Efe, benzin pompasının başlığını kavradıktan sonra hızla arka taraftaki paslı, devasa tanker silindirin arkasına siper aldı. Nefesini tuttu. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Adamlar çoktan silahlanmıştı ve benzin istasyonunun yıkık girişinden ona doğru koşmaya başlamışlardı.
Tam o esnada, içlerinden biri kalın ve gırtlaktan gelen bir Arapça tonlamayla bağırdı:
“Zebani! Orada olduğunu gördüm. Çık dışarı!”
Efe, yerinden kımıldamadı. Gözlerini kısmış, derin bir sessizliğe bürünmüş gülüyordu. Gölgedeydi. Nefesini bile hesaplıyordu...
Biraz daha yaklaşın... Haydi...
Ayak sesleri yaklaştı. Üç kişiydiler. Ayaklarını sürüyor, gözleriyle Efe’yi tarıyorlardı. Tam istedikleri gibi görünüyordu: Silahsız, köşeye sıkışmış bir adam.
O anda Efe, saklandığı yerden bir adım öne çıktı. Benzin pompasının başlığını eline silah gibi almıştı. Tam onların karşısında alaycı bir gülüşle dikiliyordu.
Adamların biri kahkahayla gülmeye başladı.
“Off! Sanırım bizi benzin pompasıyla öldürecek!”
Geriye dönüp ötekilere de gösterdi, kahkahası gittikçe büyüdü.
“Sakın hareket etmeyin! Pompayla ateş edecek!” diye dalga geçti.
Efe, gülümsemesini saklamadı. Arapça, alaycı bir tonda karşılık verdi:
“Sorma. Benzin pompasıyla adam vurmak en sevdiğim şeydir.”
Adamlar biraz daha yaklaştı. Efe göz ucuyla her birinin duruşuna, elindeki silahların pozisyonuna baktı.
En öndeki... gözleri kısık, dikkatli. Biraz kurnaz.
Ortadaki saf, boş boş bakıyor.
En arkadaki? Hah işte o kahkaha atan. Tam olarak grubun çürük elmasıydı.
“Hadi bakalım...” dedi kendi kendine. “En salak hanginizmiş bir test edelim.”
Ve bir anda, elindeki benzin pompası başlığını tam onlara doğru fırlattı.
Pompa havada süzülürken kahkaha atan adam korkuyla aniden silahını kaldırdı ve tetiğe bastı.
BANG!
Pompa başlığına isabet eden kurşunla birlikte kör edici bir patlama gerçekleşti. Sıkışmış gaz infilak etti. Alevli bir parıltı gökyüzünü yararken, her yer duman ve kıvılcımla kaplandı.
Efe içinse tam da planladığı olay örgüsü başlamıştı.
Düşmanların ona “zebani” demesinin bir sebebi vardı. O bu lakabı uzaktan değil, Yakın mesafe dövüşüyle düşmanın bir anda tepesine binmesinden almıştı.
Adamlar patlamanın etkisiyle sendeleyip gözlerini ovuştururken, Efe çoktan harekete geçmişti.
Gövdesini yere yaslayarak bir yılan gibi süründü; bacaklarının arasından geçecek kadar alçak, hayalet kadar sessiz. Dumanın içinde bir gölge gibi süzüldü.
Birinci adam gözleri yanmıştı, acıyla bağırıyordu. Ne olduğunu anlayamadan Efe diz kapağının arkasına istasyonun kırık camından aldığı iri bir cam parçasını sapladı. Adam acıyla yere çöktü. Efe hız kesmeden onun silahını tekmeyle savurdu, dizine bir dirsek, enseye bir yumruk… adam hareketsiz kaldı.
İkinci adam daha toparlanamadan Efe onun gövdesine atıldı, tüfeği kavradı. Adam karşılık vermeye çalıştı ama geç kalmıştı. Efe tek bir hamlede silahı çekip yere çevirdi, adamın elini kırarcasına büktü. Çıtırdayan kemik sesi dumanın içinden yankılandı.
Üçüncü adam ise şaşkınlıkla geriye doğru sendeledi. Namlusunu kaldırdı ama... geç kalmıştı.
Efe, ikinci adamın silahını alırken üçüncüsüne döndü ve önce dizine, sonra omzuna iki hızlı atış yaptı. Adam bağırarak yere düştü.
Şimdi bu kurak arazi de uğursuz bir sessizlik hakimdi. Gözleri Umay'ın saklandığı su tankerine kaydı, kurşun ve patlama seslerinden korkmuştur diye düşündü. Dişlerini sıktı, Bu sinirini bozmuştu.
Efe sonra bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Ellerini hızlıca silahın gövdesinde gezdirdi, şarjörü çıkardı. Doluydu. Temizdi.
İkinci silahı da aldı, kemerine iliştirdi. Üç adam etkisizdi.
Ama iş bitmemişti. Artık sırada bir tek kişi vardı.
Elebaşı.!
Gözleri istasyonun içine çevrildi. İçeride karanlık vardı ama birinin gölgesi hâlâ hareket ediyordu. Gözlemliyordu. Belki kaçacak delik arıyor, belki de başka bir plan yapıyordu.
Efe, tüfeğini hizbe istasyon binasına yöneltti. Dudakları arasından tek bir cümle döküldü:
“Kimmiş bakalım bu eceline susayan... Tanışalım.”
Adımlarını ağır ama kararlıydı. Ayaklarının altındaki kırık camlar çıtırdadı. Toz hâlâ havadaydı ama duman yavaş yavaş dağılıyordu.
Efe, istasyonun girişine yöneldi. Elinde silah, gözlerinde odak. Yırtık üniforması, kül içinde ki yüzüyle artık gerçek bir ''Zebani'' gibi gözüküyordu.
Artık bu bir karşılaşma değildi, Hesaplaşmaydı...
Ve Efe yalnızca hayatta kalmak için değil, Umay için, hesap kesmeye gidiyordu.
Efe, tüfeğini sıkıca kavrayarak benzin istasyonunun içine girdi. Duvardaki çatlaklar, dökülmüş raflar ve zamana yenik düşmüş makinelerle dolu yıkık dökük alanı dikkatle taradı. Adımlarını sessizce atıyor, gözlerini sabit bir noktada tutuyordu. Gözleri kadar kulakları da açıktaydı.
Hiç ses yoktu. Bu iyi değil, diye geçirdi içinden. Duyamıyorsam, bu onun beni duyduğunu gösterir. Ve saklandı…
Adımlarını ağırlaştırdı. Yavaşça ilerlerken, istasyonun arka kısmındaki küçük depo alanına ulaştı. Bir göz atınca dışarıya açılan paslı bir kapı gördü. Hemen önünde durdu. Etrafı dikkatle inceledi. Kimse yoktu.
Normalde biri olsaydı, buradan kaçmış olabilir diye düşünürdü. Ama bu bölgeden kaçmak öyle kolay değildi. Bunu Efe biliyordu. Çevre açıktı, gözetim altındaydı ve Efe kendi kapanına düşmeyecek kadar zekiydi.
Bir terslik vardı. Gözleri çatının kenarına kaydı.
Tam o anda...
Tık.
Yukarıdan bir tıkırtı geldi. Anında geriye çekildi, silahını yukarı doğrulttu. Tam da o an, şiddetli seslerle üzerine doğru mermiler yağdı. Kurşunlar istasyonun metal tavanına ve duvarlara çarparak yankılandı. Beton parçaları saçıldı, hava kurşunla doldu.
Efe dişlerinin arasından hırladı, ''Ne gürültücü bir piç! Umay'ı korkutacak.''
Ama Efe, Umay'ı düşündüğü o kısa an bile gülümsedi.
Başını iki yana salladı, bu haline kendi bile inanamıyordu.
Sonra çatıya doğru sert bir sesle arapça bağırdı.
“Ah ah... Ülkemde bir söz vardır, senin gibiler için. 'Eceli gelen keçi dama tırmanırmış.'”
Çatıya dikkat dağıtıcı bir kurşun sıktı, normal şartlarda çatıda ki adamın korkuyla üzerine tüm şarjörü boşaltması lazımdı. Ama karşısında ki acemi değildi.
“Hey keçi! İn aşağıya!” dedi.
Yukarıdan gelen ses Efe’nin gözlerini kısmasına neden oldu.
“Gel de sen al.”
Dili Türkçeydi. Hem de oldukça düzgün.
Efe, silahını indirmeden düşündü.
Türkçe? Bu herif neden Türkçe konuşuyor?
Yine bağırdı:
“Hayırdır? Türkçeyi nereden öğrendin?”
Ses cevap verdi.
“Beni Türkler büyüttü. Normal değil mi?”
Efe, bu kez daha sert gülümsedi.
Bu iş gitgide ilginçleşiyor.
“O zaman beni çok seversin. Ben de Türk’üm. Hadi gel aşağıya da biraz oynayalım.”
Adam kahkahaya benzer bir homurtuyla karşılık verdi:
“Olmaz kardeşim. Türklerin, kurt kini taşıdığını iyi bilirim. Kız arkadaşını kaçırdım, Aşağı insem de bana acımazsın.”
Efe hafifçe başını eğip mırıldandı:
“İyi bari… en azından ırkımı tanıyor.”
Sonra yüksek sesle bağırdı:
“O zaman ben seni almaya geldiğimde acımayacağımı da biliyorsun.”
Adam duraksamadan cevap verdi:
“Ne yapalım artık... şansımızı deneyeceğiz.”
Efe, dişlerinin arasından gülerek, o an harekete geçti.
Uzun boyuyla istasyonun iç tavanına uzandı, bir metal boruya tutundu. Kendini yukarı çekerken, çatıdaki adam çılgınca ateş açtı. Mermiler etrafını delik deşik ediyordu. Ama Efe çoktan planını yapmıştı.
Yerde, istasyonun kenarında bırakılmış bir araba kapısı vardı. Onu bir hamlede kucakladı. Ardından çatının kenarında duran paslı bir kasaya ayağını dayadı ve kendini yukarıya, çatıya fırlattı. Kapıyı da önüne siper etti.
Çatıya çıkar çıkmaz, mermiler kapıya çarpmaya başladı.
Ama sonra birden ses kesildi. Kurşun sesi durdu. Sessizlik.
Efe bir an başını kaldırıp baktı. Ardından kahkahasını bastı.
“Ne oldu? Çabuk mu bitti kurşunların?”
Yanıt gelmedi.
Derken bir anda adam öne atıldı. Efe’nin göğsüne doğru bir tekme savruldu. Sert bir darbe almıştı ama Efe'nin iri cüssesi sadece geri sendelemekle yetindi. Yalpaladı ama ayakta kaldı.
Yönünü çevirdi. Hızlı ve ani bir refleksle kolunu uzattı, adamın boğazına yapıştı. Tek bir hamlede adamı havaya kaldırdı.
Ama o anda dondu kaldı.
Yüzü...
Gözleri...
Bu adam...
O’nu tanıyordu.
Efe’nin nefesi kesildi.
Boğazından yükselen tek kelime, geçmişin külleriyle karışık geldi:
“Baran...?”
Adamın gözlerinde hüzne kırışan bir tanıma duygusu oluştu.
Sessizlik... birkaç saniyelik bir geçmiş çöküşü...
İkisi de konuşamıyordu.
Bir zamanlar aynı üniformayı giymiş, aynı masada ekmek paylaşmış, aynı arazide yan yana sürünmüş iki adam şimdi çatının tepesinde, silah seslerinden sonra birbirlerinin gözlerinin içine bakıyordu.
Efe'nin adeta kanı donmuştu, hâlâ algılamaya çalışıyordu. Bu gerçekten Baran'mıydı?
''Sen ölmüştün!'' diye mırıldandı...