İnatçı İle İtici; 🤭🔥

1294 Kelimeler
Atmaca, aracın önünde donup kalmıştı. Ne bir adım atabiliyor, ne ses çıkarabiliyor, ne de düzgün nefes alabiliyordu. Ön camın ardında, o yüzü gördü. Baran.! Gözleri anında doldu. Boğazına koca bir düğüm oturdu. Yapabildiği tek şey, elini ağır ağır cama kaldırmak oldu; sanki aradaki soğuk yüzeyi delip ona dokunmak ister gibiydi. Ama yapmadı. Sadece bakışlarını sertleştirdi. O tanıdık, buz gibi hale dönüştü yüzü. İçinde kopan fırtınaya rağmen dışarıya yalnızca çelikten bir maske yansıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülmek üzereydi, ama kendini tuttu. Burada, bu şekilde dağılmak… Kendine bunu yapamazdı. İki yıl. Onu kaybettiğini sandığı, mezarına taş koyduğu iki yıl. Yaşıyorsa… neden geri dönmemişti? Neden bir haber bile yollamamıştı? Ona bunları yaşatmaya hakkı var mıydı? O sırada Turna yaklaştı. Omzunda çantası, elinde birkaç parça elektronik ekipman vardı. “Komutanım, içerideki bilgisayarlara baktım ama kullanılabilir durumda değiller. Cesetlerin üzerlerinden çıkan birçok ekipmanı aldım. Telefon, telsiz… Veri çıkarabilir miyiz bilmiyorum ama deneyeceğim,” dedi. Fakat Atmaca’nın bakışlarını fark edince bir an durdu, kaşları hafifçe çatıldı. “Sen… iyi misin, Atmaca? Ne oldu?” Atmaca, başını hafifçe çevirdi. Yutkundu, konuşmadan önce derin bir nefes aldı. “Ben… biraz hava alacağım,” dedi kısa bir ses tonuyla. Turna bir şey diyecekken, bir iki adım sonra bakışları Turna'ya döndü. Yüzünde hâlâ o sertlik vardı ama sesi normalleşmeye çalışıyordu. “Araçta bir te....'' dedi. Yutkundu. Söylemeye bile dili varmıyordu, o lanet kelimeyi. ''Araçta bir terörist var. Lütfen onu zırhlıya al,” dedi. Söylerken dudaklarının kenarı titredi. Sonra hızlı adımlarını bölgeden uzaklaştırmıştı. Ne çok uzaklaşıyor, ne tamamen gidiyordu; sadece kalabalıktan, bakışlardan ve o aracın önünden birkaç metre öteye… kendi içine çekiliyordu... Bu sırada Efe, Umay’ın yanına doğru yaklaştı. Onu biraz toparlanmış görmek, yaşadıkları kaosu düşündüğünde Efe’yi mutlu etmişti. Dizlerini yere indirdi, çömeldi ve Umay'la göz hizasına geldi. “Sevdin mi Suriye’yi?” diye sordu. Umay kesik kesik gülmeye başladı. “Çok sevdim. Paris’ten sonra artık favorim, Yıllık gezi planımı buraya yapabilirim. Bağımlılık yapıcı bir ülkeymiş,” dedi, hafif alaycı bir tonla. Efe istemsizce gülümsedi, dudaklarının kenarında hafif bir kıvrım belirdi. “Sen gerçekten delisin. Böyle bir yere kendi rızanla geldiğine hâlâ inanamıyorum,” dedi. Umay derin bir nefes aldı. “Neden böyle düşünüyorsun? Beni tanımıyorsun ki,” dedi. Efe bir an duraksadı. “Aslında… babanın gözlerinden seni tanıyorum. Ne kadar inatçı olduğunu. Bunca yıl babanı aramaman, bu inadının en net göstergesi.” dedi. Umay’ın bakışları bir anda keskinleşti, gözlerini Efe’ye dikti. Babası… yıllarca ondan mı bahsetmişti? Efe yıllardır onunla mıydı? Yutkundu. “Kaç yıldır babamlasın ki sen?” diye sordu. Efe cebinden küçük bir cüzdan çıkardı. İçinden eski bir fotoğraf uzattı. Fotoğrafta babası, tam da hatırladığı gibi… Onu terk ettiği yıllardaki hâline çok benziyordu. Yanında ise altı çocuk vardı. Hepsi onun yaşlarında ya da biraz daha büyük… Yüzlerinde kocaman gülümsemeler, babası ise onların ortasında huzurlu ve mutlu görünüyordu. Umay kaşlarını kaldırdı. “Siz misiniz bunlar?” Efe gülümsedi. “Evet, biziz. Ben ve ekibim. Şu an karşında minik Hayalet Birliği var. Bizi yetimhaneden aldılar. TSK için eğitilmeye başladığımızda daha çocuktuk. Komutanımız Turan Albay’dı. O zamandan beri bize babalık yaptı. O yüzden… biraz acımasız bir evlat olduğunu düşünmem normal.” dedi. Umay bakışlarını kaçırdı. “Ne güzel… Desene babam benden nefret ediyor.” “Bunu, biraz sonra öğreneceğiz sanırım,” dedi Efe. “Çünkü Albay az sonra burada olur.” Umay’ın gözleri bir anda açıldı. Bu halde, babasına asla görünmek istemiyordu. “Hayır… yani… bu halde olmaz. Üstümü başımı düzeltmeme izin ver. Yüzüm çok kötü, gözlerim mor. Su falan yok mu? Endişelenecek… korkacak. Bir şey yapamaz mıyız? Ben… bir yere gideyim. Orada buluşalım. Bir otel falan yok mu?” diye mırıldandı, sesi telaşla titreyerek. Efe, onun bu saf hâlini hayretle izledi. Sonra soğuk bir sesle, “Burası savaş alanı, Umay. Burada otel falan yok,” dedi, dudaklarının kenarında alaycı bir kıvrımla. “Söylemiştim sana… burası bir Barbie bebeğin oyun alanı için fazlasıyla vahşi.” Bunu söyleyip arkasını döndü, ağır adımlarla uzaklaştı. Umay dişlerini sıktı, sinirle derin bir nefes verdi. Ellerini hızla saçlarının arasından geçirip tarar gibi düzeltti. Yüzündeki kir ve kan izlerini elbisesinin eteğine silmeye çalıştı. Sonra bakışları ayaklarına kaydı… yıpranmış ayakkabılar, toz ve çamur. Babasının karşısına böyle çıkmak istemiyordu. Ama sanırım mecburdu. Ve o an tek bir düşünceye kilitlendi: Küçük bir çocuğun, babasının sevgisini tekrar kazanmak için duyduğu o kırılgan istek… Acaba babam beni hâlâ seviyor mu? Birkaç dakika sonra, tüm yorgunluğuna rağmen Umay hemen ayağa kalktı. Yaralı ayağının üzerine basmamaya özen gösteriyordu ama dik durmak için kendini zorluyordu. Yavaş adımlarla zırhlı araca yaklaştı, sırtını aracın yan tarafına dayadı ve beklemeye başladı. Az sonra Efe araçtan çıktı. Elinde yarısı dolu bir şişe su vardı. “Şansımıza araçta su vardı en azından,” dedi ve şişeyi uzattı. Umay, içten içe sevinmişti ama bunu belli etmedi. Şişeyi aldı, kapağını açtı ve avucuna döktüğü suyla yüzünü yavaşça ıslatmaya başladı. Toz ve kir izleri akıp giderken, gözleri bir anlığına daha berrak görünmüştü. Sonra şişeyi Efe’ye geri uzattı. “İçmeyecek misin?” diye sordu Efe, şaşkınlıkla. “İstemiyorum senin suyunu falan. Mecburiyetten yüzümü yıkadım… babama kötü görünmemek için.” dedi Umay soğuk bir sesle. Efe boynunu Umayın hizasına kadar indirdi ve başını hafifçe yana eğdi, kaşlarını çatıp gülümsedi. “Sen ne kadar inatçı bir şeysin, ya…” dedi. Umay bilerek gözlerini onun gözlerine kilitledi ve bir adım yaklaştı. Burnunu onun burnuna yaklaştırarak, meydan okuyan alçak bir sesle, “Sen de o kadar itici birisin ki… hiç merak etme. Sanırım ikimiz de birbirimizden nefret ediyoruz,” dedi. Efe, bozulmuştu ama belli etmek istemedi, homurdanarak aracın arkasına doğru yürüdü. Bir süre sonra, derin ve tok bir motor gürültüsü bölgede yankılandı. Türk birlikleri bölgeye ulaşmıştı. Araçların ağır tekerlek sesleri ve metalik kapı çarpmaları etrafa karışıyordu. Umay’ın kalbi hızla çarpmaya başladı. Heyecanla üstünü düzeltti, saçlarını geriye attı. Bakışlarını gelen araçlara dikti… babasının o araçlardan inmesini bekliyordu. Bu hareketliliği gören Hayalet Birliği, kısa sürede askeri bir disiplinle Umay’ın arkasında sıralandı. Yan yana, Omuz omuza, dimdik duruyorlardı. Efe, onların bir adım önünde, gözleri yoldan ayrılmadan Albay’ı beklemeye başladı. Umay, bu nizami görüntüyü gördükçe daha da tedirgin oldu; kalbi göğsünde atıyordu. Araçların motor sesleri kesildi. Kapılar ardı ardına açıldı, ağır bot sesleri yankılandı. Birçok asker çevreye dağılarak alanı güvene aldı. Albay’ı korumak için sıkı bir çember oluşturmuşlardı. Tam o sırada, sessizliği yırtan bir çığlık duyuldu. Umay başını o yöne çevirdiğinde, Simge’nin ona doğru koştuğunu gördü. O ana kadar güçlü durmaya çalışmıştı ama Simge’nin yüzündeki panik, onun direncini yıktı. Gözleri doldu, boğazı düğümlendi. Simge, boynuna atılıp sıkıca sarıldı. “Çok endişelendim! Çok korktum, Umay… çok korktum! İyi misin?” diyerek elleriyle onun kollarını, omuzlarını, yüzünü kontrol etmeye başladı. Umay, Simge’nin yüzünü avuçlarının arasına aldı. “İyiyim… iyiyim güzelim. Hiçbir şeyim yok. Asıl sen iyi misin? Orada tek başına kaldın benim yüzümden.” “Hayır, ben iyiyim! Beni düşünme, lütfen. Gerçekten iyiyim.” Umay’ın bakışları, yaklaşan bir başka siluete kaydı. Theo… Onu en son lise son sınıfta görmüştü. Yıllar geçmişti ama Theo sanki hiç yaşlanmamıştı. Geniş omuzlar, düzgün bir fizik, etkileyici bakışlar… Yakışıklı yüzünde endişeyle karışık bir gülümseme vardı. Theo yanına geldiğinde tereddüt etmeden sarıldı. “İyi misin sen? Çok özür dilerim… Daha çok önlem almalıydım.” “Hayır, hayır…” dedi Umay, sesi yumuşak ama netti. “Senin gücünün yeteceği bir şey değildi bu. Özür dilemene gerek yok.” Arka tarafta ise ufak bir homurdanma başlamıştı. Turna ile ikiz kardeşi Pars arasında fısıldaşmalar dönüyordu. Ekibin şakacısı Pars, “Bu eleman yakışıklıymış… sevgilisi mi acaba?” diye sordu. Sert mizacıyla tanınan Turna, gözlerini ona çevirip kısa ve keskin konuştu: “Sana ne? Magazin muhabiri misin, Sen işini yapsana.” “Ne var ya, belki de sevgilisiyle gelmiştir diye sordum,” diye homurdandı Pars. O sırada Atmaca, tok bir sesle boğazını temizledi. Onlara doğru bir bakış attı. Bakışları bir yılan gibi keskindi.Sessizlik anında yerini hafif bir gerilime bıraktı. Efe ise bütün bu sahneyi sessizce izliyordu. Ama gözleri, Theo’nun Umay’a sarılırkenki ifadesinde takılı kalmıştı. Ve o ifadeden hiç ama hiç hoşlanmamıştı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE