İNATÇI KIZIL

4246 Kelimeler
Ağustosun nefesi ciğerlere kor gibi doluyordu. Adana o gün yine kendi cehennemini kurmuştu; hava değil, ateşti. Pamuk tarlası göz alabildiğine uzanıyor, beyaz kozalardan yansıyan ışık gözleri kamaştırıyordu. Şirin, şalvarının paçalarına yapışan tozla, alnından süzülen terle kavrulmuş gibiydi. Boynundaki ince havluyu sıktı; sanki içinden su değil, ateş akıyordu. Havluyu yüzüne bastırıp bir anlık serinlik aradı ama nafile. Güneş, hiç acımadan tepelerinde patlıyordu. Başına bağladığı solgun renkli yazma, koruyucu olmaktan çok, pişen derisinin altında kalan son utanç parçası gibiydi. Elinde pamuk dolu torbayı sürüyordu toprağın üzerinde. Eğildikçe beli zonkluyor, kalktıkça gözleri kararıyordu. Susuzluktan dudakları çatlamıştı. Yutkunduğunda, boğazından kum geçiyormuş gibiydi. Bir yandan da kulaklarında yankılanan aynı ses: “Eliniz durmasın! Hadi, acele edin! Güneş batmadan şu sırayı bitireceksiniz!” Bağıran, köyün Tarlabaşı’ydı. Herkes ona Osman Ağa derdi. Elinde kamçı taşımazdı ama sesi kamçıdan betermiş derlerdi. Şirin, o sesi duymamak için başını daha da öne eğdi, pamuklara sığındı. Elleri pamukla dolarken aklından geçen tek şey, bugünün bitmesi, evin loş duvarlarına kaçabilmekti. Bir ara başını kaldırdı. Gözlerinin önündeki hava dalgalanıyordu, uzaklardaki traktör bile sıcaktan eriyormuş gibi titriyordu. Göğsü kalkıp inerken yorgun nefesi toprakla karışıyordu. Tarlanın öte ucunda Merve’nin başörtüsü rüzgârla savruldu. Şirin, kuzeninin yanaklarına yapışan teri gördü; ikisi de sessizce birbirlerine baktılar. “Dayan” der gibiydi o bakış. “Az kaldı.” Ama az kalmamıştı. Adana’nın ağustosunda zaman, sıcaktan eriyip akmazdı. Orada saatler, kavrulmuş pamuk gibi yavaş yavaş dökülürdü insanın ellerinden. “Kız elin neden durdu? İşinden mi olmak istiyorsun?” Yengesinin sesi, güneşin altında kamçı gibi patladı. Şirin elindeki pamuk torbasını daha hızlı doldurmaya başladı. Nefesi kısılmış, sırtı yanıyordu. Şirin’in parmak uçları acıyordu ama yine de hızlandı. Tırnaklarının arası toprakla dolmuştu, pamuklar bembeyaz değil, kirli beyazdı artık. Bir an başını kaldırıp uzaklardaki Merve’ye baktı. Kuzeninin omzuna düşen yazma kaymış, alnı güneşten kıpkırmızı olmuştu. “Yanımda olsaydı,” diye geçirdi içinden. “Bir iki laf etsek, şu saatler belki daha kolay geçerdi.” Sanki düşüncesi Merve’ye ulaşmış gibi, bir anda omzunun üzerinden ona baktı. Gözleriyle, dayan biraz der gibiydi. Sonra etrafı kolaçan edip, dikkat çekmeden sıranın öbür ucundan ona doğru yürüdü. Şirin’in kalbi hızlandı. “Niye geldin?” diye fısıldadı telaşla. “Osman Ağa seni yanımda görürse kızar.” Merve, elini beline dayayıp kısık bir kahkaha attı. “Osman Ağa burnundan soluyor, beni göremez.” Sonra başıyla uzakları işaret etti. “Baksana gelen adamlara. Cemşid Ağa’nın adamları… On dakikaya burada kavga çıkar.” Şirin dönüp bakacaktı ki, arkalarından yengelerinin sesi geldi. “Kız! Ne dönüp duruyorsunuz, işinize bakın!” İki kız da hemen önlerine döndü. Eller yine pamukların içinde ama artık ritim değişmişti. Arada bir eğilip kalkarken sessizce fısıldaşıyorlardı. Merve, dudaklarını büzüp homurdandı. “Bıktım yemin ederim, hayırlı bir kısmet bulsam da evlenip gitsem.” Şirin pamukları torbaya doldururken başını eğdi. “Evlenince çalışılmıyor mu Merve?” “Çalışmam ki. Sürekli hamile kalırsam, kim gönderir tarlaya? Kaynanam da olmazsa çocuklara kim bakacak? Mecbur kocam çalıştırmaz.” Şirin bir an durdu. Elindeki pamukları torbaya bıraktı, gözleri dalıp gitti. Bir baskıdan kaçıp başka bir baskıya sığınma fikri hiç iyi gelmedi ona. Yüreğinde sanki güneşten bile sıcak bir şey kabardı. İsyan gibi, sızı gibi. Ama söylemedi. Çünkü bu topraklarda kızların içinden geçen cümleler, çoğu zaman ağızlarından çıkmadan ölürdü. “Senin yüzünden oldu bu iş, Cemşid!” “Benim değil, senin adamın hırsız!” Adamların sesleri yankılandıkça, tarlada çalışanların başı birer birer kalktı. Pamuklar unutuldu, bakışlar aynı yöne döndü. Şirin’in gözleri kısıldı. “Merve,” dedi, alçak sesle. “Yine kavga ediyorlar galiba.” Merve kaşlarını çattı. “Ben demedim mi sana, on dakikaya çıkar diye?” Gerçekten de iki ailenin erkekleri, tarlanın ortasında birbirine girmiş gibiydi. Arada kürek sesleri, bağırışlar, kadın çığlıkları karışıyordu. Yengeleri Gülbahar, elini siper edip gözlerini kısarak baktı. “Yine başlamışlar,” diye söylendi. “Bunların sonu yok.” Kadınlardan bazıları işi bırakmış, dedikoduya başlamıştı. “Geçen yıl da aynı kavga çıkmıştı, değil mi?” “Cemşid Ağa’nın oğlu geçen sene bıçaklanmıştı, unuttun mu?” “Bu sene de kan çıkar, yaz bunu bir yere.” Şirin, elleri hâlâ pamukların arasında, eğilip kalkarken Merve’ye yanaştı. “Kız, biz niye burada duruyoruz?” dedi fısıltıyla. “Gidelim kavga büyümeden. Kimsenin bize zararı dokunmasın.” Merve tam başını kaldıracakken, yengelerinin sesi üstlerine düştü. “Eliniz durmasın. Yevmiyemiz çöp mü olsun? Çalıştık o kadar, hakkımızı alacağız!” Şirin’in dudakları titredi. “Ama yenge, ya buraya kadar gelirlerse?” “Siz işinize bakın, bizi ilgilendirmez kavga.” Merve içinden homurdandı, yine de torbayı çekti önüne. “Sanki bize altın verecekler, üç kuruş için ölürsek ölelim mi?” Şirin başını eğdi, elleri istemsiz çalışıyor ama aklı tarlanın ucundaydı. Oradan yükselen sesler gittikçe daha da çoğalıyordu. Birinin “Yeter!” diye bağırdığı duyuldu. Sonra bir itiş, ardından kürek şıngırtısı… Toprak kokusuna bu kez öfkenin keskin kokusu karıştı. Merve, göz ucuyla Şirin’e baktı. “Ben demiştim,” dedi. “Bu sefer kan çıkacak.” İlk itişme bir iki küfürle başladı, sonra birinin gömlek düğmesi çırpıldı, bir diğeri küreği yere fırlattı. Bunun üzerine tarlanın öbür ucundan kamyonların korna sesleri geldi. Demir arka kapılar inince, içlerinden sopalarla donanmış adamlar yağmur gibi yayıldı. Tarlanın düzü bir anda insan seline döndü; beyaz pamuklar ayak altında ezildi, yere saçıldı. Kadınlar panikle birbirine bakıp kaçış yolları aradı. Kimi çocukları kapıp koştu, kimi başörtüsünü iki eliyle sıkıca kavrayıp yere yığıldı. Bir kadın çığlığı, başka bir kadının nefesiyle birleşip daha keskin bir çığlığa dönüştü. Toprak, ayak sesleri ve söylenmelerle titreşti. Şirin, Merve’nin elini parmak uçlarıyla sıktı. “Gidelim,” dedi dudakları titreyerek. “Sağımızdan, solumuzdan geliyorlar.” Merve, onu biraz daha güçlü tuttu. İkisi de aynı anda sıyrılacak yol aradı; pamuk toplama torbaları omuzlarına asılı, ayakları kaygan toprakta tutunmaya çalışıyordu. Yanlarından bir adam geçti, sopanın sapı Şirin’in omzuna çarpıp kısa, acı bir yanma bıraktı. “Kaçalım Merve.” “Nasıl kaçacağız, baksana her yerdeler.” Yengeleri Gülbahar’ı gördü. Tarlanın kenarına doğru koşmuş, bir an tereddüt etti; yüzünde panik vardı. Birkaç adım daha attı, sonra döndü. Torbayı arkalarında bırakıp hızla uzaklaştı. Adımlarının hızlanması, geride bıraktığı iki genç kadının kalbinde bir bıçak gibi patladı. Şirin, onun kaçışını gördüğünde içi kaynadı; öfke ve yarım kalmış bir ihaneti aynı anda hissetti. “Bizi burada, şimdi!” diye bağırmak istedi ama sesi boğazında düğümlendi. Adamların arasından sıyrılmak imkânsızlaştı. Bir grup, tarlanın ortasında birbirine girmiş; birinin ceketinin arka cephesi yırtılmış, bir diğerinin yüzü kirle kaplanmıştı. Bir adam, küreğiyle havaya doğru salladı; metalin şakırtısı, güneşten bile keskin geldi. Şirin, Merve’nin belinden tutup onu arkaya çekmeye çalıştı ama ayakları toprakta takıldı. Tam o anda uzaklardan makineli bir uğultu, ardından gür bir düdük sesi geldi. Jandarma araçları toz bulutları arasında göründü. Üniformalı askerler kamyonlardan iner inmez kollarında tüfeklerle, emirler yağdırdı. Havaya birkaç el uyarı ateşi açıldı; kurşunlar toprağa saplanırken insanlar geriye doğru savruldu. Birkaç saniyeliğine her şey susar gibi oldu. Ama durmadılar. Sopalar hâlâ sallanıyor, omuzlarda hâlâ küskünlük vardı. Jandarmalar, kalabalığı iki yanına bölmeye çalıştı; “Çekilin! Çekilin!” diye bağırdılar. Birkaçı, tüfek dipçiğiyle ittirildi; elleriyle gözlerini kapatan kadınlar, daha da geriye savruldu. Bir iki asker, Şirin ile Merve’ye doğru geldi; kollarından sımsıkı tutup onları çekmeye başladılar. “Çekilin! Buradan uzaklaşın!” diye bağırdı biri. Nefes nefese, kalabalığın içinden zorlukla sıyrıldılar. Arkalarına bakmaya cesaret edemeden koştular; toz, topuklarından kalkıp yüzlerine vuruyordu. İkisinin de solukları tükenmiş, dudakları kavrulmuştu. Sesler arkada, uzak bir uğultuya dönüştüğünde, yorgunlukla en yakındaki taşa çöktüler. Göğüsleri inip kalkıyor, nefesleri toprağa karışıyordu. Dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslatsalar da içlerindeki yangını söndürmeye yetmiyordu. “Oy Şirin’im…” dedi Merve, elini dizlerine vurup başını iki yana sallayarak. “Öleceğiz burada. Ah o yengem yok mu? Bizi bırakıp nasıl kaçar?” Şirin, gözlerini kapatıp nefesini düzeltmeye çalıştı. Eli hâlâ göğsündeydi; kalbi, korkunun artçı sarsıntılarıyla atıyordu. Merve, kendi halsizliğini unutur gibi ona eğildi. “İyi misin?” dedi telaşla. “Su…” diye fısıldadı Şirin, dudakları zor kıpırdayarak. “Burada bulamayız,” dedi Merve, etrafa bakınarak. “Biraz daha dayan, ileride bir çeşme var. İstersen seni sırtıma alayım.” Şirin, yorgun bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. “Senin de halin kalmamış. Beni nasıl taşıyacaksın?” Merve’nin uzattığı eli tuttu. Birbirlerinden güç alarak kalktılar. Ayakları toprağa bata çıka yürürken, terleri yanaklarından tuz gibi akıyordu. Nihayet çeşmeye vardıklarında, paslı musluğu çevirdiler. Buz gibi su, gümüş sesle akmaya başlayınca ikisi de avuçlarını doldurup kana kana içti. Su boğazlarından geçerken sanki içlerindeki korkuyu da yıkıyordu. Ellerini, yüzlerini defalarca suya tuttular; boyunlarından aşağısı sırılsıklam oldu ama umurlarında değildi. O an sadece o suyun sesi, göğüslerindeki ateşi biraz olsun dindirmişti. Yoldan geçen bir traktörün arkasına binip köylerine geldiklerinde büyük tahta kapıyı açıp avlunun içine girdiler. Dedesiyle babaannesi avluda oturuyordu. “Ne oldu size? Üstünüzün başınızın hali ne?” diye sordu babaannesi, sesinde hem merak hem de kızgınlık vardı. Şirin, kuzeniyle birlikte minderin üzerine usulca oturdu. “Tarlada kavga çıktı, babaanne. Canımızı nasıl kurtaracağımızı bilemedik.” “Yengem bizi bırakıp kaçtı babaanne,” dedi Merve, gözlerini yere indirip dişlerini sıktı. “Kavga büyümeden ona gidelim dedim ama dinlemedi.” Şirin, Merve’nin elinin üstüne kendi elini koyup gözleriyle sus işareti verdi. Kuzeni öfkeyle kıvranıyordu, yüreği daha yüksek vuruyordu. Dedesi yaşının verdiği keskinlikle hafifçe homurdandı. “Kadın yaşlı halde, o kalabalığın arasından zor çıkmış. Dönüp sizi mi alsaydı bir de? Gidin mutfağa yemek hazırlayın. Bugün para getirmediniz eve, bari bir işe yarayın.” Kızlar, içinde isyan taşısa da itiraz etmedi. Sönük adımlarla eve yöneldiler. Salonun köşesinde oturan yengelerine kaşlarını çatarak baktılar. Merve’nin bakan gözleri düşmana bakar gibi soğuktu. “Ne bakıyorsunuz? Gidin yemek hazırlayın,” dedi yengeleri gözünü bile kırpmadan. Şirin doğruca yengesine yönelip, “Bizi bırakıp kaçtın,” dediğinde yengesi kaçamakça omuz silkerek cevap verdi. “Kaçmayıp da ne yapsaydım? Adamların arasında mı kalsaydım?” “Ölebilirdik, yenge,” diye fırladı Merve, sesi çatlamıştı. “Ölmediniz. Zırlamayın. Hadi kaybolun gözümün önünden.” Şirin, dudaklarını sıkıp yumruklarını avuçlarının içine bastırdı. Sözle dövüşmeye niyeti olmadığını bilse de bedeninin her hücresi isyan ediyordu. Sessizce odalarına çekildi. Merve peşinden, adımları hâlâ öfkeliydi. İkisi de kapı aralığından birbirine bakıp nefeslerini topladı. “Sakin ol,” dedi Şirin alçak bir sesle. “Onun her zamanki hali, biliyorsun.” Merve, saçlarını eliyle geriye attı; “Bıktım. Tahammül edemiyorum o kadına,” dedi, dudaklarında biriken kaç yıllık öfke görünüyordu. Şirin, tarlada giymiş oldukları kıyafetleri bir kenara atıp eşofmanını çekti üzerine. Kızıl saçlarını önce ördü, sonra serbest bıraktı; örerken parmakları titredi ama örü bitince sırtına düştüğünde kendi kendine daha sağlam durduğunu hissetti. Mutfağa girdiğinde, içinde hâlâ tarlanın tozu vardı. Ellerine su değdiğinde biraz olsun temizlendi ama ruhunun üzerindeki toz kolay kolay gitmeyecekti. Annesi geçen yıl vefat etmişti Şirin’in. Babası, daha annesinin kırkı çıkmadan başka bir kadınla evlenmişti. O günden beri babasına karşı içi nefretle doluydu. Bu evde kalmak istemiyordu ama gidecek hiçbir yeri yoktu. Yoksulluktan köyün dışına adım atamıyor, akşama kadar tarlada çalışıp kazandığı üç beş kuruşu da dedesi alıyordu. Merve’nin babası da dört yıl önce vefat etmişti. Annesi, bu evdeki baskılara dayanamayıp kaçıp gitmişti. O gidişin bedelini şimdi kızı ödüyordu. Şirin gibi o da eziliyordu bu evde. Diğer iki kuzenleri okullarına gidiyor, diledikleri gibi yaşarken Şirin’le Merve, bu evin yükünü sırtlayan, alın teriyle geçimini sağlayan iki sessiz emekçiydi. İki kuzen, içlerinde fırtınalarla yemekleri hazırladılar. Ne konuşacak hâlleri vardı ne de gülecek. Sofrayı avluya kurduklarında, herkesle birlikte yer sofrasına oturdular. “Bugün tarlada kavga çıkmış,” dedi Şirin’in babası, elindeki ekmeği bölerek. Şirin cevap vermedi. Başını bile kaldırmadı. “Evet abi, canımızı zor kurtardık,” diye atıldı yengesi, sesinde hem korku hem kendini övme telaşı vardı. Şirin’le Merve, birbirlerine kısa bir bakış atıp önlerine döndüler. Sessizlikleri, söylenen her sözden daha gürültülüydü. “Ben çıkardım kızları o kargaşanın içinden,” dedi yengeleri, yine kendine pay biçerek. “Bunlar sürekli kavga çıkarıyor. O tarlaya bir daha gitmeyin,” dedi Şirin’in babası. “Başka hangi tarlada çalışacaklar Süleyman? Bu köydeki tarlaların yarısı o iki aileye ait.” “Ölsün mü kızlar, baba?” dedi küçük amcaları. Dedeleri ayran bardağını sininin üstüne öyle sert bıraktı ki, metalin sesi havada yankılandı. “Evin geçimini nasıl sağlayacaksınız, söyle bakalım?” dedi, sesi tok ve öfkeliydi. “Kızların dilenmesine de izin vermiyorsunuz! Ne yapalım o zaman?” Merve’yle Şirin korkuyla birbirlerine baktılar. Gözbebekleri küçüldü, nefesleri daraldı. “Baba, saçmalıyorsun,” diyerek araya girdi diğer oğlu, İsmail. “Bu dilenme fikrini kim soktu aklına? İki genç kızı dilendirecek miyiz? Rahmetli kardeşim duysa kemikleri sızlar.” “Para lazım, İsmail,” dedi yaşlı adam, sesi bu kez daha sakin ama daha zehirliydi. “Siz de doğru dürüst çalışmıyorsunuz. Bunlardan başka kim ekmek getiriyor bu eve? Sen kazandığını çocuklarının okuluna harcıyorsun, Süleyman desen yeni karısının karnını zor doyuruyor. E, kim bakacak bu eve? Karında kazandığını eve getirmiyor!” Şirin’in eli sinideki ekmeği sıkmıştı. Avuçlarındaki hamur parmaklarından taşarken, gözü önündeki çatala takıldı. İçinden bir ses, kaldır ve sapla, diyordu. Ama saplamadı. Dişlerini sıktı, yutkundu. “Şaban’ın torunları ışıklarda dileniyormuş,” diye devam etti dedesi. “Oldukça da iyi kazanıyorlarmış. Bu ikisi de dilense ne olur?” “Hayır!” diye haykırdı Şirin. “Evden giderim, sokakta yatarım, yine de dilenmem!” “Evden gidip de ne yapacaksın? Kötü yola mı düşeceksin? Kim sahip çıkar sana?” Ayağa fırladı Şirin. Nefesini tutmuş gibiydi. Başını eğmiş oturan babasına baktı; içinde biriktirdiği nefreti yüzüne döküldü. Bir şey demedi, sadece arkasını dönüp hızla eve girdi. Merve hemen peşinden koştu. Odaya girdiklerinde ikisi de yatağın üstüne oturup birbirlerine sarıldılar. Ne ağlayabildiler ne konuşabildiler. İçlerindeki öfke, gözyaşlarına bile yol vermeyecek kadar büyüktü. Şirin, Merve’nin saçlarını yüzünden itip yana atarken derin bir nefes aldı. “Bir şekilde para biriktirip bu evden kaçacağız, tamam mı?” Merve’nin gözleri bir an parladı; sonra sertçe başını salladı. “Evet,” dedi kısa. “Kaçacağız.” Şirin, yatak örtüsünün altına doğru eğilip küçük bezi, bir iki bozuk lirayı ve cebindeki birkaç kuruşu çıkardı. Parçaları avucuna aldı; hepsi azdı ama ağırlığı büyükmüş gibi geldi. “Bundan sonra ne kazanırsak gizleyeceğiz onlardan,” diye fısıldadı. “Gerekirse yengemin çalıştığı tarlalarda çalışmayacağız.” “Peki nerede çalışacağız?” Şirin, paraları dikkatle bir kâğıda sardı, sonra mendiline sarıp yatak örtüsünün içine soktu. “Dilenip öyle mi biriktirsek para?” diye mırıldandı Merve, usul bir umutsuzlukla. “Hayır,” dedi Şirin, Merve’nin yanaklarına ellerini bastırırken. “Haram paraya bulaşmayacağız. Bir ay dişimizi sıkalım. Bir ay sonra elimize ne geçerse, gideceğiz.” Merve, gözlerini kapadı; düşünceleri hızla gelip geçti. “Bir ay,” dedi sonunda. “Söz mü?” “Söz,” diye yanıtladı Her ikisinin de elleri titredi ama bu kez titreme, korkunun ürünü değildi; yeni baştan dirilmiş bir cesaretin vuruntusuydu. O gece ikisi de yarı uykuda, yarı uyanık oturdu. Şirin, mendile sarılı bozuk paraya birkaç kez dokundu. Paranın sesi küçük bir umut tokmağı gibi kulaklarına çarptı. *** Ertesi gün, sabahın ilk ışıklarıyla yine tarlaya gittiler. Toprak hâlâ dünkü kavganın izini taşıyordu. Ezilmiş pamuk dalları, çamura bulanmış bez parçaları… Sıcak hava daha şimdiden içlerini kavurmaya başlamıştı. Tarlanın köşesinde jandarmalar bekliyordu. İki aileden de yaralılar vardı ama garip olan, hiçbirinin diğerinden şikâyetçi olmamasıydı. Sanki aralarında görünmez bir anlaşma yapılmış gibiydi; kan akmış ama ses çıkmamıştı. Şirin, pamuk toplarken arada bir arkasına dönüp askerlerin orada olup olmadığını kontrol etti. Her defasında kalbi biraz daha hızlı attı. Gözlerini önüne döndürdü ama içindeki tedirginlik dinmedi. “Önünüze dönün,” diye bağırdı Osman Ağa, kalın sesi tarlanın üstünde yankılandı. “Osman Ağa, dün alamadığımız parayı alacak mıyız?” diye sordu kadınlardan biri. Bu cümle, diğer kadınların da başlarını kaldırmasına neden oldu. “Alacaksınız,” dedi Osman Ağa sert bir sesle. “Hadi işinize, eliniz durmasın!” Kadınlar hemen başlarını eğip pamuklara döndüler. Öğlene doğru yemek molası verildi. Erkekler bir tarafa, kadınlar bir tarafa geçti. Şirin’le Merve her zamanki gibi ağacın altına oturdular. “Duydun mu?” dedi Merve, bir parça ekmeği elinde ufalarken. “Dünkü paramızı da vereceklermiş. Yengem bugün gelmedi, parayı aldığımızı ona söylemeyelim.” Şirin, yanında getirdiği domatesle salatalığı ikiye bölüp Merve’ye uzattı. “Diğer kadınlardan öğrenir. Söyleriz ama ne kadar aldığımızı söylemeyiz. Yarım verdi deriz.” Merve kıkırdadı. “Aklın zehir gibi çalışıyor kız.” Şirin gülümsedi. “He, okusaydım akıllı bir kız olacakmışım ama okuyamadım. Onun yerine bunla idare ediyoruz işte.” “Yok be!” dedi Merve kahkaha atarak. “Okusan senden öğretmen olurdu, biliyon mu?” “Yok,” dedi Şirin, hafif utanarak. “O kadar da değil.” Ağır bir motor sesi duyuldu. Kahkahaları birden sustu. Tarlanın önünde koyu yeşil bir askeri araç durdu. Toz bulutu arasında camın arkasında bir siluet belirdi. Kapı açıldı, yere önce bir bot indi, ardından ikinci. “Cihan komutan geldi,” dedi kadınlardan biri heyecanla. “Kız güzel miyim?” “Hele şuna bak, koskoca komutan sana mı bakar?” “Bakar tabii, yeni gelmiş bizim köye.” Kimdi bu komutan? Şirin’le Merve’nin bakışları aracın üzerindeydi. Boylu poslu, geniş omuzlu bir adamdı araçtan inen komutan. Üniforması güneşin altında parlıyor, bastığı yerde toz değil, ağırlık kalkıyordu. Yürürken sanki toprağın damarlarına kadar sesi işliyordu. Her adımında bir düzen, bir sertlik, bir ağırlık vardı. Saçları geceyi andıran bir siyahlıktaydı, ense kısmı tertemiz tıraşlıydı. Gözleri güneşte bile keskinliğini kaybetmeyen mavi tonundaydı; insanın içine işliyordu. Askerlerin yanına yürürken kimse konuşmadı, sadece ayak sesleri duyuldu. Cihan ellerini beline koydu, bir an tarlayı süzdü. Sıcak havayı bile susturur gibiydi. Sonra tok ve net bir sesle konuştu: “Adamlardan biri vefat etti. Bu tarladaki herkes evine dağıtılacak. Her an olay çıkabilir. Tekrar söylüyorum, kimse burada kalmayacak.” “Tamam komutanım.” Şirin, ağacın altından kalkmadan baktı ona. Cihan’ın gölgesi güneşle birleşip tarlanın toprağına düşmüştü. Adamın ağırlığı, kelimelerinden bile çoktu. Şirin’in boğazı düğümlendi, nedenini bilmeden gözlerini ondan ayıramadı. Jandarma, kalabalığa dönüp, “Evlerinize dağılın, güvenliğiniz için burada durmayın,” diye konuştu. Ama insanların içindeki öfke dinmemişti. “Yine paramızı alamayacak mıyız?” diye yükseldi bir kadın sesi. “Dün de alamadık, bugün de!” dedi bir diğeri. “Paramızı versinler, gidelim!” Şirin çantasına yiyecekleri yerleştirirken Merve’ye dönüp, “Kalk kız,” dedi. Sesinde hem korku hem öfke vardı. İkisi de askerlerin olduğu tarafa yöneldiler. Kalabalığın arasından geçerken omuzları birbirine sürtündü; toz, güneş ve terin kokusu etraflarını sardı. Askerlerden biri öne çıktı. “Paralarınızı daha sonra alırsınız, güvenliğiniz için evlerinize dağılmanız gerekiyor.” Orta yaşlı bir adam dayanamayıp bağırdı: “Komutanım, paralarımızı versinler öyle gidelim! Evde çoluk çocuk aç!” Bir diğeri ekledi: “He, onlar kavga ediyor diye biz neden hakkımızı almayalım?” Osman Ağa öfkeyle döndü. “Nankörler! Ne zaman hakkınız kaldı biz de?” Şirin’in yüzü bir anda karardı. Merve kolundan tutup geri çekmeye çalıştı ama dinlemedi. “Niye nankör olsunlar ki?” diye öne çıktı. “Biz hakkımız olanı istiyoruz. Aranızdaki husumet sürüyorsa bu bizim suçumuz değil. Verin paramızı, gidelim!” Osman Ağa bir kahkaha attı. “Çok mu çalıştınız da paranızı istiyorsunuz?” Şirin’in yüzü kızardı ama geri adım atmadı. “Az ya da çok fark etmez,” dedi. “Biz hakkımız olanı istiyoruz!” Cihan’ın gözleri ona döndü. Mavi gözleri Şirin’in yeşil gözleri çarpıştı; iki bakışın arasında ince bir kıvılcım belirdi. Cihan bir adım yaklaştı. Toz, botunun altında kıtırdadı. Güneşin altındaki üniforması terle karışmıştı ama yüzünde tek bir huzursuzluk yoktu. “Can güvenliğiniz için eve gidin.” Ne bağırıyordu ne de rica ediyordu. “Eğer burada kalırsanız zarar görürsünüz.” Şirin’in göğsü hızla inip kalktı. “Paramızı versinler komutan. Osman Ağa’da yevmiyelerimiz duruyor.” Cihan bir süre sustu. Gözleri Şirin’in yüzünde gezindi. Tozla kirlenmiş alnı, çatılmış kaşları, sinirle titreyen dudak kenarları… Kadının korkmadığını fark etti. Bu, alıştığı kadınların sessizliğine benzemiyordu. “Şimdi evlerinize dağılın,” dedi sonunda. “Akşama doğru herkesin parası dağıtılacak.” “Evimize mi gelecekler?” diye sordu Şirin, bir an bile gözünü ondan ayırmadan. “Evet.” Başını iki yana salladı. Eğer eve gelirlerse bütün parayı dedesi alırdı. “Hayır. Şimdi istiyorum paramı.” Cihan kaşlarını kaldırdı. “Eceline mi susadın? Canından kıymetli mi para?” “Evet,” dedi Şirin inatla. “Paramı versinler, gideceğim.” Cihan derin bir nefes aldı, bakışlarıyla onun inatçılığını tarttı. Sonra ellerini kemerinin tokasından çekip arkasını döndü. “Hasbin Allah…” diye mırıldandı. “Ne kadar bu hanımın yevmiyesi?” “Yarım gün çalıştı, bin lira.” “Sen gel hele,” dedi Cihan, araca doğru yürüyerek. Tarlanın sessizliği onun adımlarının ağırlığıyla doldu. Şirin bir an dondu kaldı. Herkesin bakışları üzerindeydi. Merve arkasından onu iterek, “Git kız, ne duruyorsun?” diyerek fısıldadı. Yutkundu, sonra askerin arkasından yürüdü. Cihan aracın kapısını açıp içeri girdi, torpido gözünden cüzdanını çıkardı. Bir banknot çıkarıp Şirin’e uzattı. “Al bunu.” Şirin geriye çekildi, yüzünde inatçı bir sertlik oluştu anında. “Ben dilenci değilim, komutan. Hakkım olanı istiyorum. Sizden para istemiyorum.” Cihan gözlerini kısmıştı. “Tamam al, ben senin paranı o adamdan alırım.” “Gerek yok,” dedi Şirin. “Senin paran sana kalsın. Benim paramı Osman Ağa’dan alırım.” “Aynı şey,” dedi Cihan, öfkeleniyordu. “Değil,” dedi Şirin, bir adım geriye çekilerek. “Koy cebine paranı.” Cihan’ın kaşları çatıldı ama dudaklarının kenarında belli belirsiz bir çizgi oluştu. Öfke mi, hayranlık mı, kendisi bile anlayamadı. Parayı cebine koydu, ardından kalabalığa dönüp tok bir sesle emir verdi: “Beş dakika içinde burayı boşaltın! Paranızı gün içinde alacaksınız.” Kalabalık dağılmaya başladığında Şirin hâlâ oradaydı; gözleri Cihan’ın üzerinden çekilmedi. Kalbinde garip bir sıcaklık ne korkuya benziyordu ne de güvene, başka bir şeydi. Cihan da dönüp son bir kez baktı; bakışı yalnızca bir saniye sürdü ama o bir saniye Şirin’in içinde bir ömür gibi yankılandı. Toprak tozuyla gökyüzü birleşirken, ikisi de birbirini artık unutamayacaklarını bilmeden, zıt yönlere yürüdüler. *** Şirin’le Merve on dakikadır çeşmenin başında oturuyorlardı; suyun ritmik şırıltısı, güneşin kavurduğu tenlerini biraz olsun unutmalarına yetmiyordu. Şirin, avuçlarını suya daldırıp yüzünü silmiş, sonra ellerini dizlerine dayayıp öne eğilmişti. Merve dizlerini kucağına çekmiş, kollarını göğsünde bağlayıp bekliyordu. Ayaklarını toprağın üzerinde sürtüyor, küçük taşları parmaklarının ucuyla itiyordu. “Ya geçmezlerse buradan?” dedi Merve en nihayetinde, sesi ince bir kılıç gibiydi; içinde hem korku hem sabırsızlık vardı. Kolları daha sıkı kenetlendi. Şirin başını kaldırıp uzağa baktı. Tarlanın yolu toz bulutlarına bulanmış, uzaktan bir kamyon iz bırakmıştı. “Asker geçecek dedi. Duymadın mı?” Merve, gözünü kıstı, dudağının kenarına sinen bir tebessümle hırıldadı. “Keşke askerin verdiği parayı alsaydın,” diye mırıldandı. “He ben de deliyim değil mi? Köyde adımı çıkarırlardı, ne alacağım ondan parayı?” “Ben olsam alırdım.” “İyi ki sen değilim o zaman,” diye karşılık verdi Şirin, dudaklarının kenarıyla hafifçe gülümsedi. On dakika daha sessizlik içinde geçti. Suyun sesi, uzaklardaki tavuk sesleri ve arada bir geçen traktörün uğultusu dışında bir şey çıkmadı. Merve aniden gerildi. “Hani on dakikadır ses de yok. Kavga çıksa duymaz mıydık?” diye sordu. “Ne bileyim ben? Gitsek mi tekrar tarlaya?” Merve başını hafifçe eğdi. “Yok, gidersek kızarlar,” diye mırıldandı. Şirin gözlerini Merve’nin yüzüne dikti. “Ama o paraya ihtiyacımız var, Merve. Bugün alamazsak, bir daha alamayız.” Merve, omuzlarını düşürdü. “Doğru diyorsun. Ama korkuyorum oraya gitmeye.” İleriden gelen komutanın aracını görünce ikisi de gerildi. Oturdukları taşın üstünde kıpırdandılar, dizlerinin altına sıkışmış toprağı parmak uçlarıyla eşelediler. “Bakma,” dedi Şirin, gözlerini yere indirip taşın üzerinde gezdirirken. Ama ne kadar bakmamaya çalışsalar da askeri araç önlerinde durdu. Kapı açıldı; önce postallar göründü, ardından güneşte parlayan üniforma. “Ne yapıyorsunuz burada?” Şirin, nefesini bırakıp başını kaldırdı. “Oturuyoruz komutan, bu da mı yasak? Sen niye durdun?” Aracın içindeki askerler hafifçe güldü. Cihan, kaşını kaldırıp çeşmenin başına geçti. “Yüzümü yıkayacağım,” dedi, çeşmeyi açarken. “Yasak mı?” Şirin omzunu silkti. “Yasak değildir herhâlde,” diye mırıldandı. Dudak kenarındaki inat çizgisi, Cihan’ın dikkatini çekti. Çeşmeyi açıp ellerini suyun altına sokarken arkasına döndü. “Paraları ben dağıtacağım,” dedi. “Sizinkini şimdi vereyim mi, yoksa evinize mi gelip teslim edeyim?” Şirin’le Merve apar topar oturdukları yerden kalktılar. “Osman Ağa neden dağıtmıyor?” diye sordu Şirin. “Osman Ağanız sorguya alındı,” dedi Cihan. “Bir süre dağıtamayacak. İsterseniz içeriden çıkmasını bekleyin.” “Yok,” dediler aynı anda. “Şimdi alalım paramızı.” Cihan iki kıza dikkatlice baktı. Bakışlarında bir karışım vardı; temkin, merak ve belli belirsiz bir hoşnutsuzluk. Aracın içinden iki bin lirayı alıp biner lira şeklinde ikisine verdi. “Bir süre o tarlada çalışmayın.” Şirin hemen atıldı. “Nedenmiş o?” “Dünden beri olanların farkında değil misiniz?” Omzunu silkti Şirin. “Yapacak bir şeyimiz yok. Ya orada çalışacağız ya da Cemşid Ağa’nın tarlasında.” Cihan’ın kaşları hafifçe çatıldı. “Başka yapacak işiniz yok mu?” “Var da biz yapmıyoruz,” dedi Şirin, dudaklarını bükerek. “Akşama kadar güneşin altında kavrulmakta zevk alıyoruz.” Aracın içindeki askerlerin gülüşmeleri dışarıya taştı. Cihan’ın başı bir anda onlara döndü, kaşları çatıldı. Gülüşmeler bu bakışla durdu anında. Sonra Şirin’e döndü. “Senin dilin epey uzunmuş. Bu dille iş bulman zaten zor olur.” “Sana ne benim dilimden, komutan?” diye karşılık verdi Şirin, bir adım geriye çekilerek. “Yürü gidelim, Merve.” Kuzeninin elinden tutup çekiştirdi, Cihan’ın yanından geçerken sert adımlarının toprağı ezdi. Cihan, onların uzaklaşan adımlarına bakarken dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. Kimdi bu hırçın kızıl? Sıcakla kavrulmuş bu köyde, bu kadar dik durabilen biri… Bir süre baktı onların ardından. Sonra suyun sesine karışan düşüncelerini sessizce cebine koydu ve araca bindi. Yeni tanıştığı görev arkadaşları onu meraklı gözlerle izliyordu. Turan direksiyon başında, bir yandan aynadan bakıyor, bir yandan çekingen bir sesle konuştu. “Komutanım, neden onlara para verdiniz?” Cihan, bakışlarını yola çevirdi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım belirdi. “Belli ki ihtiyaçları vardı, Turan.” “O kız parayı sizin kendi cebinizden verdiğinizi öğrenirse, karşınıza dikilir.” Cihan’ın gözleri aynaya yansıyan kendi yüzüne takıldı. Gözlerinin içinde o yeşil bakış hâlâ bir kıvılcım gibi yanıyordu. “Yerimiz yurdumuz belli, Turan. İstediği zaman karşıma gelebilir.” Araç kızların yanından geçerken Cihan gözlerini Şirin’in üzerinden çekip önüne döndü. Dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. “İnatçı kızıl çilli…” İlk bölümüzün sonu. Okurken neler hissettiniz, aralarında neler olacak dersiniz? Bence çok güzel şeyler olacak. Yorumlarınızla düşüncelerinizi yazarsanız mutlu olurum. İstagram hesabım: melekkas_hikayeleri ve melekkas_kitaplari_yedek Kesitleri bu hesapta paylaşacağım.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE