Beklemek...
Beklemek sıkıcı.
Beklemek yorucu.
Beklemek çok yorucu.
Canını yakar gerçekler. Öyle bir yakar ki, bedenini diri diri toprağa gömseler hissetmezsin. Nefes almak haram gelir, susar konuşmazsın.
Bir köşede oturur, mutluluğun seni bulmasını beklersin. İçinde küçük bir umut bile varsa ömür boyu beklersin..
39 saat olmuştu. Fakat ne o uyanmıştı ne de genç adam bir saniye bile uyumuştu. Yorgunluğu uzaktan belli oluyordu. Üzerini bile değiştirmemiş bir dakika bile ayrılmamıştı yoğun bakımın önünden. Gözleri sürekli O'nun üzerindeydi. Bir kez olsun gözlerini kırpmadan dikkatle suratına bakıyordu. İçinde bir umut vardı ve saat ilerledikçe umudu tükeniyordu.
Ağlamıyor, sadece bakıyordu..
Annesi ve babasını eve göndermiş, kendisi saatlerce beklemişti.
"Yanına girebilirsin." Gelen ses ile irkilip arkasına döndü. Karşısında, acı dolu bakışlara eşlik eden buruk gülümseme ile onu izleyen doktora kaşlarını çatarak baktı. Bu bakışı hiç sevmemişti. Kimse ona acıyarak bakamazdı ama yine de sesini kesip kafasını onaylarcasına salladı. Şu an onun yanında olmaya ihtiyacı vardı.
Önünden geçip yoğun bakıma giren doktorun peşinden içeri girdi. Girişte hemen sağda kalan kapıdan içeri girip geniş lavabo ve dolapların olduğu kısma ilerleyip dolaptan önlük çıkaran doktoru bekliyordu sessizce.
"Şurada kollarını, ellerini ve tırnak içlerini temizleyebilirsin." Diyerek köşede kalan lavaboyu işaret etti. "Ardından üzerine bunları giy gel, dışarıda bekliyorum." Dolabın kenarına önlük olduğunu tahmin ettiğim poşeti bırakıp dışarı çıkan doktorun ardından derin bir soluk bıraktı. Adımları lavaboyu bulup musluğu açtı. Sabun sıkıp parmaklarının ve tırnaklarının arasına kadar temizlerken ellerinin titrediğini o an fark etti, sakin olmalıydı. Sakin olmalı ve temizliğini düzgün yapmalıydı.
Temizliğini yapıp önlüğü giymiş ve dışarıda bekleyen doktorun yanına gitti. Ellerinde tuttuğu eldiveni ellerine giydiren doktora zorluk çıkarmadan sessizce bekledi. "Hastayla fazla temas halinde bulunmamalı ve içeride fazla kalmamalısın." Diyen doktora kısa bir baş hareketi sergiledi. Kapıyı okuttuğu kartla açan doktorun kenara çekilmesi ardından içeriye girip kapıyı ardından kapattı.
Karşısında kablolara bağlı yatan genç kızın yanına korkarak bir kaç adım attı. Her adımda elleri ve ayakları titriyor, odadan çıkıp gitme isteği doğuyordu. Yan tarafında bulunan sandalyeyi yatağa yaklaştırarak oturdu. Gözleri cam ardından baktığı yüze tutulurken derin bir soluk alıp verdi. Gözleri titriyordu.
Hâlâ çok güzel.
Çok masum...
Ellerini uzatıp tutmak istedi ama kendisinde o cesareti bulamayıp yarı yolda omuzlarını düşürdü. Konuşmak istedi fakat cümleler boğazına dizildi. Gözleri doldu. Ağlamayacaktı. Kendisine söz vermişti. Ağlamaması gerekiyordu.
....
Karanlık bir sokak.
Issız ve kimsesiz bir yer.
Neredeyim dedi genç kız? Neresiydi burası?
Etrafına baktı. Belki biri sesimi duyar diye bağırdı.
"Kimse yok mu?" Kulağına gelen ses, kendi sesiydi. Bulunduğu ortamın sessizliğinde yankı yapıyordu sesi.
Yürüdü.
Koştu.
Kimseye rastlamamıştı. Korkuyordu. Kimsenin olmadığı bir yerde ne yapıyordu? Nasıl gelmişti buraya?
Sonra bir ses duydu. Hafızasının herşeyi unutup, hatırladığı tek ses.
...
Ellerini bir kez daha kaldırıp elini tuttu genç kızın. Ardından kendisine verdiği sözü tutamayıp, gözünden yaş süzülürken eğilip küçük bir buse kondurdu elleri arasındaki elin avucuna.
"O gün." dedi titrek sesle. "Seni, yağan yağmurun altında gördüğüm gün..
Korkmuş bir çocuk gibiydin. Savunmasız ve masum çocuk gibi." Diyebildi titrek bir sesle. Alnını genç kızın avucuna yaslayıp derin derin soludu.
"Yağan yağmurun, suratına değen her damlasının yerinde olmak istedim. Masumluğun belli olduğu suratına dokunmak istedim."
...
Genç kız, gözlerini açmak istedi. Açmak ve kulağına gelen sözlerin sahibine bakmak istedi. Fakat göz kapakları günlerce uykusuz kalmış gibi ihanet edip, kalkmamakta ısrarcıydı.
Kulağına gelen her sesle, her cümle ile gözleri önüne tek bir görüntü tek bir yüz geliyordu.
Düşündü genç kız. Kim bu adam? Sert çene yapısı, koyu kahve gözleri ve siyah saçları ile kimdi bu adam?
Sonra nefesinin kesildiğini hissetti.
Hatırlamıştı.
Mahsun Ağa'nın oğlu 'Kartal'dı. Kokusunu iliklerine kadar hissettiren adamdı.
...
"Gözlerini gördüğüm ilk an, nefesimi tutmuştum. Bir çift göz bu kadar mı berrak bakabilirdi?" Dedi alnını kaldırmadan boğuk çıkan sesiyle.
"İlk kez o gün, bir çift ela gözlere sahip olmak istedim. İçinde masumluğu barındıran bir çift göze." Gözlerinden akan yaş genç kızın avucunda gölet oluşturuyordu.
"Sonra bir baktım ki, o içinde masumluğu gördüğüm gözler, bana berrak bakan o gözler kapanmıştı. Bana bir daha o gözleri göremeyeceği mi söylüyorlar. İnanmadım. Seni bir ay kadar kısa zamandır tanıyor olsam da, seni bu kadar seven kişi varken onları bırakmazsın." Kafasını kaldırıp yaşlı gözlerle hareketsiz yatan kıza baktı. "Hadi, güzelim. Aç o gözlerini, gözlerimiz buluşsun."
....
Genç kız, ben buradayım demek istedi ama sesini bulamadı. Her yeri ağrıyordu. Hareket etmekte zorluk çekiyordu. Bekledi bir kaç saniye, ellerinde hissettiği baskıdan güç almak istercesine sıkıp bir kez daha denedi.
....
Gözlerinden süzülüp yanağını ıslatan yaşı silip çıkma vaktinin geldiğinin farkındalığıyla yerinden kalkmak istedi ama elleri arasındaki küçük ellerin parmak hareketiyle hızla yerinde doğrulup genç kızın üzerine eğildi. Heyecanla yüzüne gülümseme yerleştirip, solmaya yüz tutmuş surata bakmaya devam etti. Kıpırdanan göz kapakları ile kocaman gülümsedi. Gözlerini açmak üzereydi. Şükretti. 'Rabbime şükürler olsun.' diye dua etti.
Açmıştı.
Gözlerini açmış, özlediği ela gözleri onu bulmuştu. Yutkundu. Yanağına düşen ıslaklığı silmedi bu sefer. Çünkü ilk kez mutluluktan ağlıyordu. Karşındaki kız, ona ilklerini yaşatıyordu. Oturduğu sandalyeden hızla kalkarak heyecanla "Uyandın. Çok şükür uyandın güzelim." Dedi.
Gülümsedi. Onu hatırlıyordu. Duyduğu cümlelerle onu ilk tanıştığı günden bugüne hatırlıyordu. İlk kez.
Gözleri yüzünün her bir karesinde gezinirken gülümsemesine takılı kaldı ve ardından gözlerinden düşen yaşa baktı. Ağlıyordu. Üzüntüden değil mutluluktan olduğunu gözlerinin içinin gülüyor olmasından anladı. Elini bırakmadan, diğer elini Gece'nin solmuş
suratına yaklaştırdı. Yanağında süzülen göz yaşını tebessüm ederek silmeye çalışırken elleri titriyordu.
Gelen soru üzerine gülümsemekle yetindi Gece. Onun için merak etmiş, endişelenmişti. Gözleri genç adamın üzerinde ve suratında oyalandı. Sakalları uzamış, göz altları uykusuzluktan şişmişti. Üzerindeki takım elbise kırışmış ve kirlenmişti. Günlerce duş almadığı, uyumadığı ve üzerini değiştirmediği halinden anlaşılıyordu. Genç kız incelemeyi bırakıp, genç adamın gözlerinin içine bakarak kendisinde bulduğu sesle "İ-iyiyim sen?" diyebildi titrek nefesle. Tebessüm etti. Bu durumda kendisini değil, onu düşünüyor olmasına sevinmişti.
"Uyandın ya artık iyiyim." dedi ve elleri arasındaki küçük parmaklara buse kondurup bıraktı. Kendisini bir kaç santim geri çekip yatağın başındaki çağrı düğmesine basıp omuzlarını düşürdü. İzlediği her filme yoğun bakımda yatan çiftin sevdiği kişi yanına gelir ve ona seslenip uyandırırdı. Bu anlar hep filmlerde olur sanırdı ve saçma bulurdu. Ama kendisi o anı yaşamış olması ilk kez sevindirmişti.
Kapının açılıp içeriye hızla giren doktora dönerek tebessüm sundu. "Uyandı." dedi dakikalar önce acıyarak bakan gözlerine inat. Anlayışla bakıp sessizce müsaade isteyen doktora müsaade edip kenara çekildi. Sıra laf sokma sırası değildi, Gece'nin iyiliği için kontrol sırasıydı. Zamnı gelince elbet lafını tekrar sokardı.
Doktor genç kızın kontrol ederken onları izliyordu. Genç adam ve genç kızın hâllerini gördükçe gülüyordu. Birbirlerinden hoşlanıyor ama itiraf edemiyor olmalarını komik buluyordu. Ardından kontrolü bitmiş ve onları izlemenin ayıp olacağını düşünüp, izlemekten vazgeçerek "Durumu iyi, birazdan normal odaya alabiliriz. Geçmiş olsun." diyerek odadan çıktı.
Doktorun çıkması ardından dakikalar önce gülen ama şimdi ifadesizce bakan gözlere yaklaştı usulca. Çektiği sandalyeye oturup dirseklerini yatağa dayadı ve Gece'ye doğru eğildi. "Sana bir sır vereyim mi?" Sesi kimsenin duymasını istemiyormuş gibi fısıltılı çıkmıştı. Gelen soruya kaşlarını çatarak fısıltıyla "Ver." diyen Gece, yattığı yerde rahatsızca kıpırdandı. Bu kadar yakınında olmak ona iyi hissettirmemişti.
Yüzüne tebessüm yerleştirip, gözlerinde okunan şefkatla elini kaldırıp saçlarını okşadı usulca.
"Bir gün." dedi saçlarında parmak uçları kayarken. "Bir gün beni seveceksin ve ben sana aşık olacağım."
Söylenilen söze nasıl tepki vermesi gerektiğini bilemedi, sustu. Kendisi nasıl sevebilirdi? Sevmek nasıl bir şeydi? Ya da sevilmek? ebessümAcı dolu bir tebessüm sundu. Bilseydi hastalığını böyle söyler miydi? Bilseydi unuttuğunu ve yarın yine bugün hatırladığı her şeyi tekrar unutacağını sever miydi?
Tebessümü gülümsemeye döndü sessizce. Dudakları arasında küçük bir kıkırtı dökülüp ortamda lal oldu. Hâline, durumuna güldü karşısında ona anlam veremeyen gözlerle bakan adama karşı.
"Bende sana bir sır vereyim mi?"
"Ver"
"Bir gün." dedi işaret parmağını dudağının üzerine yerleştirerek. "Bir gün hatırlayacağım ve o gün aşkı öğrenmiş olacağım."
2 HAFTA SONRA. / GECE.
Nişan sonrası oturmuş, sahil kenarında bulunan bir banka, gözlerimi dikmiş ufuk çizgisine, düşünüyordum.
Unutmak...
Ne kadar acı veren bir duyguydu. Fakat kimse bilmiyordu. Herkes unutmak istiyordu, hatırlamamak. Oysa en ufak bir duyguyu, bir anıyı hatırlamak için nelerimi vermezdim ki. Mutlu olduğum bir anıyı, ağladığım, üzüldüğüm, sevindiğim bir anının saniyesini hatırlamak için ömrümü feda edebilirdim. Aklında, hafızanda sadece ailemle geçirdiğim o mutlu başlayan fakat ölümle biten günün son anı olması ve sadece onu hatırlayarak ömrünün geçmesi... Boş ver kimse yaşamadan anlamaz.
Olduğum konumda dururken, yanımda oluşan hareketlilikle o tarafa çevirdim bakışlarımı.
Kartal.
Gözlerini benim gibi ufuk çizgisine odaklamış düşünüyordu ya da sadece o şekilde görünmek istiyordu bilmiyorum.
Siyah takım elbisesi içinde muhteşem güzelliğe sahip insan. Hafızamın arada unuttuğu fakat kalbimin bir yerlerinde iz bırakmaya çalıştığı yüz. Belki de hastalığımdan kurtulmam için bir umuttu bana kendisi. İçimi acıtan ya da sevindiren adam olduğunun farkında değildi.
"Neden buradasın?" Derin'in yanında olması gerekiyordu. Bir kaç saat önce nişanları olmuştu ve ardından hemen buraya gelmesi saçmaydı.
"Buradayım."
"Neden?"
"Gece, sadece düşünmek istiyorum."
Sustum.
Sessizlik ve düşüncelerde kaybolmak ikimize de iyi gelebilirdi ya da belkide iyi gelmezdi. Bazen düşüncelerde kaybolup kendime günlük hafızamda acı çektirmek çok fazla yoruyordu beni. Her şeyi akışına bırakmak zamanı 'anı yaşa' formunda devam etmek istiyorum fakat sonra aklıma zaten her şeyi günlük yaşayıp unuttuğum geldi ve dudaklarıma hüzünlü bir tebessüm yerleşti.
"Ne düşünüyorsun?" Dedi gözlerini bir kez olsun bana çevirmeden. Hastaneden çıkalı 2 hafta olmuştu. Bu süre içinde beni her gün kontrol etmiş, zaman buldukça yanımda kalmıştı. Nereden mi biliyordum? Aldığım günlük notlarımda yazılıydı her şey. Sadece hastanede geçen sürede neler olduğunu yazamamıştım ama onu da Mahsun Ağa sayesinde Kartal'ın benimle kaldığını öğrenip notunu yazmıştım.
"Hiç." diyerek omuz silkip tekrar önüme döndüm. "Peki ya sen ne düşünüyorsun?" derken denizi izliyordu naif gözlerim.
"Hiç." diyerek omuz silkti beni tekrarlayarak. Bu duruma fazla aldırmadım. Düşünceli olması normaldi. Nişandan çıkıp kendimi sahil kenarına atmıştım. Bu akşam nişanını yapmıştık. Zaten, benim yüzümden ertelenmişti. İsteme ve nişan bir arada olmuştu. O artık nişanlı bir adamdı.
Sol tarafıma baskı yapan hislere kulak ardı etmek istedim. Adını bilmediğim hislerde dolaşmak beni yorardı. Belki de hasta oluyordum. Düşünmek istemiyordum. Düşünmek bana acı veriyordu. Gözlerim karanlığa bürünen gökyüzünü buldu, karabulutlar sarmıştı etrafını.
"Anlat." dedi sessizliği bozarak.
"Neyi?"
"Düşündüğün şeyleri." Gözlerimi ona çevirip gözlerini inceledim bir süre. Koyu kahve gözleri, bal rengine bürünmüştü sanki. Hüzünlü bakıyordu bal gözleri gözlerime. Acı vardı içinde, burukluk vardı gözlerinde. Ürpermeden edememiştim. Derin bir nefes alarak gözlerimi, bal gözlerinden çekip denize çevirdim tekrardan. Bir erkeğin hatta bir insanın gözlerinde duygu okumaya çalışmak hoşuma gitmemişti. Belki de zor duruma sokan duygular olmasıydı sevememiş olmam.
Hırçındı deniz. Dalgalarını acısını, hüznünü kayalardan çıkarmak ister gibi savuruyordu onlara karşı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes daha çektim içime. Okyanus kokusu ve deniz kokusu karışmış ortaya nefis bir koku yayılmıştı sanki. Biliyordum bu nefis kokunun asıl nedeni yanımdaki adamın, okyanus kokusuydu. Aldığım nefesi geri bırakırken "Mutlu musun?" diyebildim sadece.
Sessizlik..
Kapattığım gözlerimi aralayıp, ona çevirdim bakışlarımı. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Mutluluktan çok uzak acı çeker gibiydi. Gözleri ufuk çizgisinden bir saniye olsun ayrılmadan "Her mutluluğun bir de acısı vardır. Tam mutlu oldum derken acı çıkar bir yerden ve yine gelir seni bulur. Yakana yapışır kolay kolay bırakmaz." dedi sonlara doğru kısılan sesiyle.
Acı çekmek..
Mutluluk..
İkisi ne kadar zıt olsalarda birbirini asla bırakmayan iki sevgili gibiydiler. Benim acım da mutluluğum da uyuyana kadar sürüyordu. Belki hastalığım olmasa günlerce sürerdi. Bir kez olsun günlerce acı çektiğimi ya mutlu olduğumu düşünmeden edemedim. Sanırım acı çekiyor olsam bile mutlu olurdum. Hissedebildiğim, unutmadığım bir duyguyu günlerce yaşamak beni mutlu ederdi. Sürekli uyuyana kadar duygu yaşamak, uyanınca unutmak acı verici bir durumdu. Belki de unutmadığım tek şey unutuyor olmamdı.
"Uyuyunca geçer belki." dedim Gözlerimi, kucağımda birbirine kenetli ellerime çevirirken. Yan taraftan bir kıkırtı geldi ve bir kaç saniye sonra "Uyuyunca geçmeyen yaralar var, gece seni kaldırıp dört duvar arasında sıkıştıran ağrılar." Dedi tereddüt etmeden. Sesi fısıltıydı fakat kesindi. Yarası vardı, uyuyunca geçmeyen... Bir an yarası olmak istedim. Yarası olmak ve o yarayı sadece kapatan bir merhem olmak istedim. Sadece ben kanatıp, ben kapatmak istedim. Sonra buna hakkım olmadığını düşünüp susturdum düşüncelerimi. Ardından gürleyip, çiseleyen gökyüzüne kaldırdım başımı. Yağmur başlamıştı. Hafif çiseler ıslatıyordu suratımı. Keşke sol tarafımda büyüyen yangına ulaşıp söndürebilseydi yağmur damlaları.
"Her yaranın bir merhemi vardır. Önemli olan o merhemi bulmaktır."
"Benim merhemim bulundu fakat bana ulaşması imkansız artık." dedi hüzünle. Acı akıyordu cümlelerinde. Kavruluyordu içi. Hissedebiliyordum bunu ses tonundan.
"Neden?" Benimde ses tonum onunkinden farklı değildi. Acıyordu içimiz. Kanıyordu yaralarımız. Merhemi bulup ulaşmak imkansızdı ikimize. Sulanan gözlerime aldırmadan hafif çektim içime, akan burnumu. Onun ki nedendir bilinmez ama benim acım kendimeydi, belki de aşkı yarına tekrar ve tekrar unutup yaşamak isteyecek olmamdandır.
"Hayaller ve gerçekler diyelim." Gerçekleşmeyeceğini bile bile kurduğumuz o hayaller. En çok canımızı acıtan gerçekler değil mi? Umutlar, kurduğumuz hayallerin gerçekleşmesi dileği ile beslediğimiz o umutlar.
İnsanoğlu acı çekmeyi sever, alışmıştır. O yüzden fazla hayal kurarlar ya. Bu kurduğumuz ve beslediğimiz hayaller sadece kendimize. Belki gerçekleştirmek için uğraşacağız, belki hayatımız değişecek ya acısıyla ya tatlısıyla..
Gözlerimden düşüp, yanağımda süzülen tek yaşı hızla silerken "Bizi hayatta tutan o güçlü şey barındırdığımız umutlarımızdır. Yarın için kurduğumuz hayallerimizdir. Hayattaki belki en özgür olduğumuz konudur. Konu başlığıdır umutlar ve hayaller.. Aslında her insan kendi hayatının bir yönetmenidir. Bir ressam gibi çizer hayatını, bir söz yazarı gibi besteler şarkısını. Hayat bizim hayatımızdır, çizdiğimizi boyamakta, bestelediğimizi enstrümanla birleştirmekte bizim elimizde." dedim buruk bir tebessüm sunarak. Gözyaşlarım sessizce süzülmeye devam ediyordu yanağımdan. Artık ne gizlemeye çalışıyorum ne de umursuyorum.
"Neden ağlıyorsun?" Yanağımda hissettiğim parmaklarla ürpermeden edemedim.
"Hayata.. Ya da kaderime demeliyim." parmakları yanağımda oyalanırken, diğer eli ile çenemi tutarak kendisine çevirdi yüzümü. Çok fazla yakındık, neredeyse burun burunaydık. Dudaklarını yanağımda hissedince gözlerim istemsiz kapanmıştı.
Yapma.
Bunu bana, bize yapma. Her şeyi unutan hafızam arada bir seni hatırlatıyorken bunu kalbime yapma. Kavurma artık o tarafı. Yanıyor işte anlamıyor musun? Nefesim kesiliyor. İçim titriyor.
Gözlerimden firar eden yaşlar, dudaklarının dokunuşu ile hızlanmıştı. Silmedim. Görsün istedim. Yarattığı ve yaratacağı enkaza baksın istedim.
"Kirpiklerimiz şiddetli bir yağmurdan kaçamıyor. Bir yıkıma yakalanıyor.. Peki gözlerimizin suçu ne? Neden gökkuşağının tek bir rengine bürünüyor. Kırmızı, kıpkırmızı." dedi kendisini geri çekip eski pozisyonunu alırken. Yağmur hızlanmıştı. Saat fazlası ile geç olmuştu. Gece yarısına gelmek üzereydi tahminen. Etrafta kimse kalmamıştı. Sahil boştu. Hatta bomboş. Belki onlarda farkına varmıştı. Sahilde, tam burada bir enkaz olacağını, her şeyin birer birer silineceğini, içlerinde büyük bir deprem yaşanacağını anlamışlardır.
Gözlerimde ki yaşı silip ayağa kalktım. Artık gitme vaktiydi. Gitmek ve uyumak. Uyanınca her şeyi unutma vaktiydi. Önünden geçerek ilerlemeye başlamadan önce arkamı dönerken "Kırılmış kanatlar, incinmiş kalpler, kaybolmuş hayaller... Söylesene, sen buradasın diye mi yağmur yağıyor yoksa bulutlarda mı bize ağlıyor?" diyebildim burukça.
Buğulu gözleri beni bulduğunda anlamıştım, onunda benden farksız olduğunu. Yağmur saklıyordu gözyaşlarını. Ağlıyordu. Bunu hırıltılı çıkan sesinden anlamıştım.
"Tüm dünya bize ağlıyor imkansız'ım."