1. BÖLÜM

3890 Kelimeler
Üç yıl... Tam üç yıldır, her hafta ve her haftanın cuma günü aynı yerdeydi genç kız. Bu üç yılda oturduğu koltuk, duvardaki tablo, masadaki çerçeve, yerdeki kilim, odanın rengi kaç kez değişmiş hatırlamıyordu. Yine aynı köşede otururken, yine aynı bakışlara sahipti. Aynı saçlara, aynı göz rengine, aynı kiloya, aynı yüze... Ama üç yıl önceki kadın değildi. Üç yıl önce yirmi beş, bugün ise yirmi sekiz yaşındaydı. Üç yıl önceki hayata dair umutları olan, yaşamak için binlerce sebep sayabilen, gülümseyen, kahkaha atan, insanları seven genç kız değildi bugün... Artık masallara inanmıyordu. Artık insanlara inanmıyordu! Şiirlere, şarkılara, kitaplara ve filmlere hiç bir şeye inanmıyordu. Kurulu bir saat gibiydi bedeni. Ruhu olmayan bir saat... "İyi misin Reyhan?" Karşılaştığı her insanın kendisine sorduğu soruyu soran Demet Hanım'a kaydı bakışları. Yüzü solgun, gözleri ise sönük bakıyordu. Sesi de görünüşü gibi yorgundu. "İyi miyim?" dedi usulca. "İyi olmanın nasıl bir şey olduğunu unuttum. İyi olmak istesem de nasıl olacağımı bile bilmiyorum. Bana bu soruyu herkes soruyor. Cevabını bildikleri halde soruyorlar. Ben de aynı cevabı veriyorum... İyi olmak ne demek?" Demet Hanım da aynıydı. Yaşı gereği beyazlayan saçlarını boyatsa da yine aynı kadındı. Geçen ay büyük oğlundan torun sahibi olmuş, gelecek ay ise küçük kızını evlendiriyordu. Bir kaç ay sonra da emekli olmayı ve eşiyle Avrupa turuna çıkmayı planlıyordu. Ben gidersem seni çok sevdiğim bir dostuma emanet edeceğim demişti bir kaç gün önce... İşini çok seven bir psikiyatrist... Dünyadaki şanslı insanlarda biriydi Demet Hanım. Bir eşe ve çocuklara sahip, sağlıklı, mutlu bir kadındı. Hayatta mutlu olmak için bunlara sahip olmak yeterdi! Daha fazlasına gerek var mıydı? İşi gereği kendisi gibi ruh sağlığı iyi olmayan insanlara yardım ediyor, işini yaparken kendini onların yerine koyabiliyordu. Belki de bu yüzden onu sevmişti. Bu yüzden onunla konuşmaktan çekinmiyor, yüreğine sakladıklarını ona anlatabiliyordu. Buraya ilk geldiği günlerde onu ne kadar zorladığını bilincindeydi. İyileşmek istemeyen, sadece ölmek isteyen birine yardım etmeye çalışmak kolay değildi. Bu küçük odanın duvarları konuşabilseydi, şahit oldukları anları anlatabilseydi... Güvendiği ve sevdiği insanları kaybetmeye alışmıştı nasıl olsa... Her giden yüreğinden bir parça götürürken, yüreği de kalmamıştı ki... Bir kalbi olduğundan emin bile değildi. "Bugün çok sessizsin Reyhan."dedi Demet Hanım. "Canını sıkan bir şey mi var?" Kadından gözlerini kaçırıp, yine odayı incelemeye başladı Reyhan. İnsanların sorunlarına bakışlarını kaçırıp, cevap vermek adeti haline gelmişti. Aynaya bile bakarken, kendinden bakışlarını kaçıran biri olmuştu. Yolda yürürken, çalışırken, alışveriş yaparken ya da her hangi bir yer de hiç kimsenin yüzüne bakmıyordu. Görünmez olmanın bir yolu gibiydi insanları görmezden gelmek. Onların var olduğunu unutmak... "Burada kendimi çok savunmasız hissediyorum." derken derin ve içli bir nefes çekti. "Bu odanın havası beni etkiliyor." Gerçekten de öyleydi. Buraya her girdiğinde çaresizliğini, yalnızlığını, olmayan yüreğine gömdüğü acıları hatırlıyordu. Aslında unutamadığı ama yaşamaya devam etmek için unutmak zorunda olduğu her şeyi... Bir zamanlar var olan ancak şimdi yok olan kadını hatırlıyordu. "Renkler yüzünden mi?" "Hayır sorun renk değil. Mavi rengi severim. Yani bir zamanlar seviyordum... Şimdi seviyor muyum emin değilim. Ya da renkleri önemsiyor muyum? Sanırım önemsemiyorum. Hayatım siyah beyaz filmler gibi... Hiç bir renk yok... " Onu izliyordu Demet Hanım. Üç yıldır tanıdığı ve ciddi bir yol katettiği kadına dikkatle bakıyor, onun geçirdiği evreleri düşünüyordu. Çok değişmişti Reyhan. Genç kız havasından sıyrılmış, daha kadınsı hatlara ve bir yüze sahip, karakteri oturmuş, çok güzel bir kadın haline gelmişti. Büyümüştü... Yıllar ona ruhsal yönden acımasız davransa da fiziksel olarak bonkör davranmış, gayet hoş bir hanım olmuştu. Görünmez olmaya çabalasa da onu görmemek olası bile değildi. Buraya ilk geldiği güne kaydı zihni... Meslek hayatı boyunca onun gibi çok fazla hasta elbette ki görmüştü. Sevdiklerini kaybeden ve bu kayıpla hayata küsen, yaşamak istemeyen, ruhunu karanlığa iten insanlarla tanışmıştı. Reyhan da bu kaybı en acı şekilde yaşayan, yarası çok ağır genç bir kızdı. Üzerinde bir kot pantolon ve tişört vardı o gün. Saçları darmadağın, ruhu tamamen çökmüş, görünmez olmaya çalışan genç bir kız. İlk bir kaç ay onunla iletişim kurmakta zorluk çekmişti. Reyhan sadece ağlıyor, konuşmak istemiyor, buraya gelme nedenini kabul etmiyordu. Kimsenin yardımını da kabul etmiyordu. Ailesi ve dostları onun intihar etmesinden, kendine zarar vermesinden korkuyordu. Haklılardı... Kaybı büyük olan insanlarda intihar vakaları çok fazlaydı ve ne yazık ki aklına bunu koyan biri kendini öldürmek için her türlü yola başvura biliyordu. Elbette ki yaşadığı kolay bir acı değildi. Düğün günü sevdiği adamı kaybeden bir kadının iyi olması beklenemezdi. Bu onun da öleceği, hayatına kendi elleriyle son vereceği anlamına gelemezdi. Gencecik, önünde uzun yıllar olan, yaşamayı hak eden birinin kendini tüketmesini izlemek vicdansızlıktan başka bir şey olamazdı. Hayatın gerçeğiydi ölüm... Tesellisi zordu! Onu buraya getiren arkadaşı "Biz ona yardım edemiyoruz." demişti o gün. "Lütfen yardım edin!" Bazı yaraların tamiri gerçekten çok zordu. Çoğu insan ruh sağlığının da beden sağlığı gibi tedavi edilmesi gerektiğine inanmıyor, psikiyatriste gitmeyi utanç meselesi haline getirebiliyordu. Oysa ne kadar yanlıştı... İnsanın akıl sağlığı beden sağlığı kadar hatta çok daha fazla önemliydi. O zamanlar buraya gelmeseydi, tek başına kalsaydı iyileşmesi belki de mümkün olmazdı. Belki de kendini öldürmüştü. Tam olarak iyileşmese de üç yıl önceki genç kız değildi Reyhan. Bugün yine çok şıktı. Adım adım, yudum yudum, santim santim ilerleme kaydetmiş, hayatına bir hedef koyarak yol almayı başarabilmişti. Hedefi için iyileşmeye çabalıyor olsa da içindeki acıyı unutamadığını biliyordu Demet Hanım. Şüphesiz onun bugün ki duruma gelmesine en büyük etken, hayatındaki en değerli insan Fatoş'tu... Onun için ayakta durmalıyım diyordu sürekli. Onun bana ihtiyacı var. O bana sevdiğim adamın emaneti... "Uykuların düzene girdi mi?" dedi Demet Hanım. "Daha iyiyim ama bazı geceler, gecenin bir yarısı bir ses duyuyorum." Alçak ve tane tane konuşuyordu Reyhan. "Sanki yüksek bir yerden düşüyormuşum gibi korkuyla uyanıyorum." "Nasıl bir ses?" Demet Hanım'a bakıyordu Reyhan. "Bilmiyorum... Evin içinde biri geziyor, biri Reyhan uyan diyor. Beni çağırıyor." Gözleri nemlendi. "Işığı açamıyorum... Çünkü Fırat karanlık bir yerde uyuyor Demet Hanım. Onun karanlığında ben yokum..." Yine kaçırdı bakışlarını Reyhan. "Fatoş olabilir mi? Belki seni çağıran odur." Bazen ilaçların yan etkileri ağır olabiliyordu. Halüsinasyonlar, uyku hali, iştah kaybı, duygu durum bozuklukları... Reyhan'a en yüksek dozdan tedavi ile başlamış, dozunu yavaş yavaş düşürüyordu. En azından bu ara iki ilaç kullanıyordu. Onlarında yan etkileri çok ağır değildi. "Fatoş geceleri çok fazla uyanmaz. Hatta bu ara sabah uykusu bile ağır." derken saatine baktı Reyhan. Öğleden sonra Kerime'yi ziyarete gidecekti. Doğum yapmıştı Kerime. Bir kaç gün önce oğlunu dünyaya getirmişti. Nazım baba olmanın sevincini yaşıyordu. Onlarda dünyadaki şanslı insanlardandı. Çok şanslı... "O da genç kız oldu değil mi? Büyüdü..." "Bedensel olarak büyümese de yaşı büyüdü ama hala küçük bir çocuk. Bana da çok düşkün." "Sana sahip olduğu için şanslı bir çocuk Reyhan." "Ben de ona... Biliyor musunuz Nimet annem ölmeden önce bana her gün bunu söylüyordu." "Ne diyordu?" "Sen buraya Fatoş için geldin." Çenesini sıkıyor ve ağlamamaya çalışıyordu Reyhan. Ama işte mümkün değildi. Aldığı ilaçlar gözyaşını engelleyemiyordu ki... "Oysa ben oraya Fırat için gittiğimi düşünüyordum." Sağ yanağından iki damla yaş aktı süzülerek. "Nimet annem çok güçlü bir kadındı. İki yıl o yanımda olmasaydı, ben tek başıma hiç bir şeyi başaramazdım. O benden daha güçlü, daha inançlı, daha cesurdu. O Allah'a sığındı. Bir an bile isyan ettiğini duymadım. Bir an bile neden benim oğlum demedi." Oğlunu kaybetmişti Nimet Hanım. Bir annenin evlat acısı kadar zor olan daha ne olabilirdi? Fırat gidince birbirlerine tutunmuşlar, birbirlerinden güç almışlardı. Nimet Hanım acısını inancı ve duaları ile unutmaya çalışırken, kendisi beynini uyuşturan ilaçlara sığınmış, onlarla ayakta durabilmişti. Ve hala daha ilaç kullanıyordu. Bir çok kez, çektiği acılar dayanılmaz hale geldiği, Fırat'ın gittiği günü başa saran filmler gibi tekrar tekrar yaşadığında, o ilaçların hepsini tek sefere içip, bir daha asla uyanmamayı düşünmüş ancak her defasında aynı nedenden dolayı vazgeçmişti. Fatoş... Nimet Hanım hastalığının son aylarında, öleceğini hissetmesine rağmen mutlu olduğunu söylüyordu. Onun yatağının baş ucunda sabahladığı gecelerde, konuştukları hiç bir şeyi unutmuyordu. "İnsanın öleceği gün, an ve dakika kaderine yazılmıştır kızım... Biz kullar her zaman neden böyle, neden bu şekilde, neden şimdi diye isyan etsek de bu yazgıyı silemeyiz. Oğlum gitti... Ama sen geldin. Sen olmasaydın ben Fatoş'u kime emanet edecektim? Yine de hayatını onun için harcamak zorunda değilsin yavrum... Daha çok gençsin... Senin yaşamaya hakkın yok mu? Bu hakkı Fırat'ımla birlikte toprağın altına gömemezsin. Senin anne olmaya, kendi evladını sevmeye hakkın yok mu?" "Yok! Ben bu haktan vazgeçtim... Beni de Fırat'la birlikte gömdüler. O yaşamıyorken, ben nasıl yaşarım?" "Yaşayacaksın Reyhan. Ben bir evladımı toprağa verdim, diğerinin ömrü ne kadar uzun olabilir ki? Ama senin yaşamaya hakkın var. Sana oğlumu unut demiyorum. Unutamayacağını biliyorum. Hayatına devam etmen, yeniden birini sevmen, anne olman ona ihanet ettiğin anlamına gelmez. Fırat senin mutlu olmanı ister Reyhan. O sen mutlu ol diye neler yaptı biliyorsun..." "Ben onsuz nasıl mutlu olurum anne?" "Ah kuzum... Ben senin için her an dua ediyorum. Allah karşına kıymetini bilen, sana yaşadığın acıları unutturacak, eş, yoldaş, dost, yar olacak birini çıkarsın... Çıkarsın ki ben de huzur içinde gideyim..." "Ben senin gitmeni istemiyorum... Annem... Benim başka annem yok... Beni ne olur bırakma..." Gitmişti Nimet Hanım... İnsanların hayırlı ölüm dediği bir şekilde, hastanelere düşmeden, acı çekmeden, bir gece uykuya dalmış, bir daha asla uyanmamıştı. "Onu kaybetmek seni çok üzdü..."derken Reyhan'ın dalgın olduğunu fark etti Demet Hanım. Nimet Hanım'dan bahsettikleri her anda onu düşündüğünü ve onun için üzüldüğünü biliyordu. "Çok fazla... Sadece Fatoş ve ben kaldık." "Kendine haksızlık etme Reyhan. Sen içindeki güç sayesinde ayaktasın. Eğer o güç olmasaydı kimse sana yardım edemezdi. Ben de dahil..." "O güç Fatoş, Demet Hanım..." "Hala aynada gördüğün kadına inanmıyor musun?" "O kadın ben miyim?" "Elbette ki sensin. Neler yaşadığını, neler başardığını hatırla. Üç yıl önce buraya gelen çaresiz kız değilsin artık. Kendine ait kocaman bir restoranın, butik otelin, iyi bir gelirin var. Bunları başaran sensin." "Bunlar benim için başarı değil. Gereklilik... Yapmak zorundaydım." "Başarı Reyhan." "Yapmak istediklerim için paraya ihtiyacım vardı. Ve orayı bize Fırat almıştı. Eğer vazgeçseydim, o üzülecekti... Vazgeçseydim..." Aslında vazgeçmişti. Fırat yanında olmayınca hiç bir şeyin önemi yokken; ne o kır bahçesi, ne hayatı, ne de aldığı nefes... Tek bir neden için devam etmişti. "Engelli yaşam merkezi açmayı düşünmen çok güzel Reyhan." "Her çocuk Fatoş gibi şanslı değil Demet Hanım. Onun gibi desteğe ihtiyacı olan çocuklara yardım etmek istiyorum. Bir gün ben de olmayacağım. O zaman Fatoş ne olacak?" "Fatoş senin hayatında çok önemli..." "Fatoş benim hayatım... Bu yüzden bu kadar çalışıyorum. Bu yüzden Reyhan Hanım oldum. Kazandığım her kuruş onun için. Onun gibi çocuklar için." Genç kızın hüznünü dağıtmak için "Projen nasıl gidiyor? " dedi Demet Hanım. "Henüz çok başında... Arsayı bir kaç ay önce aldım ve geçen hafta temel atıldı." "Sana destek olacak birilerini bulabilirim. Anladığım kadarıyla bu yaşam merkezi çok amaçlı olacak." "Çok sevinirim Demet Hanım. Gelirim orayı çok kısa sürede bitirmeme yetmez." "Elimden geleni yaparım." "Teşekkür ederim." "Reyhan Hanım nasıl biri? Bana biraz yeni senden bahsetsene..." "Bu odanın dışındaki kadın mı?" "Evet." "İnsanın en büyük değişiminin nedeni yaşadığı acılar oluyormuş."diyerek dik oturdu Reyhan. "Ciddi, mesafeli, soğuk, insanlarla arasına aşılması imkansız duvarlar ören bir kadın oldum. Bazen de çok öfkeli... Ben artık insanlara olan güvenimi yitirdim Demet Hanım. Bir kaç iyi dostum ve babam dışında kimseyle görüşmüyorum." "Annen..." "Hayır, onunla da görüşmüyorum. Ağabeyimle de... Hayat ne garip, bir zamanlar ben onlar için fedakarlık yapardım, onlar beni görmezden gelirdi, şimdi onlar benim için bir şeyler yapmaya çalışıyor, ben onları görmezden geliyorum." "Seni anlıyorum... İlaçlarınla ilgili sıkıntın var mı?" "Anlık öfke nöbetlerimin olabileceğini söylemiştiniz. Benim bu ilaçlara ihtiyacım var. Onlar olmasa bu kadar güçlü olamam." "Olabilirsin Reyhan. Aynı ilaçları kullanan ve hiç etki etmeyen bir sürü hastam var." "Kendimi onları bırakmak için hazır hissetmiyorum Demet Hanım. Gerçek ben yaşamak ve tek başına mücadele etmek için hazır değil... Ama şu an karşınızda olan kadın, soğuk bir duvar sadece. Bu duvarı yıkabilecek hiç kimse yok. Ve benim de bunun olmasına izin vermeye niyetim yok." Topuklu ayakkabıları, pantolon ve ceketten oluşan gri renk takım elbisesi, içinde beyaz renk bluzu, özenle topuz yapılmış saçları ve hafif makyajı ile tam bir iş kadını havasına sahipti bugün Reyhan. Demet Hanım'a veda edip, uğraması gereken yerlere gitmek için otoparka park ettiği arabasına bindi. Kazadan sonra bir kaç ay arabaya binmekte sorun yaşasa da mecbur olduğu için korkusunu bir şekilde yenmişti. Aslında korkudan çok arabaya her bindiğinde o anı hatırladığı için binmek istememişti. Nikah salonunun önündeki yoldan geçmek zorunda olduğu zamanlarda o günü yeniden yaşıyor, yine aynı acıyı hissediyordu. O yolu kullanmak istemese de bazen kullanmak zorunda kalabiliyordu. Arabayı çalıştırınca bakışları direksiyonu tutan eline kaydı. Alyansı hala parmağındaydı. Onu çıkarmayı bir an bile aklının ucundan geçirmemişti. Sanki çıkarırsa, Fırat'ı da hayatından çıkaracakmış gibi hissediyordu. Onun yüzüğünü, evlilik cüzdanı ile birlikte bir kutuya koymuş, ona ait hiç bir şeyi atmamış, kimseye vermemişti... Giysileri, ayakkabıları, saati, parfümleri, resimleri, diplomaları, çocukluğuna ait eşyalar her birini saklıyordu. Hepsi evindeki bir odanın içinde, sanki geri gelecek ve onlara ihtiyaç duyacakmış gibi bekliyordu. Onu özlediği anlarda o odaya giriyor, onlara dokunuyor, kokluyor, giysilerine sarılarak, onun yanında olduğunu hissediyordu. Ve gelinliği... Üzerine hala kanı olan gelinliği, yine o odadaki dolapta asılıydı. Kimine göre bu onun kendisine yaptığı bir işkenceydi. Kime göre ise sevdiği adamın anılarına saygı duyması... İşkence konusunda haksız da sayılmazlardı. Bazen, aslında çoğu zaman hala yaşadığı ve ölmeyi beceremediği için kendine acı çektiriyor, kendinden intikam alıyordu. Sadece kendinden mi? Etrafındaki insanlara karşı da öfke doluydu. Sertti... Soğuktu... En çok da bir kişiye karşı hissettiği öfke ve nefret asla geçmiyordu. Geçemezdi! Çiçek! Katildi Çiçek! Yaptığı şey kaza değil, kasten ve bilerek cinayet işlemekti. Alkol almış, gözü dönmüş, cinnet noktasına gelmiş bir halde arabasını onların önüne sürmüştü. Onun da ölmesi gerekiyordu ama ölmemişti. Gerçi ölüm onun için bir kurtuluş, bir mükafat olurdu. Yaşayarak cezasını çekiyor olması biraz olsun huzur bulmasını sağlıyordu. Omuriliği kırılmıştı Çiçek'in. Aylarca yoğun bakımda kalmış, bu süreçte bir çok kez ölümün kıyısından döndüğünü duymuştu. Yüzü dağılmış, bir gözünü kaybetmiş, sağ elinin bir parmağı kopmuştu. Ama işte ölmemişti... Hapse girmesi gerekirken, adaletin elinden kurtulmayı başarabilmişti. Mahkeme aylarca sürmüş, sonucunda çıkan karar hepsinde şok etkisi yaratmıştı. Çift şeritli yolda, görüş alanı dar ve sıkıntılı, ayrıca yol çalışması nedeniyle, kaza kaçınılmaz hale gelmiş, iki sürücü de de hata payı eşit olarak saptanmıştır. İlahi adalet ise mükemmel bir şekilde işliyordu. Yaşadığı her güne lanet ettiğini, Fatoş'tan daha beter durumda olduğunu kendi gözleriyle görmüştü. Babası onu hastaneden çıktıktan sonra yatılı bir rehabilitasyon merkezine yatırmış, hala orada yaşıyordu. Çiçek sadece kendisini değil, ailesini de darmadağın etmişti. Sadi Bey'in otellerini sattığını duymuştu. Ve Ömer Usta şu an yanında çalışıyordu. Restorantı açınca almıştı onu... Çevresinde güvenebileceği insanlar vardı. Nazım vardı... Nazım en büyük yardımcısıydı. Butik otel ve restoran şeklinde işlettiği yerin sadece müdürü değil, her şeyiydi. Gözü kapalı güvenebileceği tek adamdı Nazım. Kerime, Nazım ve Fatoş sahip olduğu tek ailesiydi. Babası dışında kendi ailesinden kimseyle görüşmüyordu. O kötü günlerinden ardından, bir kızı olduğunu çok geç hatırlayan annesi her gün aramış, yanına gelmek istemiş, hatta Bursa'ya geri dönmesi için çok çaba harcamıştı. Seçimini yapmıştı... Ait olduğu yer burasıydı. Fırat'ın hatıralarını, onun mezarını, onun kendisine emanet ettiği iki insanı bırakıp gitmeyecekti. Gitmemişti... Bir kez Çiçek'i görmeye gitmişti. Onunla yüzleşmek, hesap sormak için gitmiş, ancak karşısına çıkmadan, uzaktan görmüş geri dönmüştü. Çok kötü bir durumda ve çok aciz, zavallı bir halde, ona verilen odada yaşıyordu. Tabii buna yaşamak denirse... Hapse girmemişti ama içine sıkışıp kaldığı bedeni, onun en ağır mahkumiyetiydi... Keşke Fırat'ta yaşasaydı. Onun gibi olmasına bile razı olurdu. Bacaklarını, kollarını kaybetse ya da yatağa bağımlı hale gelse... Yine de yaşasaydı. Hayatının sonuna kadar ona bakar, onun mutlu olması için elinden ne geliyorsa yapardı. İlk aylarda her gün mezarına gidiyor, oradan saatlerce ayrılmıyordu. Onunla konuşuyor, mezarını temizliyor, çiçekleri suluyordu. Bunu her gün yapmasının acıdan başka hiç bir şeye yaramadığını söylemişti Demet Hanım. Fatoş için yaşamak istiyorsa, iyi olmak istiyorsa, her gün değil, en azından hafta da bir kez gitmesini, ona hala ayakta durabildiğini göstermesini söylemişti. Acıyı taze tutmak, yaranın iyileşmesini geciktirir, ne kendine ne de sevdiklerine yardım edebilirsin... Fırat orada değil, senin kalbinde demişti. Zor olsa kabullenmişti Reyhan. Ziyaretlerini hafta da bir güne düşürmüş, bu süreçte kendini işine vermeyi başarabilmişti. Oteli açmak, oranın yeni düzeni, tadilat derken günlerin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Kır bahçesi içinde saklı bir cennet varmış gibiydi şimdi. On tane bangolov evi, üç katlı bir butik otel, bahçesi geniş bir restorant... Kendi evi de oradaydı. Tek katlı, üç odadan oluşan, verandası, küçük bir bahçesi olan bir kütük ev inşa ettirmişti oraya... Nimet Hanım o evde sadece bir yıl yaşabilmiş, ama bu bir yıl oğlunun ve gelinin hayallerinin gerçekleştiğini gördükçe çok mutlu olmuştu. Belki de onu mutlu etmek için o kadar çabalamış, hayallerinin peşini bırakmamıştı. Bahçeye yine aynı salıncağı koymuştu Reyhan. Fırat'la birlikte oturmaktan keyif aldığı, çok güzel anıların olduğu salıncak da oradaydı. Bir köşe de Fatoş'un sevimli tavşan ailesinin kafesi, içinde birbirinden güzel on bir tavşan yaşıyordu. Hayvanların özel çocukların tedavisinde çok etkili olduğunu okumuş, hala neler yapabileceği hakkında araştırmalar yapıyordu. Fatoş yaş olarak büyümüştü fakat sürekli hastalanıyordu. Kazadan bir kaç ay sonra kasılma şeklinde nöbetleri baş göstermiş, ateşlendiğinde nöbetleri de artıyordu. Sürekli gittiği doktoru, epilepsi atakları gelişti demişti. "Serebral palsi tanısı almış çoçuklarda, epilepsi tablosu genellikle daha erken yaşlarda görülür. Beş, altı, bazen de yedi... Fatoş duygusal ve motor gelişimi çok zayıf olan bir çocuk. Bu atakların, şu an başlamasının nedenini yaşadığı kayıp da olabilir. Bu kesin demiyorum ama ailesine kaybetmek bunu tetiklemiş olabilir diye düşünüyorum." Fatoş ağabeyinin gittiğinin farkındaydı ancak nereye gittiğini bilmesi imkansızdı. Ona ölümün ne olduğunu anlatamazdı. Annesi öldüğünde boş olan yatağına yatıp, tüm gününü orada geçirdiği oluyor, kendisi ile konuşmuyordu. Keşke konuşabilseydi ve neler hissettiğini anlatabilseydi... Ona hala masal okuyor, akşamları salıncakta otururken, saçlarını okşuyor, ağabeyi ve annesinin cennete olduğunu anlatıyordu. Cennet... Fatoş'un tedavi süreci başladıktan bir kaç ay sonra Nimet Hanım ölmüş, Reyhan bu süreçte çok zorlanmıştı. Sanki tüm dünya üzerine geliyor, sanki yaşamaması için, ölmesi için bir sebep sunuyordu. Fatoş'u düşünürken, onun sağlığı ile ilgilenirken kendini bile unutmuştu. İlaçları sayesinde şu an daha iyi ve nöbet sıklığı azalmış olmasına rağmen, onu bir an bile yalnız bırakmıyordu. Hemşirelik mezunu bir kızı işe almıştı. Günü içinde yanında o kalıyor, kendisi ise ancak akşamları onunla olabiliyordu. İşleri bu ara çok yoğundu. Yaz sezonu açıldığı için, otelin üç aylık rezervasyonları dolmuş, restorant gün içinde çok kalabalık hale geliyordu. Kahvaltı menülerini tercih eden müşterilerin olumlu yorumları, en çok tercih edilen mekan olarak anılmasını sağlıyordu. Masal Bahçesi... Adını masal bahçesi koymuştu. Kapasitesi çok büyük olmasa da yine de gayet iyiydi. Ne garip... İşi ile ilgili hayalini kurduğu hatta hayalinden de öte bir yere sahipti ancak mutlu değildi. Fırat hayatında olsaydı, hiç bir şeyi olmasaydı... Bazı insanları dünyadaki sınavı gerçekten çok ağırdı... Ve bazen insan sevdikleri ile sınanıyordu. Kendisi gibi... Arabasında yol alırken, yaşadıklarına gitmişti zihni... Klinikten çıktığı günlerde, Demet Hanım'la sohbet etmek iyi olmasını biraz olsun sağlasa da geçmişi düşünmekten kendini alamıyordu. Önce bankaya uğradı. Fırat otelin yerini almıştı ama orayı bugünkü haline getirmek için mecburen yüklü bir miktarda kredi çekmesi gerekmişti. İki yılda kazancı bu kredinin büyük bir miktarını da ödemişti. Kazancının büyük kısmını engelli yaşam merkezi için ayırıyor, diğer kısmı ise çalışanlarına ve kendisine fazlasıyla yetiyordu. Finansal konularda hiç bir tecrübesi olmamasına rağmen, insan mecbur kalınca bir şekilde öğreniyordu. Çek defteri, vergi levhası, mali danışmanı, muhasebecisi olan bir iş kadınıydı Reyhan Kocabaş... Gönül yarası dışında, tüm işleri sanki sihirli bir değnek dokunmuşcasına iyi gidiyor, hiç zorluk yaşamıyordu. Bunun sebebinin Fatoş olduğuna inanıyordu. Hayatının uğuruydu Fatoş. Şans meleğiydi... Bankadan çıkınca, toptancıya ve muhasebe bürosuna gitti. Hava bugün bulutluydu. Ara ara çiseleyen yağmur, günlerdir yakan hatta kavuran güneş sonrası toprağa ve bitkilere çok iyi geldi. İşlerini bitirince, Nazım ve Kerime'nin evinin bulunduğu mahalleye yöneldi. Yine aynı evde yaşıyordu Nazım. Kazadan üç ay sonra Kerime ile evlenmişler, o evi küçük bir tadilatla çok güzel bir aile yuvasına dönüştürmüşlerdi. Evet onlar bir aileydi. Kerime'nin ilk eşinden olan oğlu Kerem'i de yanına aldıktan sonra dünyanın en mutlu kadınıydı artık... İkinci kez anne olduğu için bu mutluluk bine katlanmış, küçük sarayım dediği evinde huzur içinde yaşıyordu. Onun için çok seviniyordu Reyhan. En yakın dostu mutlu olmayı sonuna kadar hak etmişti... Mutlu olmayı hak etmeyen bir tek kişi vardı bu dünyada. Kendisi... Arabayı evin önüne park edip, arabadan inince kendisine doğru koşan küçük çocuğun sesini duydu. "Reyhan teyzem geldi! Yaşasın..." *** Arabanın sağ camından düşünceli bir yüz ifadesi ile dışarıyı izleyen arkadaşına kaçamak bakışlar atıyor, onun ne düşündüğünü merak ediyordu genç adam. Gece yarısı yola çıkmışlar, Antalya il sınırını biraz önce geçmişlerdi. Biraz tatil biraz iş bahanesi ile geldikleri bu yerde kalmak için iyi bir otel bulmuş, ancak arkadaşı bir tek yerde kalmaları konusunda ısrar etmişti. Kemer'e gideceklerdi. "Acıkmadın mı hala Tarık?" Kendisi epey iştahlı bir adam olmasına rağmen, Tarık yarı aç gezen bir adamdı. Yine de cüssesi kendisinin iki katıydı ve boyu biraz daha uzundu. Zamanın da sporla uğraştığı için kol ve bacak kasları da gayet iyiydi. Onun gibi olmak için bir fırın ekmek yese yine de onu yakalaması mümkün görünmüyordu. Bu da yetmezmiş gibi yakışıklı ve karizmatikti de Tarık. Allah'tan onunla kız tavlamaya falan gitmiyordu, yoksa yanında o varken kadınlar kendisine değil ona bakarlar, bu adam kısmetini kesinlikle kapatırdı. Onun kadar ilgi çekici olsa çapkın bir adam olacağı da kesindi. Çapkın değildi Tarık. Tek gecelik ilişkilerin adamı da değildi. Bir yıl süren evliliği yüzünden kadınlardan soğuduğunu düşünüyordu. İşte bazen, bazı kadınlar bir erkeği bırakın evlilikten, hayattan bile soğutuyorlardı. "Henüz acıkmadım..."derken hala dışarıyı izliyordu Tarık. Sağ kolunun dirseğini arabanın kapısına dayamış, parmak uçları çenesindeki sakallarını okşuyor ve düşünüyordu. Mavi renk gözleri soluk bakıyordu bugün. Siyah saçları bile dağılmamış, yeni taranmış gibiydi. Yüzünü kaplayan hafif gür sakalları, yüz ifadesini gizlese de canının sıkkın olduğunu anladı Doğan. Arabayı gece o kullanmasına rağmen hiç uyumamış, hala daha da uykusuz görünmüyordu. "Ne içiyorsun sen Tarık?" derken onu kıskandığını belli etti Doğan. Sesi de yüz ifadesi de alaycıydı. "Adam otuz bir yaşına girdi hala dinç ve yakışıklı. Dünden beri gözünü kırpmadın ama maşallah gayet iyisin. Ben sabaha karşı arka koltukta salyalarımı akıtıyordum. Hala daha belim ağrıyor." "Uçağı binmediğimiz için kızgın mısın?" "Yani buraya İstanbul'dan bir saatte gelmek varken, on saatte geldiğimiz için neden kızgın olayım ki? Adamın derdi gezmek ve beni de bir şekilde ikna ediyor." "Acelem olmadığı için arabayla geldik. Hem böylesi daha keyifli..." "Senin keyif anlayışın ile benimki aynı olsaydı inan bana şu an başka bir yerde olurduk." Güldü Doğan. "Yenge hanım seni duymasın Doğan." "Zaten aramız limoni... Bana olan güveni sarsılmış. Ya anlamıyorum ben bu kadınları!Onları mutlu etmek neden bu kadar zor?" "Bana sorma. Bu konuda sana nasihat veremem." "Sen ayrıldın ve bitti Tarık. Zaten o evlilikte, o kadında sana uygun değildi." "Ben de ona uygun değildim. Gençlik hatası... Ya da o zamanlar hissettiğim boşluk ve yalnızlık hissi diyelim." "Geçti ve bitti dostum. Düşünmeye değmez." Hemen sonra konuyu değiştirdi Doğan. "Bir bar fena olmaz ama bence yatırım için bir otel çok iyi bir fikir olabilir." Arkadaşına baktı Tarık. "Ne olacağına henüz karar vermedim Doğan. Ancak benim tercihim kafe tarzı bir yer... Amerika'daki yerim gibi..." "Kafe de olur. Yani bu konuda fazlasıyla iyisin. Oğlum sen ekonomi ve finans mezunusun. Sendeki beyin bende olsa, bu memlekete başbakan olurdum." Gülümsedi Tarık. Onun gülümsediğini gören arkadaşı omuzuna bir yumruk attı. "Hah işte böyle koçum ya... Suratsız halini hiç sevmiyorum. Gülmeyi unuttun be Tarık. Hayatı bu kadar ciddiye almayı bıraksan, bak nasıl mutlu olacaksın." Bu kez önündeki yola odaklandı Tarık. Trafik sıkışmaya başlayınca, uzaktan gelen siren sesini duydular. "Kaza var sanırım." diyerek arabanın hızını düşürüp, önündeki araba ile arasındaki mesafeyi açtı Doğan. "İnşallah ciddi değildir. Yavaş gidin be oğlum ya..." Sitem ediyordu arabayı çok hızlı kullanıp, insanların hayatını karartanlara. Aynı anda da önündeki araçlara bakıyordu. "Acele giden ecele gider diye boşuna dememişler." Hemen sonra bir çığlık sesi yankılandı. Bir kadın yardım edin diye bağırıyordu. Doğan "Ne oluyor ya." derken önünde duran arabalar yüzünden arabayı durdurdu. O ne olduğunu anlamaya çalışırken, Tarık'ın arabadan indiğini gördü. "Hey! Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı ama duymadı arkadaşı. Öndeki arabaların arasına dalıp gözden kayboldu. Yine bağırıyordu Doğan. "Ah be Tarık be! Ah be Tarık. Herkesi ölümden kurtaramazsın!"dedi usulca. Ağabeyini kurtaramadığın gibi...
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE