Tanıdık bir ses;

1122 Kelimeler
Umay, Simge’yi görünce resmen uykusunu falan unuttu. Göz bandı bir kenara fırlamıştı, kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Yan koltukta oturan yaşlı çiftin huzuru bozulmasın diye, sesi kısık ama heyecanlıydı. Neredeyse fısıltıyla ama arka arkaya sordu: “Nasıl yani? Sen şimdi bileti mi aldın? Tamam bileti aldın ama izin belgesi gerekiyordu ya, hani savaş bölgesine giriş için. Onu nasıl hallettin? Ay Simge… cidden şu an burada oturduğuna inanamıyorum.” Simge kahkaha atmamaya çalışarak kıkırdadı. “Tamam, dur biraz. Hepsini anlatacağım. Ama sırayla.” Umay bir an sustu ama gözleriyle adeta "devam et" diye bağırıyordu. Simge derin bir nefes aldı. “Aslında… her şey o gün başladı. Hani beni uçağa geçirmeye gelme demiştin ya. Seni o uçağa tek başına uğurlayacak olmak... içime oturdu. O an düşündüm. Gerçekten böyle bir şey yapabilir miyim diye. Sonra ertesi gün senin telefonundan, Théo'nun numarasını buldum. Onunla iletişime geçtim.” Umay’ın gözleri iyice büyümüştü. “Farkına bile varmadım! Ay Simge, sen gerçekten çıldırmışsın...” dedi. Simge, “Evet, çıldırmış olabilirim,” dedi gülerek. “Endişemi anlattım. O da ‘Haklısın ama burada yalnız değiliz. Kocaman bir ekibiz,’ dedi. Kimisi sağlıkçıymış, kimisi gazeteci, kimisi gönüllü, hatta veterinerler bile varmış. Sonra bana sordu, ‘Sen ne iş yapıyorsun?’ Ben de hemşire olduğumu söyledim. O da dedi ki, ‘Peki neden burada değilsin? Burada yardım edebileceğin çok şey var falan dedi.” Umay ağzı açık dinliyordu. Simge devam etti: “Üstelik sağlık ekibine bir miktar ücret de ödüyorlarmış. Sonra düşündüm… Annemin durumu artık daha iyi. Annem memlekete döndü. Ben de burada yalnızım. Ve içim rahat etmedi Umay. Sen oradayken ben burada duramazdım.” dedi. Gözleri dolmuş, dudağı titriyordu. Umay uzun uzun baktı ona. Söyleyecek kelime bulamıyordu şuan. Sonra başını Simge’nin omzuna yasladı. “Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun değil mi?” diye mırıldandı. “Biliyorum,” dedi Simge. ''Bende seni çok seviyorum!'' Sonra uçak yavaşça pistten havalanmaya başladı. Ve iki arkadaş, yıllardır ilk kez bu kadar yakın bir maceraya çıkıyordu... Aynı saatlerde, Suriye’nin kuzeyinde, halktan uzak bir bölgede… Turan Albay, üzerinde yeşil bir parka, altında salaş bir pantolonla eski bir deponun önüne yaklaştı. Saçı başı karışıktı, yüzünde günlerin yorgunluğu birikmişti. Başındaki solmuş kasketi hafifçe eğikti. Arkasından dört kişi sessizce onu takip etti. Bunlar onu koruyan istihbarat subaylarıydı. Depoya girdiler. İçerisi karanlık ve rutubetliydi. Etrafa keskin bir toz kokusu hakimdi. Turan Albay, hiç durmadan içeri ilerledi. Duvara yaslı eski bir beton fırının önünde durdu. Eğilip fırının iç kısmında neredeyse görünmeyen bir bölmeyi açtı. Oradan, sarımsı plastik bir poşete sarılmış kalın bir dosya çıkardı. Eliyle üzerindeki tozları sildi, poşeti açtı. Dosyanın kapağında kalın harflerle bir örgüt adı yazıyordu. ''Esved'' Yüzünde kısa ama belirgin bir gülümseme oluştu. Zafer gibi değildi sadece... uzun süren bir arayışın bulunmuş cevabı gibiydi. Dosyayı dikkatlice kapattı. Üstü jelatinle kaplıydı. Ceketinin iç cebine yerleştirdi. Sonra arkasına bile bakmadan oradan uzaklaştı. Ertesi gün, sınır karakolunda… Gün daha yeni başlamıştı ama karakolda koşuşturma çoktan başlamıştı. Araç sesleri, telsiz anonsları, botların yere vuruşu... Her şey güne uyanmıştı. Bir grup asker eğitim alanına çıkarken, bir diğer ekip sınır hattına doğru devriyeye hazırlanıyordu. O sabah TMNF birliğinin arka tarafındaki korulukta Efe yine sabah koşusuna çıkmıştı. (TMNF: Türk özel kuvvetlerine bağlı, sınır ötesi görevlerde aktif, gizli bir taktik birlik.) Koşuyu tamamladıktan sonra, karargâhın arka tarafına, branda ile örtülmüş antrenman alanına geçti. Yerde eski bir lastik mat, yan duvara zincirle tutturulmuş, içi kumaş dolu yıpranmış bir kum torbası vardı. Efe eldivenlerini taktı, biraz ısındı ve sonra torbaya vurmaya başladı. Her vuruşta sadece kaslarını değil, zihnindeki yorgunluğu da atıyordu. Tam o sırada, koşar adım biri yaklaştı. “Komutanım… Komutanım!” Efe döndü, nefes nefese kalan askere baktı. Kaşını hafifçe kaldırdı, bir adım geri çekildi. İletişim eri, kaskını çıkarıp alnındaki teri sildi. “Komutanım… Turan Albay geldi az önce!” Efe’nin gözleri bir an parladı. Yaklaşık beş gündür ortalıkta yoktu Albay. Özel bir istihbarat görevinde olduğunu biliyordu ama hiçbir haber alamaması, ister istemez onu endişelendirmişti. Aceleyle “Tamam, Asker sağ ol,” dedi. Hemen birliğin iç kısmına yöneldi. İçeri girip hızlıca üstünü değiştirdi, kamuflaj üniformasını giydi. Yüzünü yıkadı, saçlarını düzeltti ve çıkmadan önce kısa bir aynaya göz attı. Sonra doğruca karargâhın içindeki Albay’ın odasına yöneldi. Kapının önüne geldiğinde tıklatma zahmetine bile girmedi. Kapı zaten açıktı. “Komutanım,” dedi içeri adım atarak, selam durdu. Turan Albay masasındaydı. Elindeki ince belli bardaktan çayını yudumluyordu. “Hoş geldin aslanım,” dedi. Çay bardağını masaya bıraktı ve başıyla sandalyeyi işaret etti. “Otur.” Efe, gözünü Albay’dan ayırmadan sandalyeye oturdu. “Komutanım, birkaç gündür yoksunuz…” dedi. Sonra duraksadı, sesini biraz daha alçalttı. “Açıkçası endişelendim. İstihbarat görevi miydi? Hani... neden bana haber vermediniz? Ben şu an boştaydım.” Turan Albay hafifçe gülümsedi. Başını kaldırıp Efe’ye baktı, gözlerinde hem yorgunluk hem sıcak bir alay vardı. “Her işi de sana yaptıracak değiliz, Aslanım. Bu seferlik... benlik bir işti.” Efe, komutanın daha fazla konuşmak istemediğini anlamıştı. Ama içindeki fırtına dinmiyordu. Umay, olayını ona söylemeli miydi, yoksa biraz daha bekleyip araştırmalı mıydı? Tam o sırada, çekmeceden tiz bir zil sesi yükseldi. Masanın altına saklanmış küçük, tuşlu istihbarat telefonlarından biriydi. Turan Albay başını hafifçe yana eğdi, kaşları çatıldı. Sonra çekmeceyi açtı, telefonu aldı. Ekrana bir kod yansımıştı. “6527…” diye mırıldandı. Ardından Efe’ye döndü. “Bu kod kime ait?” Efe gözlerini kıstı, hızla hafızasını yokladı. Kısa bir duraksamadan sonra konuştu: “Bizden değil komutanım.” Turan Albay’ın yüzü bir anda sertleşti. Kaşları çatıldı, dudakları ince bir çizgiye dönüştü. Hiç konuşmadan telefonu açtı. Sonra, telefondan tanıdık ama istenmeyen bir ses geldi. Erkek bir sesti. Keyifli, neredeyse kahkahaya karışan bir sesle konuştu, “Merhaba Komutan. Nasılsın?” Albay hiçbir tepki vermedi. Ama Efe, onun yüz kaslarındaki küçük değişimlerden o sesi tanıdığını anladı. Telefonun diğer ucundaki ses devam etti: “Anlaşılan… hâlâ emekli olmamışsın. Cık cık çok yazık, Ama tebrik ederim.. Sonunda, bizimle ilgili bir şeyler bulmuşsun. Çok, Tebrik ederim. Gerçekten.” Efe’nin tüyleri diken diken olmuştu. Uzaktan duyduğu kadarı bile sinirle yumruklarını sıkmasına sebep olmuştu. Albay hâlâ konuşmuyordu. Ama, Elindeki telefonu parmakları bembeyaz kesilene kadar sıkıyordu. Ses yeniden yükseldi. Bu kez daha tok ve tehditkârdı: “Ve biliyor musun, bu sefer sende beni tebrik etmelisin. Çünkü, Ben de seninle ilgili bazı bilgilere ulaştım. Kader işte... Umay güzel isim dedi..” Bu tek kelimeyle odanın havası bir anda değişti. Efe irkildi. Turan Albay’ın ise yüzü şimdi taş gibiydi. Ne bir tepki, ne bir nefes. Ses devam etti: “Sizde böyle kutsal anlamları olan isimler ne kadar da değerli, değil mi? Ah şu Türkler…” Kısa bir duraksamadan sonra o tehditkâr ses, keyifle konuştu: “Umay Ata… Kızcağız bugünkü uçakla geliyormuş. Hiç haber vermiyorsun ayıp valla. Ben buranın yerlisi sayılırım. Nerde kaldı benim misafirperverliğim. Senden önce ben almayı planlıyorum onu. Bakalım… bizim memleketi beğenecek mi?” Sonra bir ‘bip’ sesiyle telefon kapanmıştı. Sessizlik çöktü.Turan Albay’ın yüzündeki ifade tanımlanamazdı. Öfke, korku, endişe ve içinde yankılanan acının izleri gibiydi…
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE