Bir Melek gibi;

1321 Kelimeler
Efe, havaalanının ağır kapısından çıkar çıkmaz gözleri refleksle binaların çatılarına kaydı. Betonarme yapıların çatı uçlarında bir terörist hareketi görebilir miyim niyetindeydi. Ama sadece kendi hayalet birliğinden nişancılar pusudaydı. Karartılmış vizörleri, tüfek dipçikleri ve hareketsiz siluetleri, gölge gibi havaya gömülmüştü. Telsizi kaldırdı, sesi gırtlaktan geliyordu: “Boz konuşuyor. Var mı bir hareket? Tekrar ediyorum, var mı bir hareket?” Telsizden kısa bir parazit sesi duyuldu, ardından net bir cevap: “Hayır Boz. Hâlâ alandan çıkış yok. Her şey sabit.” Efe’nin yüz kasları gerildi. Gerginlik, göğsüne oturmuş kurşun gibi ağırdı. Sinirle ayağını yere vurdu; önündeki küçük taşı tek hamlede savurdu. Ayakta dikilirken, gözleri stres içinde hızla çevreyi tarıyordu. Ve o an… bir şey gözüne takıldı. İleride bir yol çalışması vardı. Ama bir tuhaflık hissediliyordu. Çünkü o kanalizasyon kapağı… çoktan kazılmıştı. Ama adamlar hâlâ kapağın etrafında hiltilerle harıl harıl çalışıyor gibi görünüyordu. Gözlerini kıstı. “Ne halt yiyorsunuz lan, orada!'' diye geçirdi içinden. Adımlarını hızlandırdı, kasları ileri doğru sinirle gerildi. Karşı caddede, sivil halkın arasında çalışıyor gözüken adamlara doğru hızla yaklaştı. Ve, Yaklaştıkça gördü ki adamlar, yüzlerini gizlemek istercesine başlarını hep eğik tutuyordu. Bir istihbaratçının gözünden kaçmazdı bu. Bir şeyler dönüyordu. Hızlıca tüm olayı kavramıştı, Suriye polisiyle iş birliği yaptıkları artık kesindi. Ana binadan kanalizasyona inebilecekleri tek alan binanın doğu hattıydı ve bu bölge polis gözetimindeydi. Türk birliklerinin her köşeyi kuşatacağını biliyorlardı. Bu yüzden olası tek ihtimali zorladılar... Şimdi net birşey vardı! Bu adamlar sıradan suçlular değildi. Kemerinden silahını çekti, kararlı ve yüksek bir sesle arapça bağırdı: “Yat yere! Eller havaya!” Ama sözleri havada asılı kaldı. Birdenbire, adamlardan biri kanalizasyona eğildi ve içinden birini çekip çıkardı. Üzeri kirli, beyaz bir elbise giymiş bir kadındı bu. Uzun sarı saçları, toza bulanmış bir perde gibi omuzlarına düşmüştü. Yüzünü görememişti ama… içindeki ses haykırıyordu. “Umay.” Adamlar kadını hızlıca itekleyerek, yan sokaktan yanaşan beyaz bir panelvana bindirdiler. Motor çalıştı, kapılar kapandı. Efe son bir hamleyle koştu. Ama, Bir adım. Sadece bir adım geç kalmıştı. Araç, dar sokaktan savrularak uzaklaştı. Efe silahını kaldırdı. Tetiğe bastı. Ama... Caddenin ortasında onlarca sivil vardı. Kadınlar, yaşlılar, işçiler... çatışmadan bıkmış ama hayatta kalmaya çalışan Suriye halkı. Kurşun, yalnızca hedefi değil, sivil halkı da vurabilirdi. Aracın içinde ki sakallı adam, pis bir gülüşle sırıttı. Silahına uzanmamıştı bile, sanki Türk askerinin burada, sivil halkı korumak isteyeceğini ve ateş etmeyeceğine adı kadar emindi.. Efe dişlerini sıktı. Silahı indirip tekrar kemerine yerleştirdi. Boğazı düğümlenmişti. Telsizi kavradı, sesi çatlak ama netti: “Hedef kaçırıldı. Tekrar ediyorum: Hedef kaçırıldı.” Efe bu sırada hızlıca düşündü. Beş yıldır Suriye’de istihbarat görevi yapıyordu, sokakları ezberlemişti. Caddenin ilerisinde sadece üç ana yol vardı ve bunlar tercih edilemezdi; çünkü her yerde mobese kameraları ve kontrol noktaları vardı. Başka bir çıkış yolu aradı. Aklına büyük bir araba pazarı geldi. Oradan geçip başka bir yola çıkabilirler veya araç değiştirip izlerini kaybettirebilirlerdi. Ama tüm bunlar dakikalar içinde olacaktı ve TSK ekiplerini bekleme olasılığı yoktu. Onu kaybedemezdi... Tam o anda, Yanında tavuk taşıyan bir pick-up gördü. Sürücüsüne Arapça, net ve sert bir şekilde seslendi: “İn aşağı, askerim! Hemen in!” Adam önce şaşırdı, “Neden? Ne yaptım ki? Ben bir şey yapmadım,” diye mırıldandı. Efe, tereddüt göstermeden devam etti: “Polise git, karakola git. Bu durumu bildir. Araba geldiğinde sana teslim etsinler.” Adam telaşla başını salladı. Efe hızla araca bindi, kontağı çevirdi. Hedef belliydi: Eski araba pazarı.! Araba çalıştı, toz kaldırarak yola çıktı. Zaman daralıyordu. Efe, telsizden anons geçiyordu: “Hedefi gördüm. Tekrar ediyorum, Peşindeyim! Konum Eski araba pazarı!.” Efe, hızla hedefe yönelmişti ama bu sırada Umay, panelvan aracın arka kapısının hemen yanında duruyordu. Çuval gibi köşeye atılmıştı; gözleri korkudan büyümüştü, vücudu yorgun ve acı içindeydi. Burkulmuş bileği her hareketinde acıyordu. İçeride yanında iki adam vardı, karşısında da iki adam duruyordu. Birinin dudaklarının arasından alttan alttan bir sırıtış yükseliyordu. O bakışlar... Sert, soğuk ve iticiydi. Umay, o bakışlarda insanlık görmüyordu. Burası medeniyetten uzaktı; buradakiler iyilikle değil, çıkarla hareket eden adamlardı. Onların arasında çaresizdi. Efe, bildiği kestirme yolları kullanarak bölgeye hızla yaklaştı. Kalbinde ve aklında tek bir hedef vardı: Umay. Öyle ki askeri tecrübesini ve mantığını devre dışı bırakmıştı. Onun bu durumuna kendisinin sebep olduğunu düşünüyordu. Arabanın sesi sokak arasında yankılandı. Araba pazarının çıkışına geldiğinde, panelvanın da kapıya doğru hızla ilerlediğini fark etti. Onlardan bir adım öndeydi. Aniden aracını savurdu, patinajla tam önlerinde durdu. Efe'nin elleri hızlı hareket etti; cebinden tabancasını çekti, soğukkanlılıkla silahını kavradı. “İn aşağı! Hemen in aşağı!” diye bağırdı. Ancak içeriden tek bir hareket, tek bir ses yoktu. Sessizlik, bu pis pusunun ta kendisiydi. Olduğun yerde silahını kaldırmış, bekliyordu Efe. Ama içeriden ne bir hareket, ne bir ses geliyordu. Bu sessizlik ona bir terslik olduğunu fısıldadı. Anladı ki, Umay'ı kaçırmamak için oynadığı kumarda şans ona gülmemişti... Şimdi, Ekipler gelene kadar öldürülebilirdi ama bu Umay'ı kurtarmak için göze aldığı bir riskti.. Bu farkındalık beyninde yankılanırken, arkasından başına vurulan ani bir silah kabzasının darbesiyle sarsıldı. İri gövdesi sendeledi, başı döndü ama yere yıkılmadı. Tam o anda kolunda acı veren bir enjektörün iğnesini hissetti. Bilincinin bulanmasıyla beraber anladı ki, artık sadece Umay değil, kendisi de resmen ellerindeydi. Yinede onun yanında olmak, bir nebze olsun umudunu taze tutuyordu. En azından benimle daha güvende olur diye düşünerek gözlerini yumdu. Artık bilinci kapalıydı... Birkaç dakika sonra, aracın büyük arka kapısı gıcırdayarak açıldı. Adamların yüzleri kıpkırmızı olmuştu, çok ağır birşey taşıdıkları her hallerinden belliydi. Umay korkuyla başını çevirdi onlara bakmadı bile. Kapıları kapatıp uzaklaştıklarında merakla başını çevirdi. Panelvanın içine büyük cüsseli bir adam getirildiğini gördü ama Umay o yöne bile bakmaya korkuyordu. İçgüdüsel olarak ceset getirilmiş olabileceğini düşündü ve köşeye sıkıştı. Ama dikkatini adamın postalları çekti. Gözlerini biraz kaldırdığında bunun bir askeri üniforma olduğunu fark etti. Kimdi bu? Amerikan askeri mi, başka biri mi diye baktı. Gözleri yavaşça tüm vücudunda dolaştı ve kolundaki armada Türk bayrağını gördü. Gözleri bir anda açıldı, yüreği sıkıştı. Ağzından dökülen küfürlere engel olamıyordu... 'Haysiyetsizler... Şerefsizler... Bu pislikler bir Türk askerini mi öldürmüştü?'' Kırık ya da burkulmuş bileğine rağmen hemen adamın yanına yaklaştı. Yüzüne baktığında genç, güçlü ve yakışıklı bir adam olduğunu gördü. Gencecik, hayatının henüz başında biri, ölmesini kabul etmek zordu. Gözleri üzüntüyle doldu. Yutkunamadı, daha önce hiç ölü birinin yanında bulunmamıştı, üstelik bu kişi bir soydaşı ve şanlı bir Türk askeriydi... Gözyaşlarını silerken, eli yanlışlıkla yüzüne değdi. Korkuyla elini çekti. Ama o an bir şey farketmişti, vücudundaki sıcaklığın gitmediğini anladı. Nabzını kontrol ettiğinde gözleri tamamen açıldı. O yaşıyordu. Hemen kolundan tuttu, köşeye kenara çekmeye çalıştı. İri gövdesiyle onu taşıması imkansızdı. Çevresine bakındı ve bir büyük çuvalı aldı. Adamın başını yerden yükseltmek için çuvalı kıvırıp başının altına koydu. Sonra, ne yapacaklarını, ne olacağını bekler gibi gözleri uzaklara daldı... Kaçıran adamlar ön koltuğa geçmişti. Panelvanın arkasında artık sadece yerde yatan Efe ve Umay vardı. Panelvan tamamen kapalıydı, penceresi yoktu. Dışarıyı göremiyor ve Yalnızca soğuk demir titreşimlerle ilerlerken, Umay nereye gittiklerini anlamaya çalışıyordu. Kafasından geçen tek düşünce, bu adamı hayatta tutmaktı. Hem vatanı için bir borçtu bu, hem de ondan başka bir kurtuluş şansı kalmamış gibiydi. Yaklaşık bir saat sonra, Efe’nin parmaklarının hafifçe kıpırdadığını fark etti. Köşede duran bir koli suya uzandı, birkaç şişe çıkardı. Yavaşça yanına gidip Efe’nin boynundan tutarak destekledi ve dudaklarına hafifçe şişeyi yaklaştırdı. Önce dudaklarını ıslattı, sonra ağzının içine su vermeye çalıştı. Efe göz kapaklarını hafifçe hareket ettirdiğinde, Umay heyecanlandı. Telaşla kıpırdandı, “Merhaba, beni duyuyor musun? Bana bak. İyisin, şu an iyisin. Yaşıyorsun ama yaralı mısın, anlayamıyorum. Lütfen bana yardımcı ol. İyi misin?” dedi. Efe, beyninde büyük bir uğultuyla gözlerini araladı. Vücudu sanki beton gibi ağır, kalkamıyordu. Bunun, Yediği uyuşturucu iğnenin etkisi olduğunu düşündü. Sonra... Kulaklarında, bir melodi gibi, Umay’ın sesi yankılandı: “İyi misin? Buradayım.” Yavaşça gözlerini açtı. Umay’ın sarı saçları göğsüne düşmüştü. Gözlerinde korku ve merak vardı. Elleriyle onun yüzünü avuçlamış, şefkatle onu sarmıştı. Pembe dudakları korkuyla titriyordu. Efe gözünün önünde ki görüntü netleştiğinde, onun bir melek kadar güzel olduğunu düşündü. Yetimhanede gördüğü rüyalarda hep bir anne tasvir ederdi beyninde, tıpkı böyle uzun sarı saçları olan çok güzel bir kadın. Bir melek... Sanki bu karanlık dünyasında ilk kez huzurlu hissediyordu. Yavaşça yutkundu, Dudaklarından tek kelime döküldü: “Umay.”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE