Kara Mahzen;

1066 Kelimeler
Akşam üzeri saatleri, Askerî karargâhın üzerine kızıl bir perde gibi güneş batıyordu. Umay, revirin penceresinden dışarıya bakarken gökyüzündeki turuncu tonların ağır ağır soluşunu izliyordu. İçinde derin bir sıkışma vardı; babasına bu kadar yakın olup da ona hâlâ ulaşamamış olmak, ruhunu boğuyordu. Bu süreçte en çok hayalini kurduğu şey, aynı zamanda en büyük hayal kırıklığına dönüşmüştü. Kısa süre sonra kapı hafifçe aralandı. Simge, elinde iki kahveyle içeri girdi. Kahveleri göstererek gülümsedi. “Şu Atmaca var ya… çok iyi bir kadınmış. Hem kahve getirdi hem de istersen bahçenin arka tarafında bir yer var, orada rahatça gezebileceğini söyledi.” Sonra hafif başını yana eğdi. “İster misin? Koltuk değneğiyle seni biraz çıkarayım.” diyerek koltuğa oturdu. Umay gönülsüzce başını salladı. “Aslına bakarsan şu an hiçbir askeri görmek istemiyorum.” dedi ve gülümsedi. Simge, hafif kıkırdayarak tam karşısındaki sehpayı çekip ve Kahveleri yerleştirdi. Yutkundu ve duygularını kontrol etmeye çalışırcasına çabalayarak söze başladı. “Çok endişelendim. Sana ulaşamadığım için… gerçekten çok endişelendim. Aslında evet, baban sana çok kızdı ve böyle davranmasını istemezdim. Ama sanırım o da büyük bir hata yaptı, Umay. Bence, Seni korumak istiyor ama itiyor.” Umay, onun söylediklerine hak veriyordu. Gerçekten de savaşın ortasına aniden inmiş gibi hissediyordu. Tam bir baş belası gibi... Fakat ruhunun derinliklerinde, çaresiz bir çocuğun serzenişi vardı; buraya gelmesinin sebebi buydu. Babasını istiyordu... Bir an sessizlik oldu. Umay bakışlarını Simge’ye çevirdi. “Theo ne dedi? Yani… gideceğiz dediğinde ne söyledi?” diye sordu. Simge kahvesinden bir yudum aldı, rahat bir ses tonuyla yanıtladı: “Gitmemize üzüldü. Burada çok büyük işler yapabileceğimizi, birçok kişiye yararlı olabileceğimizi söyledi. Ama bizi zorla tutmayacağının farkında… gönül de koymamış gibiydi. Yarın sabah bizi uğurlamaya gelecekmiş. Onun dışında bir şey konuşmadık, çünkü geri dönmesi gerekiyordu. Yardımsever kampına geçti.” Umay, “anladım” der gibi başını salladı. Kahvesini avuçlarının içine yerleştirip pencereden kurak araziye bakmaya başladı. Çorak arazi, yavaş yavaş karanlığa çekiliyordu. İçinde kopan fırtınanın en büyük sebeplerinden biri de Efe’ydi. Akşam saatlerinin bir an önce gelmesini, Efe’nin gelip ne söyleyecekse söylemesini istiyordu. Babasıyla ilgili her şeyi merak ediyor; Efe’nin onlara nasıl yardım edebileceği konusundaki ihtimaller de ilgisini çekiyordu. Artık geriye sadece sabırla onu beklemek kalmıştı... Bu sırada üssün arka bölümünde hararetli bir toplantı başlamıştı. Turan Albay masanın başındaki yerini almış, herkes sırasıyla elindeki döküman ve verileri önüne koymaya başlamıştı. Söze ilk başlayan kişi Atmaca oldu. Ekibinden elde ettiği verileri aktarmaya başladı: — Suriye’nin kuzey bölgesinde, saldırıya uğradıkları ve tutuldukları yer ile bu bölge arasında toplam üç kontrol noktası var, komutanım. Bu kontrol noktaları Suriye ordusu yönetiminde, Bu adamlar ise ellerini kollarını sallayarak bu noktalardan geçtiler. Bu, bizim öngöremediğimiz bir durumdu. Çünkü kontrol noktalarının dışına çıkamayacağını düşündük ve yalnızca iki çıkış bölgesine yoğunlaştık. Bu nedenle yardımda geciktik. Kısa bir sessizlikten sonra ekledi: — Ayrıca, Efe Komutanım’ın da tespitleri doğrultusunda şu gerçek ortaya çıktı: Sizin verdiğiniz bilgiyle Umay Hanım gözetime alınmış. Ancak, aynı kişiler tarafından bu örgüte teslim edilmiş. Bu da Suriye hükümetinin bize karşı bir yapılanmasının söz konusu olabileceğini gösteriyor. Turan Albay’ın yüzü buruştu, kaşları sertçe çatıldı. Atmaca’nın sözleri haklıydı. Umay’ın gelişinden haberdar ettiği tek kişi sınır polisiydi. Havaalanında, uçaktan iner inmez Umay gerçekten de korumaya alınmıştı. Ancak, bir şekilde bu korumanın dışına çıkarılmış ve o adamlara teslim edilmişti. Üstelik, havaalanı çevresindeki karmaşık kanalizasyon sistemini kullanarak, Umay’ı Türk askerlerinin gözetimi altındaki bölgeden sorunsuzca çıkarmayı başarmışlardı... Turan Albay düşünceli, sert bakışlarını masadan kaldırdı, Atmaca’ya onaylar şekilde başını salladı. Ardından gözlerini Efe’ye çevirdi. Efe duruşunu dikleştirdi ve konuşmaya başladı: — Eski araba pazarında onları bulduğumda çok profesyonel davrandılar, komutanım. Üzerime doğrudan saldırmadılar; sanki beni o tuzağa çekmek istiyorlardı. Ama beni öldürmeyeceklerinin farkındaydım. Nedense istihbarat ajanı olduğumu biliyorlarmış gibi davrandılar. Kısa bir duraksamanın ardından devam etti: — Umay’la kapatıldığımız yerden büyük bir şansla açık bir yol bulduk ve çıktık. Turan Albay, kızının hayatıyla ilgili bu sözleri dinlerken bile gözleri doluyor, yüzündeki çizgiler derinleşiyordu. Efe, onun duygusal tepkisini fark edince konuyu kısa kesmeye çalıştı: — Umay’ı güvenli bir noktaya sakladıktan sonra onları etkisiz hale getirdim. Stratejileri zayıftı, çoğu muhtemelen sadece örgüt işlerinde kullanılan militanlardı. Ama… liderleri için aynı şeyi söyleyemem. Liderleri, Türk ordusunun bizzat eğittiği biriydi. Albay’ın gözleri bir anda büyüdü. Sert bakışları keskinleşti, boynunu hafifçe salladı: — Hayır, Efe… Hayır. Türk ordusundan kimse bunu yapmaz. Ne demek oluyor bu? Efe yutkundu. Bakışları zorlanıyordu ama söylemek zorundaydı: — Yakaladığım kişi Baran’dı, komutanım. Sizin eğittiğiniz… hayalet birliği Teğmeni. Baran Akgöz. Albay’ın yüzü bir anda bembeyaz kesildi. Elleri masaya tutundu, yaşının ve yükünün getirdiği ağırlıkla zorlanıyordu. — Aslanım, gözünü seveyim düzgün anlat. Hiçbir şey anlamadım. Baran öldü... Efe yeniden toparlanıp anlattı: — Komutanım, içerideki ofis alanında pusudaydı. Ben geldiğimde çatıya çıktı. Mermileri üzerime sıkmadı, hata yapmamı bekledi. Türkçe konuştu. O an zaten şüphelendim. Görünüşü, sesi, bakışları… hepsi tıpatıp Baran’dı. DNA’sı için örnek aldılar. Verilerle uyuşur mu bilmiyorum. Ama kötü haber şu: Baran yaşıyor… ve artık bize karşı savaşıyor. Turan Albay’ın gözleri dolmuş, kaşları ise öfkeyle çatılmıştı. — Hemen DNA verilerini istiyorum, aslanım. En kısa sürede bilgi verin.. Peki, Şu anda nerede tutuluyor? Atmaca sert bir sesle yanıtladı: — Kara Mahzende, komutanım. Yeraltında. Albay, Atmaca’nın bakışlarında onun da ne kadar zorlandığını gördü. Buradaki herkes onun için bir evlattı. Yıllar içinde, askerlik disiplininin yanında dostluk, kardeşlik, hatta kimi zaman aşk bağlarını da görmüştü. — Tamam. Ben gidiyorum. Bana eşlik et, Atmaca. dedi. Ve, Ayağa kalktı. O an odadaki hava daha da ağırlaşmıştı. Atmacayla birlikte dışarı çıktılar... Toplantı sona erdiğinde Sarp ve ikizler, yaşadıkları şoktan hâlâ çıkamamıştı. Komutanı selamladıktan sonra sandalyelerine geri çökmüş, kalkacak hâli bulamıyorlardı. Odanın içindeki herkesin bakışları Efe’ye çevrilmişti. İlk konuşan Turna oldu; sesi sert, tavrı netti: — Anlamıyorum… O lanet dağın tepesinde biz onun cesedini bıraktık. Onun yaşamadığına yemin ederim. Efe, böyle bir şey olamaz. Etraf kan gölüydü, nabzı yoktu, bedeni soğumuştu. diye bağırdı. O anları hayal etmek bile onu boğuyordu. Sakinleşmeye çalışırcasına yumruklarını sıktı ve yutkunarak sözünü bitirdi. - Onun öldüğüne eminim. Bu adamı mezardan çıkarıp hortlatmadılarsa, şu an burada olma ihtimali yok. Sarp da aynı düşüncedeydi: — Bence de bir terslik var. Belki dikkatimizi dağıtmak için birkaç estetik operasyonla bunu başardılar. Bilemeyiz. Hem, duygusal bağımız olduğunu düşünmüş olabilirler… ki haksız da değiller. Görmedin mi Atmaca’nın hâlini? Kız, Tamamen dağılmıştı. Efe bakışlarını onlara çevirdi, gözleri sertleşmişti: — Çocuklar… Şu an beni yıllar sonra görseniz, bakışlarımdan tanır mısınız? Hepsi istemeyerek de olsa başlarını salladı. Çünkü birlikte büyümüşlerdi, kendi yüzlerinden çok birbirlerini izlemişlerdi. — İşte… Ben de aynen öyle hissettim. Umarım sizin dediğiniz gibi çıkar… ve o herifin kafasına tüm mermileri sıkabilirim. O anda odadaki herkes sustu. Donuk ve soğuk bakışlar, boşluğun içinde asılı kaldı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE