gördükleri hayal miydi, tam olarak emin değildi. Yüzünde iki gece önce maske olan şahsın üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Adımları yolda ilerken bir anda duraksadı. Geldiklerinden itibaren mahallede çalkalanan ünlü hırsız liseden birisi miydi? Bu havada hangi dengesiz gömlek giyerdi ki?
Ekim ayı olmasına rağmen, hava Ağustos gibi oldukça sıcaktı ve aklı olan bu havada tişört tarzı giyinirdi. Mahalleye bir yıldır dadanmış bir hırsız vardı. Bunu Jale'nin annesi anlatmıştı. Neredeyse bütün evlere girmiş ve ufak tefek şeyler çalıp kaçtığından bahsetmişti. Hiç kimse yakalayamamış, kim olduğunu çözmemişlerdi. Her seferinde bir şekilde ellerinden kurtuluyordu.
İki gece öncede kendi odasına davetsiz misafir olmuştu. Bıçağı ne kadar sert fırlattığını hatırladı. Korkudan bilinçsizce duvara saplamıştı. Anne ve babasını öldürmek isteyen ve kendisini defalarca kaçırmaya gelen adamların tekrar kaçırmaya teşebbüs ettiğini düşünerek fazlasıyla fevri davranmıştı. Yoksa sadece bir hırsız olduğunu bilseydi, koluna bu denli derin biçimde bıçak saplamazdı. Bazen korkudan gözü dönüyor, kendine engel olamıyordu. Geçmişini kaplayan büyük karanlıkla bir an önce hesaplaşmalı ve artık yüzleşmeliydi.