O BİR ERDEM SANCER

1355 Kelimeler
Onu ilk gördüğüm anı rüyayla gerçek arasında bir yere not ettim. Öylece geliyor… Boyu o kadar uzun ki, sanki gökyüzüyle konuşup geri dönmüş gibi. Başımı kaldırırken boynumdan bir ses geldi. Ciddi söylüyorum, kemiklerim bile saygı duruşuna geçti. Ama asıl mesele o değil. Gözleri. Yeşil. Ama öyle bildiğiniz çimen yeşili değil, ödevini son gece yapan öğrencinin sabah göz altı moruyla karışmış, yağmura yakalanmış orman yeşili gibi. Bir ton ki... sadece doğada olur. Belki de haritalarda "girilmez bölge" rengi. Bir bakıyor... Sanki gözbebeklerimin arkasını görüyor. Sakladığım her cümleyi, ağzımdan çıkmayan her duyguyu okuyor. Kaçmak mümkün değil. Çünkü o bakmıyor, tutuyor. Beni... havada asılı tutuyor. Ah bir de ayda yılda bir bakmasa. Üsteğmen Erdem Sancer. Üniforması üzerindeyse, sanki başka bir dil konuşuyormuş gibi duruyor. Gömleği bile onun üstünde "ben resmi bir mesele taşıyorum" diyor. Ama... Tuhaf bir detay var. Sakal. Evet, sakal. Sert, düzenli ama orada. Askerlerde olmaz derler. Ben de düşündüm. "Hani askerlere sakal yasaktı? Bu bir kural ihlali mi yoksa ‘yakışan istisnadır’ diye bir madde mi var TSK ’da?" Çok yakışıyor namussuza. Sonra düşündüm: Belki izindedir. Belki görevi gizlidir. Belki... belki bıyıkla başlayıp biz anlamadan sakala geçmiştir. Belki bana öyle geliyor. Çünkü ne olursa olsun... o haliyle bile askeri değil, destansı bir figürü andırıyor. Öyle biri ki, yanında yürümek bir onur nişanı gibi. Ama ben yanında yürüyemem. Çünkü ben hep arkadan bakıyorum. Hep biraz uzaktan. Ve içimden hep şu geçiyor: “Bu adam kesinlikle bir kitaptan fırlamış ama yanlış sayfaya düşmüş.” Benim hayatıma. Benim sokağıma. Ve… belki, benim kalbime. Ama sormaya cesaretim yok. Çünkü asker bakışıyla sorduğunda bile insanın kalbi rapor verir: Çarpıldı komutanım. Kalp bölgesinden tam isabet. Bakın, bu nasıl açıklanır bilmiyorum ama… Yeşil gözlü. Ama esmer. Şimdi sen kalk, bütün biyoloji kurallarına, kalıtım tablolarına, gen bilimine “hadi canım oradan” de, ve git… O kara saça, o yosun çalkantısı gözleri yapıştır. Bir insanın hem saçları geceden daha koyu, hem gözleri sabahın en taze ışığı olur mu? Oluyor işte. Erdem ’de oluyor. Sanki yaratılırken bir melek demiş ki: “Ben bunu fazla yakışıklı yapmayalım da millet rahat etsin.” Sonra başka biri gelmiş, “Bir dakika ya... bu benim karakterim.” demiş. Ve bütün ayarları bozmadan, ayarı bozmuş. Seçmece bu çocuk. Olabilecek en güzel parçalardan seçmece. Yani çocuk dediğime bakmayın tabii. Resmi olarak çocuk olan benim. Henüz 16 yaşındayım. Ve o benden büyük. 9 yaş kadar. Aşkın yaşı mı olur be. Kafamın tasını attırmayın. Ben mesela ayna karşısında tek kaşımı kaldırmaya çalışırken mimik kasıma kramp giriyor. Ama o… Yüzünü buruştursa bile karizmatik. “Düşünüyorum” bakışı var mesela… Bende olsa "kabız mı bu kız?" derler. Ama onda... akademik konferans veriyor gibi duruyor. Bir de sakal! Bak hala oradayım. Ne zaman, nasıl, kimden izin aldı bilmiyorum ama… O sakalla birlikte o gözler daha da bir “yaklaşma ama yaklaş” diyor. Ve ben? Ben hala orada, yolun ortasında onu izliyorum. Düşüncelerim karmakarışık. Bir yanım: “Bu gözler yanlış kişide!” diye bağırıyor, diğer yanım: “Hayır hayır, tam doğru kişide. Sadece o kişi bana biraz fazla uzakta.” Belki birazcık yakın olsa… Belki bir gün gerçekten baksaydı, Belki... o gözlerin içinde kaybolma hakkını bana verseydi… Ama yok. O gözler görevde. O adam sanki dünya işleri için yaratılmış. Benim küçük, garip, sıradan hayatıma fazla... büyük. Yani kısaca; Ben elimde oyuncak silah, mahallede hayal kurarken, O elinde gerçek silahla, sınır ötesi hayallerin adamı. Ama ne olursa olsun... O gözlerin rengi... Benim dünyamın siyah- beyaz ekranında aniden açılmış bir 4K hayal. ... O gece yastığıma başımı koyarken hala onun sesini duyuyordum: “Bu boyla seni görmezler. Yolun ortasında durma.” Tam uyuyorum derken kulağımda yankılandı. Ama bir yerden sonra ses tonu değişti. Cümle uzadı. Ve sonra... dönüştü. Gökyüzü mora çalıyor. Mahallem... bir bilimkurgu filminin seti gibi. Binalar eğilmiş, yollar dalgalanıyor, hava baloncuk gibi. Birden gökyüzünde bir çatlama sesi duyuluyor. Ve sonra... Pat! Bir şey gökyüzünü yararak iniyor. Bir pelerin savruluyor. Ve karşımda... o! Erdem. Ama... Normal Erdem değil. Süper Kahraman Erdem. Kafasında taktik kaskın üzerine geçirilmiş bordo bir bere. Göğsünde yıldız yerine kocaman bir "E" harfi. Belinde kütüphane gibi duran bir cephanelik, ama sadece şekersiz Türk kahvesi ve yara bandı dolu. Sırtında mavi, lacivert, gri ve biraz da kamuflajlı bir pelerin. Ve evet... Sakal hala var. Ama şimdi... ışıldıyor. Ben orta yerde, mahalledeki bakkalın önünde dondurma alırken kendimi kaçırılmış buluyorum. Bir uzay yaratığı yani Ferhat, ama uzaylı versiyonu beni kaçırmış, uçan bir dolmuşla başka mahalleye götürüyor. Dolmuşlar meğer ufoymuş. Yıllarca bizi kandırıyorlarmış. Şimdi anlıyorum trafiği niye felç ettiklerini. Ben bağırıyorum: "Beni kimse sevmedi ama ben kendimi seviyordum yaaa! Bu niye oldu şimdi? Niye benim başıma geliyor? Başımın çok güzel olması suç mu?" Tam o sırada, gökyüzü yarılıyor. Güm! Işıklar patlıyor. Ve Süper Erdem geliyor. Kahramanca bir iniş yapıyor ama yere iner inmez dizine inceden kramp giriyor. Ben görüyorum ama çaktırmıyorum. O da hiç bozuntuya vermiyor. “Ufaklık! Seni geri almaya geldim.” Kalbim delirmiş gibi atıyor. Yani uyuyorum ama kalbim uyanık. Çünkü o an bir şey fark ediyorum: Erdem bana “ufaklık” diyor ama... sesi titriyor. Sonra yaratık Ferhat 'a dönüp: “Onu bırak. O benim görevim. Kalbini korumakla yükümlüyüm.” diyor. Yaratık Ferhat “O senin kardeşin yaşında!” diye bağırıyor. Sanane oğlum muhtar mısın, Süper Erdem oralı olmuyor. “Aşkın yaşı olmaz.” diyor. Bu cümleye kendi uykumda bile “woaaaw” diyorum. Evet rüyadayım biliyorum. Bu kadar absürtlük başka nerede olacak? Erdem beni kucağına alıyor. Ama süper kahraman kucağı değil bu. Biraz yorgun, biraz terli, ama... güvenli. Pelerininin ucuyla rüzgarı kesiyor. Ve göğe doğru yükseliyoruz. Ben aşağıya bakarken mahallemin çatılarının üzerinde süzülüyoruz. O sırada kulağıma eğilip şöyle diyor: “Artık yolun ortasında durmaktan korkmana gerek yok. Ben senin yolunum. Yerin kalbimin tam ortası. ” ZİNNN! Sabah alarmı. Gözlerimi açıyorum. Yorgan yerlerde. Ters dönmüşüm. Yastığın üstünde saç tokam var, kafamda yok. Saçım ağzında. Ama ağzımda hala şu cümle dönüyor. “Aşkın yaşı olmaz.” Ve kendi kendime şöyle dedim. “Tamam... bu artık ciddi bir vaka.” .... Sabah. Alarm ikinci kez sustu ama ben hala yatakta uzanıyorum. Yorganı çekmişim, tavana bakıyorum. Çünkü rüyada Erdem beni kurtardı, ama gerçek hayatta hala ben kendimi ayağa kaldırıyorum. Ya da kaldıramıyorum. Bir esneme, bir iç çekiş, sonra sürüne sürüne banyoya… Aynanın karşısına geçiyorum. Bakıyorum. O da bana bakıyor. “Selam. Kısa versiyonum, nasılsın bugün?” Ayna versiyonum cevap vermiyor ama içimden bir ses şöyle diyor: "Erdem' in omzuna çıksam ancak öyle göz hizasına gelirim." Kendimi tarif etmem gerekirse; Sıradan. Yani, biri beni tarif ederken "çok güzel" demez, ama "tatlı" der. “Tatlı” da işte… Kibarca "sen bizim ligden değilsin" demenin şekeri. Saçlarım her sabah başka bir boyutla uyanıyor. Biri kıvırcık, biri düz. Sanki gece kavga etmişler de ben barıştırmaya çalışacağım. Kahverengi gözlerim var. Yani... Çok net ifade etmek gerekirse; “göz” işlevi görüyorlar. Ama Erdem ’in o yosun yeşili gözlerinin yanında… Benimkiler biraz... ceviz kabuğu gibi. Tenim soluk. Ne beyaz denir, ne buğday. “Gizem tenli” diye ayrı bir kategori açılması lazım. Biraz yanınca pembemsi oluyorum. Ama sonra hemen geçiyor, çünkü ben bile ciddiye almıyorum kendimi. Güneşte ciddiye almıyor sanırım beni. Ve… evet. Kısayım. Yani kısa da değil, çok kısa da değil... Ama Erdem’ e göre öyle. Adam yürürken binalar selam duruyor. Ben yürürken kumrular sağa sola kaçışıyor. O bana baksın diye yukarı bakmam gerekiyor. Boynum tutuluyor, yeminle. Uzakken bile. Ama bazen... Bazen onunla aynı karede hayal kuruyorum. Yanında yürüyorum. Omzuna yaslanıyorum. Sonra... Yaslandığım yerin kaburgasına denk geldiğini fark edip üzülüyorum. Omzu benden epey yukarıda kalmış. Kalbi kafamın üstünde. Aynada saçımı düzeltmeye başladım. Okul formamı giydim. Yine bol duruyor çünkü S beden bile üstüme “oversize” olur ama babam gidip M aldı. Kemerle tutturdum yine, ama belime değil, moralime destek oluyor resmen kemer. Sonra gülümsedim kendime: “Erdem seni görse ne derdi biliyor musun?” “Bu formanın içinde kaybolmuşsun ufaklık, dikkat et kaybolma.” Kendi yazdığım Erdem replikleriyle kendime kur yapıyorum. Durum bu. Ben artık o cümlenin bin versiyonunu bulurum. Son kontrol, diş fırçalandı, saç ikiye ayrıldı, kaşlar kavgalı ama barış görüşmeleri sürüyor. Ve sonra çantayı sırtlanıp kapıya doğru yürürken içimden sadece şu geçti. “Bu sabah da kısa ama umutlu kalktım. Belki yarın uzarım. Umut var. Henüz 16 yaşındayım. ” Acaba bizim çete kolumdan bacağımdan asılsa daha kolay uzar mıyım?
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE