Kasabanın meydanı karanlıkla dolarken çığlıkların yankısı taş binaların arasında boğuk bir uğultu gibi dolaşıyordu. İnsanlar telaşla kaçıyor, ayak sesleri ve çarpan kapılar bir fırtına gibi ortalığı dolduruyordu. Elara, göğsündeki mühürden yayılan acıyla nefes almakta zorlanırken, gözleri o gölgenin kıvrılarak büyüyen siluetine kilitlenmişti.
Varlık, insan formunun bozulmuş bir yansıması gibiydi; kolları çok uzun, bedeni sürekli şekil değiştiriyor, yüzü ise simsiyah bir boşluktan ibaretti. Onu gördüğü anda Elara’nın içine işleyen şey korkudan çok tanıdık bir ürpertiydi. Sanki rüyalarında gördüğü varlık, gerçeğin içine sızmıştı.
“Geri dur.” dedi Raphien, sesi buyurgan bir fısıltı gibiydi. Kanatlarını yarım açarak Elara’nın önüne geçti. “Bu, kapının yankılarından biri.”
“Elimi yakıyor.” diye inledi Elara, sağ bileğini tutarak. Derisinin altında kızıl desenler belirmiş, damarları boyunca ışık gibi yayılmaya başlamıştı.
Raphien’in gözleri sertleşti. “Mühür seni uyandırıyor. Ona cevap vermezsen yanacaksın.”
Elara irkilerek Raphien’e baktı. “Ama ben… nasıl?”
“Kanının seni yönlendirmesine izin ver.”
O anda gölge varlık acımasız bir hızla üzerlerine doğru süzüldü. İnsan gözüyle takip edilemeyecek kadar ani bir hareketti. Elara geri adım atacak oldu ama bacakları taş kesilmiş gibiydi. Raphien kanatlarını açarak önüne geçti, siyah tüylerin arasından fırlayan ışık çizgileri geceyi yırtan şimşekler gibi parladı.
Çarpışma anında meydana büyük bir gürültü yayıldı. Taş döşemeler yerinden söküldü, havada kıvılcımlar gibi ışık parçaları savruldu. Raphien varlığı geri püskürtmüş olsa da omzundan aşağıya doğru karanlık bir iz kaydı.
“Elara!” diye bağırdı. “Mühürü kullan!”
Elara’nın gözlerinde panik vardı ama aynı zamanda içinden yükselen bir güç, dizginlenemez bir çağrıydı bu. Ellerini ileri doğru kaldırdı, bileğindeki desenler parladı ve göğsünden çıkan bir dalga, gölge varlığın üzerine savruldu.
Gölge çığlık attı, sesi insanın kulaklarını yırtan metalik bir gıcırtıyı andırıyordu. Varlık geri çekildi ama tamamen yok olmadı. Elara’nın dizlerinin bağı çözüldü, neredeyse yere yığılacaktı.
Raphien hızla onun kolundan tutarak dik tuttu. Yüzü gergin, nefesi ağırdı. “Bunu ilk kez yaptın. İyi dinle Elara: Onlar seni bulmaya devam edecek.”
Elara, hâlâ nefes nefese, gözlerini kapatıp başını salladı. “Bana ne oluyor?”
Raphien’in gözleri derinleşti, sesi alçaldı. “Sen sadece bir avcı değilsin. Sen, onların mühürlerini kırabilecek kanı taşıyorsun.”
Elara’nın kalbi göğsünde deli gibi çarpmaya başladı. İçinde duyduğu korku, Raphien’in bakışlarında gördüğü acıyla birleşince tek bir soruya dönüştü.
“Peki… ya sen? Sen de onlardan biri değil misin?”
Raphien’in bakışları karardı, dudakları aralandı ama cevap vermedi.
Raphien’in suskunluğu Elara’nın içini daha da ağırlaştırıyordu. Meydanın köşesinde hâlâ duman gibi dağılan gölgenin parçaları havada kıvrılarak kaybolurken, Elara’nın zihni sorularla çalkalanıyordu. İçinde taşıdığı güçten korkuyordu ama daha çok korktuğu şey, karşısındaki meleğin gerçeğiydi.
“Cevap ver.” dedi Elara, sesi titremişti. “Benden gizlediğin şey ne? Neden bu yaratık bana geliyor, neden mühür acıyor?”
Raphien gözlerini yere indirdi. Kanadındaki siyahlık derinleşmiş, damar gibi yayılıyordu. Elara onun yanında dururken bunu fark etmemesi mümkün değildi.
“Çünkü ben düştüm.” dedi sonunda. Sesi kısık, itirafı ise taş gibi ağırdı. “Göğü terk ettim. Kanatlarım artık bana ait değil. Onları korumam gerekirken, onların gölgesine mahkûm oldum.”
Elara bir adım geri çekildi. Düşmüş melek… İçinde yükselen his tam olarak korku değildi, ama kalbini sıkıştıran bir acı vardı. “Yani sen… onların tarafındasın.”
Raphien başını kaldırıp gözlerini ona dikti, bakışlarında öfke değil, yemin etmiş gibi ağır bir inat vardı. “Hayır. Onlara ait değilim. Ben seni korumak için düştüm.”
Elara’nın nefesi boğazına düğümlendi. “Beni mi? Ama neden?”
Raphien cevap vermedi, sadece bakışlarıyla bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Sanki kelimelere dökerse, kırılacak bir sır vardı. Elara’nın aklına ise tek bir ihtimal geliyordu: Annesi, geçmişi, avcı soyundan gelen kanı… Hepsi birbirine bağlanıyordu.
Gecenin içinde, kasabanın sokaklarından hâlâ korku dolu sesler yükseliyordu. İnsanlar olanları anlamamıştı ama karanlık onları çoktan içine almıştı. Raphien, Elara’nın elini kavradı.
“Burada kalamayız. Daha fazlası gelecek.” dedi.
Elara geri çekilmek istedi ama elini bırakamadı. Bileğinde hâlâ yanmakta olan mühür sanki Raphien’in dokunuşuyla sakinleşiyordu. İçinde çelişkili bir huzur vardı.
“Ben sana güvenemem.” dedi Elara, ama sesi kendi içinde bile kararsızdı.
Raphien eğildi, gözlerini onunla aynı hizaya getirdi. “Bunu söylemeye hakkın var. Ama unutmaman gereken tek şey şu: Eğer ben olmazsam, seni kimse tutamaz.”
Elara gözlerini kaçırdı. Sözleri yutkunup içine gömülürken, kalbi istemeden hızlanıyordu. O an fark etti ki bu imkânsız bağ, sadece korkuyla değil, yasak bir çekimle de örülüyordu.
Raphien kanatlarını açtı, geceyi yaran siyah tüylerin arasında ışık kırıntıları yanıp söndü. Elara’nın gözlerinde bir anlığına hem düşman, hem de sığınak gibi görünen bu adamın silueti kaldı.
Ve sonra birlikte gökyüzüne yükseldiler, kasabanın çığlıklarını, yankılanan gölgelerini geride bırakarak. Ama Elara biliyordu ki karanlıktan kaçış yoktu.
Çünkü karanlık, artık onun kanının içindeydi.
Rüzgâr, Elara’nın saçlarını savururken gökyüzü altlarında kayıyordu. Kasabanın ışıkları küçülüyor, karanlık bir örtü gibi vadilerin üzerine yayılıyordu. Raphien’in kanatlarının her çırpışı Elara’nın kalbini daha da hızlandırıyordu. Onunla aynı havayı paylaşmak bile tehlikeli bir sır gibi hissettiriyordu.
Elara gözlerini kapatıp rüzgârın uğultusuna kulak verdi. İçinde bir ses sürekli ona kaçmasını, bu melekten uzaklaşmasını söylüyordu. Ama başka bir ses, daha derin, daha güçlü bir fısıltıyla ona Raphien’in yakınlığını arzuladığını hatırlatıyordu.
“Beni nereye götürüyorsun?” diye sordu, sesini rüzgâra karşı zor duyurabiliyordu.
Raphien başını çevirmeden yanıtladı. “Güvenli bir yere. Onlar seni bulmadan önce cevaplarını öğrenmen gerek.”
Elara kaşlarını çattı. “Hangi cevaplar?”
Raphien sustu. Kanatlarının ritmi yavaşladı ve karanlık bir ormanın kıyısına indi. Ağaçların gövdeleri birbirine dolanmış, dalları göğü perde gibi kapatmıştı. Sessizlik, kasabanın gürültüsünden sonra ağır bir yük gibi üzerlerine çöktü.
Elara yere adım atar atmaz içindeki huzursuzluk arttı. Burası yabancıydı ama aynı zamanda tanıdık bir yankı taşıyordu. Kalbinde gizlenmiş bir hatıra gibi.
“Burası…” dedi fısıltıyla. “Sanki daha önce buraya gelmiş gibiyim.”
Raphien’in bakışları keskinleşti. “Kanının seni çağırması normal. Bu topraklarda senin soyundan olanlar bir zamanlar avcılık yaptı. Geceye karşı duran, karanlığı mühürleyen bir soy.”
Elara’nın gözleri irileşti. Sanki içindeki düğüm bir anda çözülmüştü ama yerine daha karmaşık bir ağ örülmüştü. “Demek doğru… Ben onlardanım. Bu yüzden gölge bana yaklaşıyor.”
Raphien başını eğdi. “Evet. Ve bu yüzden ben yanındayım.”
Elara gözlerini ona dikti. “Ama sen düşmüşsün. Benimle aynı tarafta olmaman gerekir.”
Raphien’in yüzünde acı bir gülümseme belirdi. “Göğe ait olsaydım seni koruyamazdım. Kendi kanadımı feda etmeseydim, yanında duramazdım. Bazen birini korumak için düşmek gerekir.”
Elara’nın yutkunması boğazında düğümlendi. İçinde yükselen duygu, yasak bir yakınlığın ateşiydi. Onunla yan yana durmak, hem tehlikeli hem de kaçınılmaz bir kader gibi görünüyordu.
Ormanın derinliklerinden bir hışırtı yükseldi. Yaprakların arasında siyah bir gölge kıpırdadı. Raphien refleksle Elara’nın önüne geçti, gözleri parladı.
“Görüyor musun?” dedi alçak bir sesle. “Karanlık seni bırakmayacak. Onlar senin kanını istiyor.”
Elara içindeki korkuya rağmen geri çekilmedi. Elini bileğinin üzerindeki mühüre götürdü. Simge yeniden yanmaya başlamıştı, bu kez daha güçlü, daha net bir ışıkla.
Ve o an anladı: Bu savaş sadece gölgelerle değil, kendi kanıyla da olacaktı.