Umay’ın Babası Hâlâ Sessizdi...
Babasına haber verildiği söylendiğinden bu yana beş gün geçmişti. Ama hâlâ ne bir arama vardı, ne de bir haber. Bu sessizlik, Umay’da derin bir kalp kırıklığına yol açmıştı. Suçluluk duygusunun yanına keskin bir öfke de eklenmişti artık.
Babasına duyulan öfke...
Sevilmediğini düşünmenin öfkesi...
Yalnız bırakılmış olmanın öfkesi...
Ve en çok da, içine düşülen o tarifsiz boşluk...
Şimdi, kendisine yabancı gelen bir şehirde, İstanbul’daydı. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordu. Bu bilinmezliğin içinde, depresif bir ruh haliyle yataktan doğruldu.
Evde ise yaşam çoktan başlamıştı. Simge duşunu almış, yogasını yapmış, kahvaltıyı hazırlamış ve hemşire üniformasını giymişti bile. Paris’te tanıştıklarında, güzellik kliniğinde çalışan Simge. Ailesinin yaşadığı zorluklardan sonra Türkiye’ye dönmek zorunda kalmış, şimdi ise büyük bir hastanede yoğun bakım hemşiresi olarak çalışıyordu.
Umay mutfağa geldiğinde, Simge her zamanki sıcak enerjisiyle ona döndü:
“Günaydın balım! Hoş geldin. Gel, hemen otur. Güzel bir kahvaltı edelim birlikte.”
Umay, yüzüne zoraki bir gülümseme takındı
''Günaydın, bugün erkencisin. Gündüz vardiyasında mısın?'' diye sordu.
Simge, Umay’ın yüzündeki yorgunluğu ve umutsuzluğu fark etmişti. Onu neşelendirmek için uğraşıyordu.
“Evet, Akşam üzeri dönmüş olurum. Bunu değerlendirelim, Alışverişe çıkalım mı? Alışveriş her zaman iyi gelir insana. Gerçi burası Paris mağazaları gibi değil ama...” diyerek kıkırdadı.
Sonra bir anda duraksadı, gülerek parmağını salladı:
“Ha ama bak! Bir uyarım var sana.”
Umay şaşkın ama gülümseyerek sordu:
“Neymiş o?”
Simge gözlerini devirdi, ciddi görünmeye çalıştı:
“O gıcık takipçilerinle alışverişimizi paylaşmak yok! Kendilerini bir şey sanıyorlar ya... Dün sosyal medyana baktım biraz. Yani o yorumlar… İnsan sinir oluyor.” dedi.
Umay hafifçe güldü, başını iki yana salladı.
“Boşver. Sosyal medya hep iki yüzlülerin oyun alanı zaten.” diyerek kızarmış ekmeğini ısırdı.
Günün ilk tebessümü dudaklarına yerleşmişti. Simge haklıydı; alışveriş en yaralı ruhları bile iyileştirirdi. Umay, Simge'nin uzattığı kahve kupasını aldı. Şimdilik başka bir şey düşünmeyecekti...
Simge'nin evinde soğuk bir atmosferle başlayan gün, Suriye sınırında tam tersine yüksek tempoyla başlamıştı.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Teğmen Efe uyanmıştı. Sessizce doğruldu, yerinden kalktı. Yılların disipliniyle ilk iş, içtima alışkanlığıydı. Hemen çıktı koştu ve antrenman'ını tamamladı. Özel görevden dolayı hamlamıştı, bu yüzden ilk işi üzerindeki ağırlığı atmak oldu.
İri yapılı ve atletik bir vücuda sahipti. Yalnızca görev değil, yıllarca süren sıkı eğitim ve disiplin, bu vücudu bir savaşçıya dönüştürmüştü.
Odasına döndü ve duşunu aldı. Beline sardığı havluyla odasında kısa bir süre durdu. Dolabın askısında asılı olan üniformasına baktı.
Aylardır süren özel görev nedeniyle kimliğini gizlemiş, sivil kıyafetler içinde görünmek zorunda kalmıştı. Şimdi, o tanıdık kumaşa özlemle dokundu. Sanki onu yıllardır bekleyen bir dost gibiydi.
Aynanın karşısına geçti. Yüzünde, son görevdeki sakallı ve yorgun görünümden eser kalmamıştı. Tıraşını olmuş, yüzüne askeri kimliğin verdiği o sert ifade yerleşmişti.
Sonra üniformasını giydi.
Ve artık karşısındaki adam, bir gölge ya da sivil kimliğe bürünmüş bir ajan değil, gururlu bir Türk subayıydı...
Görev onu bekliyordu.
Efe, odasından çıktığında karakolun sabah rutini çoktan başlamıştı.
Avluda askerler sabah içtimasına başlamıştı. Her biri nizami adımlarla koşuyor, hep bir ağızdan marş söylüyordu. Askerlerin gür sesleri, çorak çöl arazisinde yankılanıyordu.
Yeni görev talimatlarını almak üzere Albay Turan’ın odasına yöneldi. Karakol binasına girdiğinde, odanın boş olduğunu fark etti. Kapıyı usulca kapatıp istihbarat biriminin yer aldığı küçük odaya geçti. İçeride iki iletişim eri, telsiz başında nöbetteydi.
Efe, onlara yönelip sordu:
“Albay henüz geldi mi?”
Asker hemen ayağa fırladı, selam verdi.
“Hayır komutanım. Henüz teşrif etmedi.”
Efe başını salladı.
“Anladım, teşekkür ederim.”
Tam kapıya yönelmişti ki, içerideki genç erin sesi onu durdurdu.
“Komutanım!” dedi heyecanla.
Efe yavaşça arkasını döndü. Er, masasındaki çekmeceden katlanmış bir not kağıdı çıkardı.
“Beş gün önce bir not iletildi, kızı falan diyor Albayımızın. Sanırım gizli bir kod mesajı, komutanım. Ancak Albay sahada olduğu için kendisine iletemedim. Ama siz İstihbarat amirisiniz, isterseniz siz teslim alın..” dedi.
Efe tek kaşını kaldırdı.
“Olur, iletirim ben.'' dedi. Ama şaşırmıştı, istihbarat gizli kod raporlarını kullandıkları özel hattan veriyorlardı, Böyle rastgele gizli bir kod gelmezdi, Albay'a. Bu saçma bir durumdu.
Notu aldı. Kâğıdı açar açmaz gözleri büyüdü, yüzündeki ifade değişti.
Bir anlığına tüm karakol sessizliğe gömülmüş gibiydi.
Notun üzerinde yalnızca birkaç satır vardı.
Albay'ım kızınız Umay Ata, size ulaşmaya çalışıyor.
İsim: Umay Ata
İletişim: +90… (bir cep numarası)
İlk bakışta asker bunu bir kod zannetmişti. Ama aslında kod falan değildi. Gerçekti. Ve Efe bunu hemen anlamıştı. Çünkü yıllar önce onu ve ekibini yetimhaneden alıp bu görevlere hazırlayan kişi Albay Turan Ata’ydı. Bu kadar zaman içerisinde, Albay'ın bir kızı olduğunu ve Adının Umay olduğunu öğrenmişti.
Efe, sadece bir nota değil, eski bir yaraya bakar gibi baktı zarfın içindekilere. Ayrı düşen bir Baba - Kız figürü onda eski travmalarını uyandırmıştı.
Gözlerinde aniden bir karaltı oluştu, Kulaklarında tiz bir kadın çığlığı ve ağlayan bir çocuk sesi doluyordu. Bu düşünceden sıyrılmak istercesine başını salladı. Kalbi sıkışıyordu ama bir süre sonra rahatladı. Ve zihninde ki bulutlar dağıldı. (Buralara dikkat, hızlı geçip fransız kalmayın sonra konulara.) 📚
Sonra; Albay'la akademide geçirdikleri, O eski günleri düşündü… Albay, genç askerleri eğitirken hep aynı şeyi söylerdi: “Benim bir kızım var ama bana küskün... Siz benim evlatlarımsınız artık. En azından bana küsmemenizi emredebiliyorum.” diye şakalaşırdı hep.
Efe, o kızın yani Umay’ın adını ilk kez yıllar sonra bir kâğıtta görünce içi titredi.
Çünkü o, Albay’ın gözlerinden bazı zamanlar boşluğa bakarken neyi özlediğini hep anlamıştı.
Kızını özlüyordu...
Hemen arkasını döndü.
“Asker, bu ne zaman geldi?” diye sordu.
“Beş gün önce, komutanım. Turan Albay'ım gizli göreve çıktığı için irtibatımız yok, kendisine veremedim.”
Efe’nin yüzü aniden sertleşti.
“Ve sen beş gündür bu bilgiyi sakladın? Kimseye söylemedin mi?”
Asker gözlerini kaçırdı, sesi titredi.
“Özür dilerim komutanım… Ne olduğunu tam anlayamadım… Şey, Not direkt Albay'a geldiği için bilemedim başka birine vermek ihlal olabilirdi. Siz istihbarat komutanısınız, Albay yokken yetkili olduğunuz için verdim..” dedi.
Efe sinirini bastırarak başını iki yana salladı. Cevap vermedi. Sadece mırıldanarak kapıdan çıktı.
Arkasından asker hâlâ titreyerek tekrar etti:
“Özür dilerim komutanım...”
Ama artık onu duyan yoktu.
Efe kararlı adımlarla odasına döndü. Kapıyı kapatır kapatmaz gizli çekmecesinden istihbarat için kullandığı, izlenemez hattı olan özel telefonunu çıkardı.
Bir yandan elindeki kâğıda bakıyor, bir yandan da kendi kendine düşünüyordu:
“Bu kişi gerçekten Albay’ın kızı mı? Yoksa tuzak olabilir mi? İyi de, Hangi salak bir tuzak için askeriyenin resmi numarasını kullanır ki?” diye mırıldandı.
Bu bilgiyi doğrulamadan harekete geçmek, Albay'ın yıllardır biriktirdiği duyguları hayal kırıklığına dönüştürebilirdi. Ve bu hayal kırıklığı bu koca bile adamı yıkabilir diye korkuyordu. Efe, bunu göze alamazdı. Çünkü onu sadece komutanı olarak değil, öz babası gibi seviyordu.
Eli, numarayı çevirmek üzere titredi. Telefonu tuşladı.
Parmakları, yıllardır eğitim almış bir askerin alışkanlığıyla değil, bir çocuğun ürkekliğiyle bastı rakamlara.
Şuan bu numarayı tuşlamak, tank üzerinden hedefe atış yapmak bile daha zor geliyordu.
Askerî operasyonlarda bile buz gibi soğukkanlı kalabilen Teğmen Efe, bu kez panik içerisindeydi.
Çünkü eğer bu kişi gerçekten Albay’ın kızıysa, yıllardır keşke dediği hayal gerçek olacaktı.
Baba kız sonunda buluşabilecekti.
Ve bu yalnızca Albay için değil, Albay'a derin bir minnet borçlu olan Efe için de derin bir anlam taşıyordu.
Onların arasında kan bağı yoktu belki ama yaşanmışlık, sadakat ve geçmiş… Onlar yeterdi.
Telefon çalmaya başladı.
Bir…
İki…
Üç…
Ama açan yoktu, her saniye daha fazla geriyordu onu.
Ve sonunda bir ses duyuldu.
Yumuşak, sıcak, genç bir kadın sesi:
“Alo?''
Biraz bekledi.
Ve sonra tekrar o ses duyuldu, ''Alo? Buyurun? Alo?”
Ama Efe’den ses çıkmadı. Çıkmıyordu.
O an, dilini yutmuş gibi oldu.
Ne taktik ne eğitim, hiçbir şey işe yaramıyordu.
Donmuştu.
Kadın sesi bu kez sinirli bir tonla tekrarladı:
“Alo… Kimsiniz?”
Efe, boğazını temizledi.
Ve sonunda… fısıltıya yakın, ama sert bir tonla cevap verdi:
“…Alo.”