Cam Kafeste Şehvet
Kerem'in o günkü sıradışı yumuşaklığı, İstanbul'un puslu bir sabahında buharlaşıp giden bir rüya gibiydi. Ertesi gün, Sibel'i kahvaltı masasında karşılayan, yeniden o bildik, çelikten dökülmüş adamdı. Üzerinde, her biri mükemmel ütülü, koyu lacivert bir Brioni takım elbise; bileğinde, soğuk ışığı yansıtan platin bir saat. Ama asıl zırhı, gözlerindeki o ulaşılmaz buzul katmanıydı. Bir gece önce balkonda, annesinin şiir kitabından bahsederken sesinde hissedilen o nadir kırılganlık, yerini her zamanki otoriter ve mesafeli tona bırakmıştı. Sibel'in içinde, o kısa anlık temasla filizlenen o garip, naif sıcaklık, bir anda dondu ve paramparça oldu.
"Bugün öğleden sonra bir terzi gelecek," diye başladı, Fransız gazetesinin ekonomi sayfalarını çevirirken. Ses tonu, bir borsa rakamı okur kadar duygusuz ve düzdü. "Yeni kıyafetler için ölçü alacak." Cümlesini bitirdi ve bakışlarını yeniden gazeteye dikti. Sibel'in bir tepki vermesini beklemiyor, hatta onun varlığını bile umursamıyor gibiydi.
Sibel, çatalındaki masum peynir parçasına bakakaldı. Boğazına bir yumruk oturmuştu. "Neden?" diye sorabildi nihayet, sesi hafif bir titremeyle. Dolabı, henüz giymediği, etiketleri üzerinde duran lüks markaların ürünleriyle tıka basa doluydu. "Zaten yeterince kıyafetim var."
Kerem, başını zar zor kaldırdı. Gözleri, Sibel'in üzerinde hızlı, analitik bir bakış attı; bir yatırımcının, portföyündeki bir varlığı değerlendirişi gibi. "Cuma akşamı Şişhane'deki yeni teknoloji merkezinin açılış resepsiyonuna katılacağız. Görüntü önemli." Kelimeleri, keskin ve nettiler, bir keserin tahtaya inen darbeleri gibi. Konu kapanmıştı. Gazetenin sayfasını çevirdi, Sibel'in şaşkınlığını ve iç geçirişini görmezden geldi.
Görüntü. Bu kelime, Sibel'in kafasında bir yankı gibi çınladı. Her şey buydu işte. O, bu pahalı, soğuk evin bir parçası olan, tozlanmasın diye düzenli olarak temizlenen, gerektiğinde de süslenip püslenerek sergilenen bir mobilyaydı sadece. Bir gece önce hissettiği o insani bağ, o kırılgan an, sadece bir yanılsama, bir zayıflık anıymış meğer. Kerem, ona karşı en ufak bir duygu beslemiyordu. Sadece, pahalı bir mülkü olan bir eşyayı, bulunacağı sosyal ortama uygun, kusursuz bir hale getiriyordu. Tıpkı yeni aldığı müzik seti ya da garajdaki son model arabaları gibi.
Öğleden sonra terzi, bir hayalet gibi sessiz sedasız eve girdi. Yanında, kumaş numuneleriyle dolu bavullar getirmişti. Sibel, ayakta, bir heykel gibi hareketsiz durdu, terzinin soğuk mezura bandının teninde gezmesine izin verirken. İpeksi, yünlü, kadifemsi kumaşların dokunuşu, birer lütuf değil, birer işkence gibi geliyordu. Bu dokunuşlar, onu bir birey olarak değil, bir giydirilecek nesne olarak görüyordu.
Tam o sırada Kerem içeri girdi. Koltuğa kuruldu ve bir süre, olup biteni izledi. Bakışları, bir mühendisin henüz tamamlanmamış bir prototipi inceler gibiydi; eleştirel, detaycı ve tamamen duygusuz. Sibel, aynada kendi yansımasına ve arkasında, derin gölgeler içindeki Kerem'in gözlerine baktı. Terzi, iki elbise arasında kalmıştı: biri zarif, gösterişsiz bir siyah, diğeri ise kışkırtıcı, ateş kırmızısı bir gece elbisesi.
"Kırmızı olan," diye mırıldandı Kerem sonunda, sesi odanın ağır havasında keskin bir bıçak gibi keserken. Parmak ucuyla kırmızı kumaşı işaret etti. "Daha uygun olur."
Sibel'in içinde bir isyan dalgası daha kabardı. Kırmızı, onun rengi değildi. Bu renk, utancı, dikkat çekmeyi, tutkuyu ve tehlikeyi çağrıştırıyordu. Kerem, onu sadece sessiz bir eşya olarak değil, aynı zamanda göz önünde olmasını, bakışları üzerine çekmesini istediği bir gösteri nesnesi olarak da tasarlıyordu. Onu, kendi sosyal statüsünün bir göstergesi, erkeğinin gücünün bir yansıması olarak sergilemek istiyordu. Dişlerini sıktı ve başını öne eğdi. Bu, onun savaşı değildi. Henüz değil. Zamanını beklemeliydi.
---
Cuma akşamı geldiğinde, Sibel kırmızı elbisenin içinde, vestiyer odasındaki dev aynada kendine baktı. Elbise, inanılmaz derecede vücut hatlarına oturmuştu, onun solgun, neredeyse hastalıklı güzelliğini ateşli, saldırgan ve kesinlikle yabancı bir çekiciliğe dönüştürmüştü. Dudaklarındaki kırmızı ruj, bir yara gibi parlıyordu. Kerem kapıda belirdiğinde, karanlık, kadife yakalı bir smokin içindeydi. Sibel'in kırmızısıyla yan yana gelişleri, kasıtlı bir sanat eseri gibiydi; tezatlıkla kurulmuş mükemmel bir uyum.
Gözleri, Sibel'in üzerinde bir an için kaydı. Ama bu bir beğeni, bir hayranlık ya da arzu bakışı değildi. Daha çok, bir koleksiyoncunun, en değerli parçasını son bir kez kontrol edişi gibiydi. Bir varlığın değerini ve uygunluğunu onaylayan soğuk bir değerlendirmeydi.
"Uygun," diye tek kelime etti, hiçbir duygu belirtisi göstermeden. Kolunu uzattı. Sibel, bileğini onun koluna yerleştirirken, çelikten bir kelepçeye temas ettiğini hayal etti.
Resepsiyon, Boğaz'ın lacivert sularında süzülen devasa, beyaz bir yattaydı. İçerisi, kristal avizelerin altında, şampanya kadehlerinin şıngırtısı, pahalı parfüm kokuları ve yapay gülüşmelerle doluydu. Sibel, Kerem'in kolunda, bir gölge gibi dolaştı. Kerem, mükemmel bir ev sahibiydi; karizmatik, ikna edici, gerektiğinde esprili. Güçlü iş adamları, siyasetçiler ve onların eşleriyle konuşurken kelimeleri ve tavırları kusursuzdu. Ama Sibel, o parlak maskenin ardındaki derin boşluğu görebiliyordu. Onunla konuşurken, bakışları asla Sibel'in gözlerine bağlanmıyor, onun yerine karşısındaki kişinin tepkilerini ölçüyor ya da odanın diğer ucundaki bir başka önemli teması izliyordu. Sibel, sadece bir aksesuar, kolu takılı bir süstü.
Bir ara, yaşlı bir sanayici, Sibel'e bir şeyler sordu. Sibel, içgüdüsel olarak cevap vermeye başladı, kendi fikrini belirtti. Konuşması sadece birkaç cümle sürdü, ama o kısa an bile Kerem'in dikkatini çekmişti. Yaşlı adam ayrıldığında, Kerem, Sibel'e doğru hafifçe eğildi. Nefesi, Sibel'in kulağına yakınken, sesi bir buz bıçağı kadar keskin ve soğuktu.
"Buradaki rolün süs olmak. Entelektüel tartışmalara girmek değil. Gerekirse gülümse ve sus."
Sibel'in yüzü ateş gibi yandı, utancından ve öfkesinden. Kerem'in kolundaki eli istemsizce sıkıldı. O anda, oradan atlayıp Boğaz'ın soğuk sularına dalmayı hayal etti. Ama yapmadı. Sadece gülümsedi, tıpkı Kerem'in istediği gibi, boş ve anlamsız bir gülümsemeyle.
Eve döndüklerinde gece yarısını çoktan geçiyordu. Sibel, yüksek topukların verdiği acıdan, zoraki sohbetlerin yorgunluğundan ve aşağılanmanın ağırlığından bitkin düşmüştü. Lüksün içinde boğuluyor gibiydi. İçeri girer girmez, kapının yanındaki mermer tezgaha yaslanarak ayakkabılarını çıkardı. Ayakları halının yumuşak dokusuna değdiğinde bir oh çekti. Sırtındaki elbisenin ince askılarını düşürmek, bu zırhı çıkarıp nefes almak için hazırlanıyordu ki, Kerem'in sesi onu dondurdu.
"Bir şey daha."
Sibel yavaşça döndü. Kerem, kapının hemen yanında, ceketini ve papyonunu çıkarmış, gömleğinin ilk düğmelerini gevşetiyordu. Giriş holündeki tek bir spot ışığın yarı aydınlığında yüzü daha keskin, daha vahşi, daha ilkel görünüyordu. Bakışları, Sibel'in üzerinde, resepsiyondaki soğuk değerlendirmeden çok daha farklı, çok daha tehditkâr bir şekilde geziniyordu. Bu, bir erkeğin bir kadına baktığı bakıştı. Ama sevgi dolu, şefkatli ya da hatta tutkulu bile değildi. Tamamen sahiplenicı, talepkâr ve yoğun bir şehvetle doluydu.
"Elbiseyi çıkarma," dedi sesi alçak, ama tartışmaya kapalı, emir verici bir tonda.
Sibel'nin kalbi, göğsünde deli gibi çarpmaya başladı. Nefesi kesildi. Anlamıştı. Bu, bir paylaşım, bir yakınlaşma, bir sevişme teklifi değildi. Bu, bir talepdi. Ona sağladığı lüks yaşamın, korumanın, "hanımefendilik" statüsünün beklenen karşılığıydı. O, malıydı ve sahibi, onun üzerindeki mülkiyet hakkını, en ilkel şekliyle kullanmak istiyordu.
"Kerem..." diye fısıldadı, içgüdüsel bir korkuyla bir adım geri atarak. Sırtı mermer duvara değdi.
Ama Kerem zaten yanındaydı. Hareketleri sakin ve ölümcül derecede kararlıydı. Soğuk, sert parmakları, Sibel'in çıplak, ipek gibi omzuna dokundu. Dokunuşu, elektrik çarpmış gibi ani ve ürperticiydi. Hiçbir sevgi, hiçbir şefkat yoktu o dokunuşta. Sadece saf, yoğun, kontrol edici bir niyet.
"Sen benim karımısın," diye mırıldandı, yüzü Sibel'in saçlarına yaklaşarak. Nefesinin sıcaklığı, Sibel'in ensesinde ıslandı. "Ve bu evde her şey benim. Sen de."
Sibel, direnmek istedi. İtiraz etmek, bağırmak, onu itmek istedi. Ama bedeni, aylardır süren bu duygusal hapsedilmişliğin, yalnızlığın ve dokunulmazlığın ardından, bu ilkel, fiziksel temasla bir anda uyanıvermişti. Zihni isyan ederken, protesto ederken, teni Kerem'in soğuk dokunuşuna karşılık veriyor, bir ısı yayıyordu. Bu, ihanet gibi gelen bir tepkiydi.
Kırmızı ipeğin içinde, Kerem onu kendine doğru çevirdi. Öpüşü, konuşması kadar acımasızdı; işgal edici, talepkâr, nefesini kesici. Sibel'in dudaklarını ezerken, bir zafer ya da sevgi ifadesi değil, saf, katıksız gücün bir tezahürüydü. Sibel, kendini sırtındaki soğuk mermer duvara dayanmış buldu. Kerem'in elleri, kırmızı elbisenin kumaşını kalçalarına doğru itiyor, soğuk avuç içleri Sibel'in ince ipek çorabının üzerinden bile hissedilen buz gibi sertliğiyle uyluklarına yapışıyordu. Gözleri, Sibel'in gözlerinin içine bakıyordu, ama orada Sibel'i, onun korkusunu ya da isyanını aramıyordu. Sadece kendi egosunun, mutlak hakimiyetinin yansımasını görüyor gibiydi.
Sibel, dayanamayıp gözlerini kapadı. Bu işgali, bu mülkiyet ilanını izleyemezdi. Bedeninin derinliklerinden yükselen, zihninin "hayır" diye bağırmasına rağmen varlığını sürdüren o garip, ihanet eden ısıya teslim oldu. Bu, arzu değil, yalnızlıktan ve dokunulmazlıktan kaynaklanan fizyolojik bir tepkiydi. Kerem onu kucakladı ve yatak odasına doğru yöneldi. Sibel, adımlarını duyabiliyordu, kendi ayaklarının halıya sürtünüşünü hissediyordu. Kendi bedeninin, zihninden ayrılmış, bağımsız, ihanet eden bir varlık gibi hareket ettiğini hissediyordu.
Yatak odasında, Kerem onu yatağa bıraktı. Eylemleri hızlı, verimli ve duygusuzdu. Giysilerini bir bir çıkartışı, bir rutin gibiydi. Sibel, tavandaki kristal avizenin ışığında parıldayan gözlerine bakmamak için yüzünü yastığa çevirdi. O gece, Kerem'in dokunuşları her şeydi; sert, becerikli, her hareketi hesaplanmış ve tamamen duygusuz. Sibel'den bir tepki, bir inilti, bir titreyiş bekliyor gibiydi, sadece kendi eylemlerinin etkisini, kontrolünün derecesini ölçmek için. Sibel, yatağın pahalı Mısır pamuğu çarşaflarına gömülürken, için için yanıyordu. Bu, sevişme değildi. Bu, mülkiyetin en ilkel, en vahşi tezahürüydü. Ve en korkuncu, kendi vücudunun bu işgale, bu yağmaya, bir parça cevap veriyor olmasıydı. Zihni nefret ve tiksintiyle dolu olsa da, bedeni bir an için, aylar sonra ilk kez, bir "varlık" olarak, fiziksel bir temas olarak "hissettiğini" duyumsuyordu. Bu, onu kendinden daha da nefret ettiren bir gerçeklikti.
Sabahın ilk ışıkları perdelerden sızdığında, Kerem çoktan gitmişti. Yatağın diğer tarafındaki buruşuk çarşaf ve yastıktaki hafif iz, olanların tek somut kanıtıydı. Sibel, duşun altında neredeyse bir saat kadar kaldı, teninden Kerem'in kokusunu, tütün ve pahalı kolonya karışımı aromasını ve o ihanet eden, fiziksel tepkinin izlerini temizlemeye çalıştı.