BİRİNCİ BÖLÜM

4057 Kelimeler
Ruhum iki duvar arasına sıkışmış, ne ileri gidebiliyordu ne de geri. Karabasan boğazıma yapışmış, nefes almamı engelliyordu. Azrail asasını sırtıma yaslamış, canımı almak için bekliyordu. Ölüyordum ama canım çıkmıyordu. Yok olmak isteyen çürümüş bedenime inat ruhum sıkı sıkı tutunuyordu tükenmiş bedenime. Ne canım bedenimden kendisini azat ediyor, ne de acım azalıyordu. Ölüm yakın gibi gözüküyordu lakin uzaktı benim için. Daha fazla acı çekeceksin diye kulağıma fısıldayan ses şeytanın dilinden dökülüyordu. Tıpkı onun gibi kaçmak istiyorum kaçamıyordum. Çok sevdiğim lacivert halımın üzerinde acıdan kıvranırken bir Allah'ın kulu sesimi duyup odama gelmiyordu. Bedenim regl sancısı çekerken, ruhum yalnız olmanın acısını çekiyordu. Elimi halının üzerine bastırıp doğrulduğumda gözlerimi kapadım. Bahçeden gelen kahkaha sesleri, babamın kalın sesi odamın içini inletiyordu. Hepsi mutluydu, hepsi karakaşlı, kara gözlü kızlarının varlığından bir haber dünyalarında mutlulardı. Avşin kimdi ki? Son umut diyerek erkek olmak için yapılan bir bebekti. Onların bir işe yaramayan kız çocuğuydu. Karnı ağrıdığı için öğlen işten erken gelmiş, akşama kadar odasından çıkmamış, bir lokma bile kursağından geçmemiş bir kızdı. O, ne babasının ne de annesinin göz bebeğiydi. O, kekeme olan, babasına göre bir halta yaramayan kız çocuğuydu. Onlara göre! Yataktan destek alarak zorla ayağa kalktım. Ölsem cenazemi koktuktan sonra fark edecek olan aileme karşı dik duruşumu göstermek için elimi karnımın üzerinden çekip odamdan çıktım. Karanlık holde mutfağa doğru adım atarken bir ışığa ihtiyacım vardı. Yürüdüğüm dar ve küflü yolda benimle adım atıp, benimle her zorluğa göğüs gerecek bir dosta, sevgiliye ihtiyacım vardı. Birazcık da olsa sanırım sevilmeye ihtiyacım vardı. Mutfağın ışığını yakıp ocağın üstünde duran çaydanlığı kontrol ettim. Hâlâ sıcak olduğu için rahatlayıp azalmış suyu bardağa döktüm. Şekerli ılık su karnıma iyi geliyordu. Bu gece biraz da olsa rahat bir uykuya yorgun bedenimi teslim etmek istiyordum. Mutfağın aralık penceresini sonuna kadar açıp bardağı iki dudağımın arasına aldım. Şekerli su mideme doğru yol alırken, evin arkasından gelen seslere ister istemez kulak verdim. "Gebertirim," diyordu biri. Sesi algılamak için pencereye biraz daha yaklaştığımda, "Kimse benim mahallemde uyuşturucu satamaz," diyen sesi tanıdım. Kalın, yeri geldi mi buz gibi olan ses Akın'a aitti. Büyük bir ihtimal Erhan abimle konuşuyordu. Genelde bizim evin arkasına geldiğinde ikisi gizli saklı konuşurdu. Bazen isteyerek bazen de istemeyerek onları dinlemiş olurdum. Tıpkı şu an olduğu gibi. "Oğlum, ben izin verir miyim sanıyorsun? Bacım var lan iki tane benim, bu mahalleye yabancı insan sokanı sokağın ortasına gömerim." "Gözünü açacaksın Erhan, gömmekle olmuyor o işler. Durum o noktaya geldiğinde bu mahallede taş üstüne taş kalmaz biliyorsun," diyen Akın yine emredici ses tonuyla Erhan abimi bastırıyordu. Çocukluğumuzdan beri aynı mahallede büyümemize rağmen dört ay öncesine kadar onun varlığından doğru düzgün haberim olmamıştı. Dört aydır nereye baksam her yerde o vardı. Sabah uyandığımda pencereden bakarken kendi evinin penceresinde, işe giderken karşı kaldırımda, pazarda önümde, bakkalda arkamda, nefes aldığım her yerde vardı. Sürekli peşimde olmasından rahatsız oluyordum, sözlü bir atıfta bulunmadığı için mümkün olduğunca ondan uzak durmaya çalışıyordum. "Oğlum Baran on yıl yer diyorlar, bu herifler onun yokluğunu fırsat bilip adamlarını üzerimize salacaklar, yarın Ramazanın ilk günü, iftar yemeği verilecek biliyorsun mahallede. Yarın gece bu mahalle karışmazsa bundan sonra bir halt olmaz." On yıl! Neredeyse dört ay geçmişti onun gidişinin ardından. Bazen minibüse bindiğim zaman şoför koltuğunda gözlerim onu arıyordu. Her zaman oturduğu yerde başka birinin oturduğunu görünce kalbimin ortasında sızı oluşuyordu. Yokluğu niye bu kadar acıtıyor ki? Hâlâ endişeyle konuşan Erhan abimin ses tonu an be an yükseliyordu. Bu kadar korktuysa bu sefer mahallenin başı büyük beladaydı. "Gelecekleri varsa görecekleri de var," diyen Akın, korkusuz ve kendinden emin sesiyle kimse mahalleme dokunamaz der gibiydi. Ilık suyu içmeye devam ederken mutfağa giren anneme çevirdim bakışlarımı. Kısa bir süre beni süzüp elindeki çay bardağını gri tezgâhın üstüne bıraktı. Çaydanlığın altındaki suyu kontrol ederken, "Ah Avşin," diyerek çaydanlığı ocağın üzerine bıraktı. "Sıkıntı ne?" derken başımı yana eğip onun telaşlı halini kaşlarım yukarıda izledim. Bazen verdiği tepkiler abartılı olduğu için kendimi strese sokup geriliyordum. Biliyorum ki ona göre büyük olan sıkıntı bana göre normal bir şeydi. "Sıcak suyu sen mi aldın?" Gözlerini elimdeki bardağa çevirip benim cevabımı beklemeden, "Sen almışsın," dedi parmaklarını alnına sürterek. "Baban bir bardak çay istedi, şimdi su kalmadı dersem kızacak." Cam olan oval şeklindeki bardağı avuçlarımın arasında yuvarlarken annemin ciddi olup olmadığını çözmeye çalışıyordum. Ne yani, artık bu evde sıcak su da mı içemeyecektim? "Yanlış anlama kızım, babanın huyunu biliyorsun. Bağırıp çağırıyor akşam akşam huzurumuz kaçmasın diye öyle dedim." Hangi huzurdan bahsediyor acaba? Sabah akşam babamın küfürleriyle inleyen kasvetli ev ne zaman huzura kavuşmuş ki? Hiçbir zaman bu ev dört kıza yuva olamamış hücreden başka bir şey değilken, bir kız için mezardı. Günahlarının kefaretini çekeceğin kabirdi. İkindi ezanı okunduğunda cezanın biraz olsun azaldığı, ezan bitti mi şiddetle başladığı karanlık bir mezardı. Işığın doğmadığı, doğmayacağını bile bile yaşadığın bir evdi! "Farkında mısın?" dedim tek tek konuşarak. "Ben," diyerek bardağı tezgâhın üstüne bıraktım. Çenem tek kelimeyi dudaklarımın arasından çıkarmak için titrerken gözlerimi kapatıp açtım. "Ben," dedim elim göğsümün üstünde. "Öğlen geldim eve, karnım ağrıdığı için erkenden uyudum. Ve bu saate kadar tek lokma yemedim. Sen anne, bir kere odama gelip kızım neyin var dedin mi? Demedin. Kızımın karnı açtır ona bir tabak yemek götüreyim dedin mi, demedin. Ama sen, sadece bir bardak su aldığı için kızına onun hesabını sordun. Sağ ol anne, su mideme oturdu. Karnım ve midem bu gece beni oldukça zorlayacak." Ruhumu söylemiyorum bile… Mahcup bakışlarını pencereye çevirdiğinde tezgâhın üstündeki bardağı yıkadım. "Biliyorsun yarın Ramazanın ilk günü, kadınlarla hazırlık yaparken saatin hızlı geçtiğini fark etmemişim. Eve geldiğimde babana yemek, çay vereceğim derken akşam oldu." Ellerimi mutfak havlusuna kurulayıp onu yerine astım. Annemin kötü biri olduğunu düşünmüyorum. Babamın korkusundan böyle davrandığını biliyorum. O hep babamın karşısında el pençe olmuş bir kadındı. Sanki suç onunmuş gibi erkek çocuk doğurmadığı için babama karşı mahcup hissediyordu. O, ne yaparsa kocam diyerek kabul ediyordu. Beş kızının en büyüğü evlenip gittiğinde sadece ayda bir kere buraya geliyordu, bazen aylarca gelmiyordu. Neden diye sorgulamıyordu annem, kocası göndermek istemiyor diyorsa onun için iş bitiyordu. Ona göre erkek kadından her zaman üstündü. Çalışıp eve bakıyorsa kadın ona hizmet etmek zorundaydı. Diğer ablalarım evlenip gittiklerinde bu kız kekeme, bunu kimse almaz diyerek yengeme alttan alttan bana eli ayağı tutmayan birini bulmasını söyleyen bir kadındı. Kötülükten değil, ben ölürsem bu kız bu adamla bu evde yapamaz dediğinden. Evlenen insanların tümü mutlu olduğu için benim kocaya gitmemin en doğru karar olduğunu düşünüyordu. Sanki mutluydular da… Bir şey demiyordum, diyemiyordum. Böyle görmüş böyle yaşamıştı. Elli beş yaşındaki kadının düşüncelerini bu saatten sonra kimse değiştiremezdi. Kocayı kurtuluş yolu olarak gören annem, maalesef on beş yaşından beri kocasının elinde acı çeken bir kadındı. Keşke bir kere gerçekten mutlu olsaydı, belki şu an yaşamının boş olduğunu anlardı. Gerçekten özgürce nefes alsaydı, bir kere bile yaşasaydı keşke. Gözlerinin dolmasına kıyamadığım için boynuna sarılıp yanağını öptüm. "Ağlama, sen üzülünce canım acıyor. Bir tek sen öpünce geçecek bir acı oluşuyor kalbimde." Göğsümü öpüp gözyaşlarını sildiğinde, "Geçti mi?" dedi dudakları titrerken. "Geçti, sen öpünce bütün acılarım geçti." "Oho, biz çay bekleyelim kadın kekeme kızıyla sohbete dalmış. Yahu kadın sana demedim mi bu kızla konuşacağın zaman benim evde olmadığım zamanı seç diye. Bir saatte derdini anlatamıyor, onun yüzünden başım şişiyor. Bak sen bununla sohbete daldın benim çayımı unuttun. Bir halta yaramıyorsun, Azize." "Hemen yeni çay demlerim," diyen annemin eli ayağı birbirine karışırken gözlerimi babamın nefretle bakan gözlerinin üzerinden çekmeden mutfağın çıkışına ilerledim. "Ne bakıyorsun lan? Oymayayım kara gözlerini, önüne dön!" Cevap vermeden yanından geçip bana ait olan odaya doğru ilerledim. Annem elimden tutsa bu evde bir saniye durmazdım. Onu geride bırakıp gidemiyordum. Vicdanım göğsümün üzerine iyice yerleştiğinde kapıyı kapatıp pencerenin önünde bana gülümseyen kupa bardağına tebessüm ettim. Dumanı tüten sıcak çayı bir süre incelediğimde kupa bardağını elime almadan başımı dışarı uzattım. Köşeyi dönen Akın'la göz göze geldiğimizde başını eğip kaldırdı. Bu ona göre afiyet olsun demekti. Bu gece yeni bir şey daha öğrendim Robin Hood, Akın Durmaz'dı. *** Sabahın erken saatleri olmasına rağmen güneş ortalığı ısıtmıştı. Sanki bir anda ağustos ayına gelmişiz gibi sıcaktan durulmuyordu dışarıda. Klimanın ayarını yükseltip ayağa kalktım. İki gündür dükkâna gelmeyen Zeliha'yı merak ediyordum. Normalde gelmediği zaman mutlaka arar, bir rahatsızlığı varsa haber verirdi. İki gündür onu aramama rağmen bana dönüş yapmaması açıkçası kuşkulandırıyordu beni. Çocukluk arkadaşımın bir anda haber vermeden yok olması açıkçası huzursuz hissettiriyordu. Her anında yanında olan biri yavaş yavaş kendini senden çekiyorsa ortada büyük bir sorun var demekti. Zeliha benim manevi kardeşimdi. Onun üzgün olmasına üzülürken oturduğum yerden kalkıp raflardaki ipleri düzelttim. Küçük dükkânım vardı ama bana yetiyordu. Buradan kazandığım parayı kenara ayırabiliyor, geleceğim için hazırlık yapıyordum. O evde daha ne kadar kalacağımı bilmediğim için ailemden gizli gizli para saklıyordum. Gülümsedim. Hayatıma, yaşantıma, kaderime sadece gülümsedim… Yirmi iki yaşında, hep itilen biri olmama rağmen bu zamana kadar güçlü durmayı başardığım için kendimle gurur duyuyorum. Babamın engelli kızı olduğum için gocunmadım. Ona göre kekeme olduğum için vebalıydım. Hiç üzülmedim, çünkü babamın bana olan tutumu her zaman ayaklarımın üzerinde güçlü durmamı sağladı. Ağlayarak yorganımın altına saklanmadım. Ablamların ayarladığı görücü usulü evlilik için görüşmelere gitmedim. İyi ki diyorum, iyi ki ayaklarım yere sağlam basıyor. En dibe battığımda güçlü ayaklarım beni en yükseğe çıkarıyordu. Elbirliğiyle tükenmek üzere olan ruhuma güç veriyordu. Pes etme, pes etme dedikçe bastığım yerin sağlamlığına emin oluyordum. Beş yaşında güçlü olmayı öğrenen küçük bir kız çocuğu vardı o koca adamın. Ne yaparsa yapsın korkup asla saklanmazdı. Korkularının üzerine gider, bildiğini okumaya devam ederdi. İpleri düzenledikten sonra açılan kapıya başımı çevirdim. İçeri giren Akın’ın üzerinden bakışlarımı ağır ağır yukarı çıkarırken göz göze gelince boğazım kurumuş gibi yutkundum. Parmaklarımın arasında olan ipi sıkarken kapıyı açık bırakan adam sert, dik duruşuyla bana doğru yürümeye başladı. Bacaklarını saran siyah kot pantolonu, kaslı göğsünü saran buz mavisi gömleği ikinci bir deri gibi tenine yapışmıştı âdeta. Gözlerim üzerinde fazla oyalandığı için kendime gelip gözlerine çevirdim bakışlarımı. Küçük bir dükkânın içinde onunla yalnız olmak huzursuz hissettirdi. "Merhaba," dedi tok sesiyle. Başımı öne doğru eğip, "Merhaba," dedim zorla. Konuşması için beklerken gözlerini kısa bir süre sarı elbisemin üstünde gezdirip dudağını araladı. "İp alacaktım," dediğinde kaşlarım havalandı. Şaşırdığımı anlamış olacak ki gergin dudakları iki yana kıvrıldı. "Annem için," dedi beyaz dişlerini gözlerimin önüne sererek. "Kaç numara?" dedim yine bir iki saniye zorlanarak. Karşısında kekelediğim için geriliyordum ama bunu sorun etmiyordu. Yüzünü asmadan beni dinliyordu. Gözlerini asla kaçırmıyordu. Tekrar, "Kaç numara?" dediğimde, "İpin numarası mı olur?" diye mırıldandı kalın dudaklarının arasından. Bedenimi geri çekip yüzüne bakmaya devam ederken elini ensesine götürüp, "Hay aksi," deyip başını yana eğdi. "Numara işini ayarlayamadım." "Anlamadım," dedim onun aksine ciddi ifademle. "Boş ver, bir dahakine numarayı öğrenip öyle gelirim. Kolay gelsin." Geri geri adım atıp kapının yanına gittiğinde kapının kolunu tutup dışarı çıktı. Üzerime kapanan kapının arkasından bakarken kaşlarım çatıldı. Bu adam deli miydi? Avare gibi hareketleri vardı. Başımı iki yana sallayıp işimin başına döndüm. Onu düşünüp işlerimi aksatamazdım. Akşam mahallede iftar yemeği verileceği için eve erken gidip tatlı yapacaktım daha. Bütün gün oturduğum yerde bebekleri yaparken vaktin nasıl geçtiğini fark etmemişim. Saatin altıya yaklaştığını görünce telaş yapıp oturduğum yerden kalktım. Daha tatlı yapacaktım. Geç kaldığım için kesin annem tarafından azar işitecektim. Sana çalışma demiyor muyum, kadın kısmı evinde oturup yemek, temizlik yapar diye nutuklarını dinleyecektim. Çantamı alıp sırtıma geçirdim. Dükkânın kapısını kapatırken havanın biraz da olsa serinlemesi sıcaktan bunalmış bedenime iyi geldi. Ayaklarımı evimin sokağına çevirdim. Mahallenin gençleri dar sokağa masaları diziyorlardı. Her sene olduğu gibi Ramazanın ilk günü bütün komşularla birlikte iftar yapardık. Bu artık gelenek haline gelmişti. Dargın olanlar bugün barışır, Ramazanın önemini bilenler asla bu ay dedikodu, kavga etmezdi. Gerçi mahallemde kavga eksik olmasa da dedikodu yapan pek kadın yoktu açıkçası. Mahallenin gençleri bizim çocuklarımız diyerek kol kanat geren yaşlı tayfamız vardı. Bu tayfanın başını çeken babam bana göstermediği sevgisini mahalledeki bütün çocuklara gösteriyordu. Özellikle erkek çocuklarına. Ona göre erkek güç demekti ve beş kızı olduğu için kendini bizim yüzümüzden güçsüz hissederdi. Bu yüzden mahalledeki erkek çocuklarına her akşam şeker, meyve suyu alıp dağıtır, onlar top oynarken kapının önüne çıkarak kaldırımdan izlerdi. Komşumuz olan Hüseyin amca, Akın'ın babası. ‘Evladın kızı erkeği olmaz Rüstem,’ dediğinde, ‘Senin oğlun var Hüseyin boş konuşma,’ derdi. Herkes bilirdi onun kız çocuklarını sevmediğini, özellikle bizi. Ortanca ablam Hayriye on yedi yaşında evlendiğinde bütün mahalle karşı çıkıp onun evlenmemesi için babama baskı uygulamışlardı. Kız kendi istiyor sizi ilgilendiren bir durum yok diyen babam insanların söylediklerini umursamamış ablamın evlenmesine izin vermişti. O zamandan beri aslında herkes ona tavırlıydı. Görmüyordu kuytu ve karanlık bir kuyunun içinde yok olduğunu. Etrafındaki insanlar beyaz kanatlar takarak onun yanından birer birer ayrılırken o dibi cehennem olan kuyuya ağır ağır ilerliyordu. Sokağa girdiğimde gözüme ilk çarpan mavi gömleğinin kollarını kıvıran Akın oldu. Bu aralar ona baktığım zaman damarlarımın gerildiğini fark ediyorum. Normalde dikkatimi çekmeyen adam şimdi sakin hayatımın merkezi olmuş gibi her yerde dikkatimi çekiyordu. Bu hoş bir şey değildi, onu görünce huzursuz ve tedirgin oluyordum Aslında oturup konuşmuşluğumuz yok, yan yana gelip oturmuşluğumuz yok. Birbirimize bu kadar uzakken neden şimdi birbirine koşan beyaz atla siyah at gibiydik. Koca çayırda sadece o ve ben vardım. Atlarımız burunlarından soluyarak birbirine koşarken o bana gelmek için can atıyor ben ondan kaçmak için fırsat kolluyordum. "Ulan Ramazan ayındayız küfrettirmeyin beni," diyerek arkadaşı Kenan'ın omuzuna vururken göz göze geldik. Omuzlarını dikleştirip elini dağınık kahverengi saçlarının arasına daldırdı. Gözleri uçuşan eteğimin üzerinde kısa bir süre dolaştığında kaşlarının ortasında çukur oluştu. Kendini mi kasıyordu o? Ellerinin ve kollarının üzerinde yeşil mavi damarları gerilmişti. Kumral teninden dışarı fırlayacaktı sanki. "Ulan Ramazanda karıya da gidemeyeceğiz," diyen Kenan'ın sesiyle düşüncelerimden irkilip adımlarımı biraz daha hızlandırdım. İğrenç! "Senin dilini s... tövbe Allah'ım," diyerek elini Kenan'ın ensesine geçiren Akın aşırı sinirli hareketler gösteriyordu. Yüzüne bakmadan ilerlerken, "Benim ne zaman kadına gittiğimi gördün?" dedi dişleri arasından. Elinden gelse Kenan'ın canını alacaktı önümde. "Şaka yaptım abi." "Ağzına ayar ver fena olacak," derken sesi kulaklarıma daha çok yansıdı. Yanından geçerken çıplak kolu koluma sürtünürken başımı ona çevirdim. Gözlerini kısmış birbirimize kısa sürede temas eden kollarımıza bakıyordu. Bu, bunu bilerek mi yapmıştı? O koluma bakarken adımlarımı hızlandırıp eve doğru yürüdüm. Koluma değen kolunun izini silmek adına hızlı bir şekilde elimi kolumun üzerinde gezdirdim. Midem bulanmıştı ve ben bir an önce eve gitmek istiyordum Bahçeye girdiğim an gözlerini üzerime diken adamdan kaçmak için öne doğru atıldım. "Para bırak masaya." Yanağımın içini ısırıp, "Para yok," dedim can çekişerek. "Yalan konuşma. Akşama kadar dükkâna giren çıkan insanların sayısı yok. Düşün sayamıyorum kaç kadının girdiğini. Hepsinin eli dolu çıktığına göre para kazanmaman imkânsız. Dökül şuraya." Bir insan öldüğünde kalbim sızlıyor. Bu insan tanımadığım kişi bile olsa kalbimin bir köşesi ister istemez acıyor. Karşımda duran adam ölse acı çekmeyeceğimi düşünüyorum. Onun buz gibi olmuş bedenini toprağın altına koyarken gözümden bir damla yaş akmayacağını düşünüyorum. Nefret kalbimi avuçları arasına almış, babam olan adamdan iğrenmemi sağlıyordu. Yumruk olmuş elimi kalçama getirip sıkarken, "Para yok," dedim çenemi titreterek. Açık ağzı, atletini göbeğinin üstüne kadar çekmiş, parmağı göbek deliğinin içinde gezen adamın üstüne kusmamak için geri adım attım. "O para yarın gelecek." Cevap vermeden arkamı dönüp eve girdim. O para yarın sana gelmeyecek. Mutfakta yemek hazırlayan annemin yanına uğramadan önce banyoya girip elimi yüzümü soğuk suyla yıkadım. Dört mevsimden en sevdiğim ay kış ayıydı. Yazın sıcaktan bunaldığım için neredeyse suyun altında yaşıyordum üç ay boyunca. Keşke kış hiç bitmese. Havluyla ellerimi kurulayıp mutfağa annemin yanına gittim. Benden önce başlamış tatlıyı yapmaya. "Kolay gelsin," diyerek hazırladığı iki tepsiyi kontrol ettim. "Kusura bakma işe daldım yetişemedim." "Artık çalışmana gerek yok kızım." Kavisli kaşlarımı kaldırıp tatlının kuru olan kısımlarına şerbeti döktüm. "Neden çalışmama gerek yok?" "Hüseyin amcan babanla konuşmuş bugün, Akın seni seviyormuş. Hayırlısıyla gelip isteyelim demiş." Elimdeki kaşık tepsinin içine düşerken annem, “Dikkat et," diyerek tatlının üzerindeki kaşığı alıp lavabonun içine koydu. Yüzüne boş boş bakmaya devam ettiğim için bu halim sinirini bozmuş olacak ki, "Ne bakıyorsun öyle?" dedi başını iki yana sallayarak. "Şaka mı yapıyorsun?" Alnındaki teri beze silip, "Ciddiyim," dediğinde ayak parmak uçlarımdan başlayarak yukarı doğru sinir bedenimi el geçirdi. "Evlenmeyeceğim." "Delinin zoruna bak. Akın gibi bir adam seni seviyor, çakı gibi delikanlıyı istemiyor. Valla bu sefer yaptığın şımarıklık Avşin. Çocuğun gözü senden başka kimseyi görmüyormuş. Yemek yemiyormuş pencereden seni izleyeceğim diye." "Bana ne anne!" diye bağırdığımda kolumu cimcikleyip, "Bağırma," dedi mutfağın camını hızla kapatarak. "Kız ondan iyisini mi bulacaksın? Seviyormuş işte seni." "Ben sevmiyorum," dedim sinirle. Eminim kendimi sıktığım için yanaklarım kıpkırmızı olmuştu. Böyle bir şey nasıl olurdu? Tamam, az çok tahmin ediyordum, adım attığım her yerde onu görmek ister istemez aklımda bir şeylerin gün yüzüne çıkmasını sağlıyordu. Basit bir hoşlanma olduğunu düşündüğüm şey nasıl sevmek olabilirdi? Bu adam madem beni seviyordu duygularını bana açmadan babasını nasıl evime gönderirdi? Az önce ona baktığımda midem bulanmıştı şimdi ise içim öfkeyle doldu. Yaptığı hoş değildi, ailemi tanıdığı halde emrivaki yapması oyunbozanlıktı. Babamın huyunu bildiği için böyle bir şeyi benden habersiz yaptığı için ondan nefret ettim şu an. "Öldürecek gibi ne bakıyorsun kız? Baban pazar günü çağıracak onları, Hüseyin gibi kıymetli bir adama kız vereceğim diyor bak laf söyleme de aranız kötü olmasın." Sırıtıp, "Aramız kötü olmasın mı?" dedim başımı omzuma doğru eğerek. Hiçbir zaman aramızın iyi olmadığı adamla aramız bozulmasın diye sessiz mi olacaktım ben şimdi? Asla! Asla ona karşı boyun eğmem. Evlenmek istemiyorum, hele ki arkamdan iş çeviren adamla asla! "Bu iş olmayacak," dedim başımı dik tutarak. "Söyle onlara gelmesinler." Annemin konuşmasına fırsat vermeden mutfaktan çıkıp odama girdim. Kapıyı kilitleyip öfkeyle saçlarımı karıştırırken ayağımı yatağa geçirdim. Evlenmezdim, evlenemezdim. Henüz yirmi iki yaşındayım, işimde büyüyecek kendi ayaklarımın üzerinde duracağım. Bir eşe ihtiyacım yok, beni kollayacak bir erkeğe ihtiyacım yok. Asla evlenmeyeceğim! Göğsümden feryat eden hıçkırık dudaklarımın arasından serbest kalırken yumruğumu sıkışan göğsümün üstüne vurdum. Lanet olsun! Babam beni zorlayacaktı, belki dövecek evlenmem için baskı yapacaktı. Bu durumu bana yaşattığın için de senden nefret ediyorum Akın. Sanki babamın huyunu bilmiyormuş gibi nasıl böyle bir şey yaparsın? Dizlerimin üzerine oturup elimi dudaklarıma bastırdım. Yirmi iki yıllık hayatımın en yakıcı gözyaşlarını hıçkırarak dökerken sol elimi yere vurdum defalarca. Bu hayat benimdi, kimsenin hayatıma karışmasını istemiyorum. Ruhum yalnızdı, bıraksınlar bedenimde yalnız kalsın. Karnımın ortasına bıçağı ağır ağır sokuyorlardı. Dışarı kanın akmasına izin vermeden her ete saplanan sivri bıçakta delinen yer sızlıyordu. Deliğin etrafına toplanan zehirli kan dışarı doğru boşaldığında acım da azalacaktı. Kan asit gibi yaranın etrafını yakarken zehri ruhuma bulaşıyordu. Bitmedi mi çektiğim diyemediği için boynunu eğmiş ona gelen acıyı çekmeye razı geliyordu. "Avşin, çık şu odadan." Annelerin sesi çocuklarına ninni gibi gelir diyenler benim annemin bana sesleniş tarzını biliyorlar mıydı? Bilmiyorlardı bence bilseler her anne için söylemezlerdi o sözü. On dakikadır kapıyı parçalayacak gibi vuran annem dilinin ucundaki nefret sözcüklerini acımadan söylüyordu. "On dakika sonra ezan okunacak, kız millet bizi bekliyor kalksana." Her zaman bedenimi misafir eden halının üzerinden kalkıp aynanın karşısında saçlarımı düzelttim. Güçlü maskemi takınıp kalabalığın arasına girme vaktiydi. Kapıyı açıp hole çıktığımda mutfaktan çıkan annem, "Sonunda," diyerek kapıyı açtı. Peşinden bahçeye çıkarken herkesin toplandığını gördüm. Bahçe kapısını açıp hiçbir yere sapmadan kuzenim Firuze'nin yanına oturdum. Konuşan, dua eden insanların yüzüne bakmadım. "İyi misin?" diyen kuzenim Firuze'nin yüzüne bile bakmadım. Kimseyi görmek istemiyordum, yemeğimi yiyip odama gitmek istiyordum. "Var bir sıkıntın, hayır olsun," diyen Firuze tekrar kolumu dürttüğünde başımı kaldırdım. Karşımda oturan Akın'la göz göze gelmeyi beklemediğim için kaşlarımı çattım. Ona olabildiğince nefretle bakarken bu halime şaşırmış olacak ki şaşkın bir ifade vardı yüzünde. Dudakları gergin bir hal alırken omuzlarını geri atıp oturuşunu dikleştirdi. Onun kendinden emin halini izlememek adına başımı eğdim. Sorgulayıcı bakışlarını hâlâ üzerimde hissetmeme rağmen bir kere bile bakmadım ona. "Sana bunun hesabını soracağım Kenan," diyerek dişlerinin arasından konuşunca, "Ben ne yaptım abi?" diyen Kenan şaşkın gibiydi. "Olmayan şeyleri varmış gibi söyledin ya bak bakalım o dilini bir daha kullana bilecek misin?" "Şaka yaptım abi, seni biliyoruz niye uzatıyorsun?" Elini masanın üzerine bırakıp parmaklarını beyaz örtüyü yırtacak gibi sürterken nefesini dışarı bıraktı. Sadece ellerini görüyordum ve gergin olduğunu anlayabiliyordum. Kenan'ın söylediği o laflar yüzünden sinirli olduğumu düşünüyordu ama yanılıyordu. Ezan okunmaya başladığında herkes besmelesini çekip oruçlarını açtılar. İnsanlar önlerindeki yemekle ilgilenirken hızlı olmaya çalışarak lokmaları çiğneyip yuttum. Daha fazla burada durmak istemiyorum. Onun bakışlarını üzerimde hissederek yemek yeteri kadar zordu. Sanki kimse yok, sadece o ve ben vardım. Adam sırtını sandalyeye yaslamış, bir kolunu yanında oturan Erhan abimin sandalyesinin arkasına uzatmış diğer eliyle yemeğini yiyordu. Sanki bilerek yapıyormuş gibi iki de bir ayağı ayağıma çarpıyordu. Ona bakmam için yaptığını anlamayacağımı sanıyordu ama yanılıyordu. Konuşmayan biri olsam da insanların gözlerinden geçenleri rahatlıkla anlayabiliyorum. "Tatlı çok güzel olmuş Azize teyze, eline sağlık." Kulaklarım iki yana açılırken sanki duymuyor muşum gibi tüm dikkatimi ona verdim. "Afiyet olsun Akın oğlum, tatlıyı Avşin yaptı." Dudaklarımın üstünde duygusuz tebessüm oluştu. Yalan söylemek ne kadar kolay, parmağımın ucunun değmediği tatlıyı Avşin yaptı demek ne kadar kolaydı annem için. "Ben de diyorum tadı neden damağımda kaldı. Değen eller şerbetli olunca, insanın dilinde tat kalıyor." Kısık sesle mırıldansa da hemen hemen hepimiz onu duymuştuk. Babamın yüzüne bakmıyordum ama homurdanmalarını duyabiliyordum. Annem ise eminim afiyet olsun demediğim için içinden bana söyleniyordu. Söylemeyecektim, şu an benden cevap bekleyen başta o olmak üzere kimsenin yüzünü güldürmeyecektim. O, özünde iyi bir insan olabilirdi. Kalbinin, kişiliğinin iyi biri olduğunu çok iyi biliyorum. Ama onunla evlenemem, ümit veremem. Ben evlenmek istemiyorum, evliliği kurtuluş olarak görmüyorum o yüzden yoğun bakan gözlerine umut veremem. Dudağım kıvrılırsa biliyorum ki şu an sıkıntıda olan kalbinin ortasına kelebek konacak. O kelebeğin sıkıntılı yollardan geçip onun kalbine konmasını izin veremem. Ben Anka kuşuydum, küllerimden doğmak için evliliğe ihtiyacım yoktu. Eşofmanı üstüme geçirdiğimde uzun saçlarımı ensemde toplayıp kitaplığımdan Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabını aldım. Okumak için yatağa oturduğumda kırılacak gibi açılan odanın kapısıyla irkilip elimdeki kitabı düşürdüm. "Ne diyor lan bu anan?" Üzerime yürüyen babam burnundan nefes alıp veriyordu. Sanki beş yaşındaki kız çocuğunun hayalindeki cama vuran ağaç dalıydı. Aslında onun ağaç parçası olduğunu bildiği halde beyni canavar diye direttiği gibiydi. Babam gibiydi karşımda duran adam ama o canavardı, babam değildi. "Ne demek evlenmeyeceğim? Sen kimsin de Akın'la evlenmeyeceksin? Kimsin lan sen?" Oturduğum yerden sakin bir şekilde kalkıp başımı dik tuttum. Korktuğumu ona gösterirsem biliyorum ki daha fazla üzerime gelecekti. Odaya giren anneme bakmadan, "Evet," dedim babamın gözlerine bakarak. "Annem ne söylediyse doğru." "Senin o dilini keserim. Lan bu halinle adam seni alıyor, sen kimsin ki kendini beğenmişlik yapıyorsun? Dünür olacağım Hüseyin'le, söyledim pazar günü seni istemeye gelecekler. Mırın kırın edersen kötü olur senin için." "Buyursun gelsinler, çayımızı içip giderler ama asla Allah'ın emri ile beni isteyemezler. Tek tek konuştuğum için dinlemeye tahammülü olmayan babam yüzünü asmış, her zaman konuştuğumda yüzüne takılan ifadeye sahip olmuştu. Ağzını açıp beni öyle dinliyordu, sanki kulakları ağzıydı. "Bana bak, o sakat diline sahip çık elimden bir kaza çıkacak. O isteme gerçekleşecek dinime imanıma bir sorun çıkarsa gebertirim seni." "Evlenmeyeceğim, bu benim hayatım." Elini hava kaldırıp, "Lan," diye bağırdığında annem kolunu tutmak için uzandı. Onu kolaylıkla geri savurduğunda saçlarımın dibinden yakaladı. "Bana bak Avşin." İlk kez adımı kullanıyordu, ne acı. "Anama avradıma seni köye götürürüm evli bir adama kuma diye veririm. Anana güvenme onunda nefesini keserim. İtiraz etmeyeceksin." "Evlenmeyeceğim." Saçımı aşağı doğru çekiştirdiğinde başım geri düştü. Akmak için izin isteyen gözyaşlarıma izin vermiyordum. Bir köşede birbirlerine sarılmışlar korkudan titriyorlardı. Ruhum gibi! "Evleneceksin lan, gebertirim kızım seni. Sen kime güveniyorsun da sakat dilinle cevap veriyorsun?" "Kendime," dedim. "Her zaman olduğu gibi kendime güveniyorum. Benim ne arkamda ne de önümde birileri var, sadece gururum, gücüm var." Diğer eliyle çenemi sıktığında, "Yapma," diyen anneme, "Siktir git," dedi. O kadar acımasızdı ki, içinde merhamet yoktu. Bedenimi çöp fırlatır gibi yatağın üstüne fırlattığında üzerime doğru eğildi. "Akın'la evleneceksin. Bu senin son şansın, eğer itiraz ettiğini duyayım o zaman babanın gerçek yüzünü görürsün." Buruk bir halde tebessüm edip ellerimi yanağımın altına aldım. Bacaklarımı karnıma çekerken o annemi kolundan sürükleyerek dışarı çıkardı. Odanın kapısı üzerime kapanırken gözlerimi kapadım. Hadi şimdi kendinizi serbest bırakın. Acılarınıza şahit olan oda yine derman olmak için bekliyor. Gözpınarlarımdan taşan yaşların akmasına izin verirken ağzımı açtım. Çenemi kıracak kadar sıkmıştı. Defalarca ruhuma zarar veren babam bu akşam bedenime de zarar vermişti. Bu son değil der gibiydi her hareketi, alış diyordu. Komodinin üzerinde duran telefonuma peş peşe mesaj gelirken yattığım yerden doğruldum. Mesaj atan kişinin Zeliha olmasını her şeyden çok istiyorum. Şu an yanımda olsa, bana sarılıp ağlama kardeşim dese kırılgan bedenime iyi gelirdi. Titreyen ellerimin arasına aldığım telefonun ekranını açtım. Üç mesaj vardı, biri kuzenim Firuze'ydi. Firuze: Canım iyi misin, sesiniz geliyor. Amcam yine delirdi mi? Cevap vermeden mesajı kapattım. Tanımadığım numaradan gelen mesajı okurken hem sinirlenmiş hem de şaşırmıştım. 0530 *** ** ** Avşin ben Akın. Az önce annem bana bir şeyler söyledi. Gerçekliğini öğrenmek için sana sormak istedim. Beni seviyormuşsun, annen bugün annemle konuşurken söylemiş. Bunu duyunca çok şaşırdım, yani beklemiyordum. Konuşma imkânımız var mı şimdi? Diğer attığı mesaja geçtiğimde tırnaklarımı avuç içime batırdım. 0530 *** ** ** Cevap vermeni bekliyorum. Pazar günü size gelecekmişiz istemeye. Görünce hemen cevap ver lütfen, yoksa dayanamayıp pencerenin önüne geleceğim. Telefon ellerimin arasından yatağa düşerken dümdüz olan beyaz duvar ateşten bir kuyuya dönüştü. Annem iki elini omuzlarıma yerleştirip beni o kuyunun içine acımadan attı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE