Giriş

1424 Kelimeler
2064 yılının mart sonlarıydı. Orta Kıta Konfederasyonu’nun Kilikya bölgesinde, cam ve çelikten yükselen binaların arasında, küçük dairemde bir mikroskobun başında oturuyordum. Adım Orhan. Akademisyenlik, bende sonradan uyanan bir tutku olmuştu. Çocukluğumda babamın “mikroskobun kurbanı” diye alay ettiği o meraklı çocuk, yıllar içinde bu aletin büyüsüne kapılmış ve kendini mikroskobik dünyanın sırlarına adamıştı. Bu tutku, beni hem besliyor hem de yıpratıyordu. Tezimi bitirmek için haftalardır aralıksız çalışıyordum; altı saatlik bir mesainin sonunda gözlerim yanıyor, omuzlarım tutuluyordu. Yine de duramıyordum. Mikrobiyoloji, benim için bir bilimden öteydi; hayatın en küçük parçalarından en büyük hakikatlere uzanan bir yoldu. O gün, çalışmamı kaydettikten sonra sandalyemden kalktım. Bacaklarım uyuşmuştu, ama yorgunluk bunu fark etmeme engel oluyordu. Mutfağa gidip latteciyi çalıştırdım. O tanıdık vızıltı, evin sessizliğini doldurdu. Latte, beni kendime getiren tek içecekti; Konfederasyon’un yapay ürünlerinden elde edilen enerji içecekleri ya da dedemin zamanındaki katkılı içecekler bu etkiyi yapamazdı. Kupamı lattecinin yanına bırakıp oturma odasına geçtim. Elimdeki kumandayla görüntüleyiciyi açtım. Latte hazırlanana kadar haberlere göz atmayı düşünmüştüm. Tezime öyle gömülmüştüm ki dünya gündeminden kopmuştum. Acaba yine Ay kolonisiyle ilgili bir şeyler mi vardı? Son haftalarda herkesin dilinde tek bir konu dönüyordu: Ay’daki atmosfer düzenleme deneyleri. 13 yıl önce kurulan koloni, insanlığın sınırlarını zorluyordu ve şimdi, devasa bir jeneratörle Ay’da Dünyadakinin benzeri bir atmosfer yaratma çabası tüm Konfederasyonların radarındaydı. Görüntüleyici açılırken koltuğa oturdum. Kanallar arasında dolaşmaya başladım. Saat akşam sekizdi; dedemin çocukluğundan beri süregelen bir alışkanlıkla, bu saatte her kanalda haber bültenleri olurdu. Teknolojiye her zaman meraklıydım. Üçüncü sınıfta mikrobiyoloji dersinde mikroskopla tanıştığım günü hatırlıyordum. O cam tüplerin içinde yepyeni bir evren yatıyordu ve ben, onu ilk gördüğüm anda büyüsüne kapılmıştım. Babam, “Bu çocuk mikroskobun kurbanı olacak,” demişti gülerek. Haklı çıkmıştı. O tanışma, hayatımın rotasını çizmişti. şimdi ise oturmuş vasıfsız bir cam çerçeveyi izliyordum. Mikrobiyoloji, mikroskobik canlıları inceleyen bir bilim dalıydı. İnsan toplumu nasıl değişip gelişiyorsa, bu küçük canlıların dünyası da öyleydi. Benim hayalim, bu alanda çığır açmaktı. Ama bunun için sadece mikroskopla bakmak yetmiyordu; meslektaşlarımın tezlerini, buluşlarını, fikirlerini takip etmeliydim. Bu yüzden son dönemde çalışmalarım uzun, yorucu ve dünyadan izole geçiyordu. Düşüncelerim bu girdapta kaybolurken latteci öttü. Ayağa kalkıp mutfağa döndüm, kupamı aldım ve tam koltuğuma yönelmişken kapı çaldı. Gelen, komşum İrfan’dı. 26 yaşında, kısa boylu, kıvırcık saçlı, çakır gözlü, her daim heyecanlı bir gençti. Benden iki yaş küçüktü, ama gözaltlarındaki çukurlar ve yorgun yüz hatları onu benden yaşlı gösteriyordu. “Genetik,” derdi hep, “Suriyeli bir aileden geliyorum, bu çukurlar ulusal mirasımız.” Ben buna gülümserdim; bilimsel bir dayanağı olmadığını ikimiz de biliyorduk. “İçeri gir, kendine bir latte al,” dedim. İrfan hızlı adımlarla mutfağa yöneldi, sonra elinde kupasıyla oturma odasına geldi. “Biliyor musun?” diye sordu, gözlerini bana sabitleyerek. “Neyi?” dedim, kupamı yudumlarken. “Dün birleşik sokaktaki atölyede bir kişi ölü bulunmuş.” Sesi titriyordu, ama bu İrfan’ın her zamanki haline uygundu. “Ne var bunda?” dedim sakin bir sesle. “İnsanlar doğar, büyür, ölür.” İrfan ayağa fırladı, kupasını sehpaya sertçe koydu; kahve damlaları halıya sıçradı. “Orhan, bu adam öldürülmüş! Organları çalınmış! Önce bir durup dinle be adam!” Hiddeti beni şaşırttı. “Organcılar mı?” dedim, kaşlarımı kaldırarak. “Bu çağda hâlâ organ hırsızlığı mı oluyor?” İrfan derin bir nefes aldı, sonra oturdu. “Düşün,” dedi, sesini alçaltarak. “40 yıldır beyin hariç tüm organların yapay kopyaları üretiliyor. İflas eden organların yerini alıyorlar, ömrü uzatıyorlar. Ama Ay kolonisinde insanlar yaşayacak. O atmosferin gerçek insan dokusuna nasıl etki edeceği bilinmiyor. Yapay organlar sentetik; o koşullarda işe yaramaz. Belki bu yüzden çalıyorlar.” Bir an sustum. İrfan’ın mantığı çarpıcıydı. Ay kolonisindeki jeneratör, Dünya benzeri bir atmosfer yaratmayı hedefliyordu. Yapay organlar Dünya’da hayat kurtarıyordu, ama Ay’da? Gerçek dokuların tepkisi önemliydi. “Zeki çocuk,” dedim içimden. Ama bu fikir, içimde bir huzursuzluk uyandırdı. Uykusuzluğum kendini hissettirdi. Gözlerimi ovuşturdum, esnedim. İrfan fark etti. “Ben gitsem iyi olacak,” dedi, hızlı adımlarla kapıya yöneldi. “Yorgun görünüyorsun.” Saniyeler içinde evden çıkmıştı. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Kupaları mutfağa bırakıp yatağıma gittim. Perde aralıktı; dolunay parlıyordu. Ay, insanlığın hırslarının yeni sahnesiydi. Ama bu sahne, ne kadar masumdu? Ertesi sabah biyolojik saatim beni yedide uyandırdı. Banyoya gidip yüzümü yıkadım, mutfakta latteciyi çalıştırdım. Bugün rutin bir göz kontrolüm vardı. Doktorum Nehir Hanım’la sekiz buçukta buluşacaktım. Giyinip kahvaltı yaptım, dişlerimi fırçalayıp evden çıktım. En yakın ışın terminaline yürüdüm. Cam küre, sabah güneşinde parlıyordu. Koordinatı girdim, “Kilikya Tıp” dedim. Bir anlık bulanıklık, ve oradaydım. Asistan beni karşıladı. “Orhan Bey, ilk hastasınız,” dedi nazikçe. Nehir Hanım’ın odasına aldı. Hemen bir café dé latté getirdiler. İstememiştim, ama iyi olmuştu; uykusuzluk hâlâ bedenimdeydi. Saat sekiz buçukta Nehir Hanım odaya girdi. Çantasını masaya koydu, fermuarını açarken elleri titriyordu. Orta yaşlı, kilolu, kumral bir kadındı; ela gözleri ve sevimli bir gülümsemesi vardı. “Nasılsın, Orhan?” dedi, sesi hafif çatallıydı. “İyiyim, sen nasılsın?” dedim. Gülümsedi, ama gözleri dalgındı. Beni muayene odasına aldı. “Sedyeye otur,” dedi titrek bir sesle. Eski cihazlarla dolu bir odaydı. Sedyeye oturdum. Nehir Hanım bir şeyler hazırlarken, o latté aklıma geldi. Neden getirmişlerdi? Düşünürken gözlerim ağırlaştı. Direndim, ama uyku beni ele geçirdi. Uyandığımda karanlıktaydım. Zifiri karanlık. Gözlerimi açtığımda hiçbir şey göremedim; ne bir ışık huzmesi, ne bir gölge, ne de tanıdık bir şekil. Sanki evrenin kendisi gözlerimin önünde silinip gitmişti. Yüzüm sızlıyordu; keskin, zonklayan bir ağrı, şakaklarımdan göz çukurlarıma kadar yayılıyordu. Ellerimi istemsizce yüzüme götürdüm, parmaklarım nemli bir şeyle temas etti. Ter miydi? Yoksa başka bir şey mi? Parmak uçlarımı burnuma yaklaştırdım; metalik, hafif ekşi bir koku yayıldı. Kan mı? Ama ellerim titriyordu, emin olamıyordum. Ağzımda garip, ekşi bir tat vardı; dilim uyuşmuş gibiydi, sanki saatlerdir bir şey yememiş ya da içmemiştim ama ağzımda bir şeylerin kalıntısı kalmıştı. O latté miydi? Hayır, bu daha keskin, daha yabancı bir tattı. Midem bulandı, yutkunmaya çalıştım ama boğazım kuru ve gergindi. Neredeydim? En son Nehir Hanım’ın muayene odasındaydım, sedyeye oturmuş, onun titrek ellerini izliyordum. Sonra… Sonra ne olmuştu? Zihnim bulanık bir sisle kaplıydı; anılar, sanki bir rüyadan kopup gelen parçalar gibi dağılıyordu. “Işık!” diye bağırdım, sesim odanın duvarlarında yankılanıp geri döndü. Hiçbir şey olmadı. Normalde hastanede sesle çalışan sistemler olurdu; “Işık” dediğinizde lambalar yanar, “Kapı” dediğinizde çıkış açılırdı. Ama burada? Sessizlik. Derin, boğucu bir sessizlik. Nefesim hızlandı, göğsüm sıkışıyordu. Ellerimi uzattım, bir şeye dokunmak, bir dayanak bulmak istiyordum. Parmaklarım soğuk, pürüzsüz bir yüzeye çarptı. Duvar mıydı bu? Beton gibi sert, ama hastanenin steril ortamındaki pürüzsüz kaplamalardan farklıydı. Ellerimle yoklamaya devam ettim, panik yavaşça içimi kemiriyordu. Neredeydim? Nehir Hanım nerede kalmıştı? Asistan? O kahveyi getiren kadın? Birden ayaklarımın altındaki zeminin hafifçe titreştiğini hissettim. Uzakta, çok uzaklarda bir makinenin düşük frekanslı uğultusu vardı; ama o kadar zayıftı ki, hayal mi görüyorum diye kendimi sorguladım. Ayağa kalkmaya çalıştım, ama başım döndü. Dizlerim titriyor, bedenim sanki saatlerdir hareketsiz kalmış gibi ağırlaşmıştı. Ellerimi duvara dayayıp kendimi doğrulttum. Yüzümdeki sızı artıyordu; sanki biri gözlerimin etrafını sıkıca kavramış, bırakmıyordu. Nefesimi kontrol etmeye çalıştım, ama kalbim göğsümde çılgınca atıyordu. “Sakin ol, Orhan,” dedim kendi kendime. “Düşün. Burası neresi olabilir?” Duvarları yoklamaya devam ettim, bir çıkış arıyordum. Parmaklarım bir boşluğa denk geldi; kapı çerçevesi gibiydi. Kalbim hızlandı. Elimi daha hızlı hareket ettirdim, ve işte oradaydı: bir kapı kolu. Soğuk metali kavradım, ama kilitli olabilirdi. “Hayır, lütfen,” diye mırıldandım. Parmaklarımı tarayıcıya dayadım; her kapının biyometrik bir kilidi olurdu, değil mi? Bir anlık sessizlikten sonra tanıdık bir bip sesi duydum ve kapı hafif bir tıslama ile açıldı. Ama umut kısa sürdü; açılan oda da karanlıktı. Burası hastane değildi. Hastaneler böyle kokmazdı; steril, antiseptik bir koku yerine burada havada nemli, küflü bir ağırlık vardı. “Neredeyim ben?” diye fısıldadım, sesim titriyordu. Adım atmaya çalıştım, ama ayaklarım yere takıldı; bir şeye çarpmıştım. Eğilip yokladım; yuvarlak, camdan bir yüzeydi. Parmaklarım tanıdık bir şekli hissetti: bir ışın terminalinin küresi. Hastanede böyle bir terminal yoktu, ama şehirdeki her sokakta bulunurdu. Bir an durdum. Burası terk edilmiş bir yer miydi? Yoksa… İrfan’ın sözleri aklıma geldi. Organ hırsızlığı. Ay deneyleri. Gerçek organlar. Hayır, bu saçmaydı. Ama ya değilse? Panik, yerini kararlılığa bıraktı. Terminalin kontrol panelini buldum, ellerim titreyerek koordinatı girdim. “Ev,” dedim, sesim çatallaşmıştı. Terminalin içinde hafif bir vızıltı yükseldi, cam küre titreşmeye başladı. Bir anlık bulanıklık, baş dönmesi, ve sonra… Serin bir sabah havası yüzüme çarptı. Evimin yakınındaki istasyondaydım. Gökyüzü hâlâ griydi, şafak yeni söküyordu. Ama içimdeki karanlık, dışarıdaki ışıktan çok daha ağırdı. Hızla daireme girdim. “Işık!” diye bağırdım; evin her yanı aydınlandı. Banyoya koştum, aynaya baktım. Yüzüm solgundu, gözlerim yorgun görünüyordu. Ağzımdaki tat hâlâ geçmemişti. “Ne oldu bana?” diye mırıldandım. Nehir Hanım’a ulaşmalıydım. Kulaklığımı aktif ettim, “Nehir Sena,” dedim. Cevap yok. Defalarca aradım, ama nafile.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE