Iğdır’ın doğusunda, Aras Nehri’ne bakan çıplak tepelerin ardında, İran sınırına birkaç kilometre mesafede kurulan yeni askeri üs, kum ve çelik arasında doğmaya çalışıyordu.
Fakat o anda, tüm sesleri bastıran bir patlama, şantiyenin orta yerinde yankılandı.
İnce yapılı, uzun boylu bir kadının hızlı adımlarla kızıl saçları rüzgârla savruluyordu. Şantiyenin kumlanmış alanından hızla, yıkık bir kulübeye doğru koşuyordu.
Yüzbaşı Fatih Ulutürk, gölgede kalmış bir beton bloğun ardından dürbünüyle olan biteni izliyordu. Kaşları çatılı, dişlerini sıkıyordu.
"Ya sabır! Bir kadın, nasıl bu kadar deli olabilir!" diye homurdandı.
Telsizi kaldırdı. “Çevre güvenliğini alın. Mühendis hanımı almaya gidiyorum.!”
Astsubay Ömer hemen karşılık verdi. “Komutanım, Bence boşverin başının çaresine bakar. O kadın mühendisse, ben de astronotum şu an! Terminatör gibi ateş hattına koşuyor.” dedi.
Timin diğer üyesi Harun Üsteğmen, dürbünüyle kulübeyi süzerken kaşlarını çattı. İçten içe kıskanan bir tonla konuştu:
“Komutanım, Bende iniyorum aşağı. Deniz Hanım'ı hemen sağ hattan alabilirim...”
Ali hafifçe güldü. “Ohoo, Üsteğmenim de atılıyor göreve tam oldu.”
Harun gözlerini kısıp dürbünden çekilmeden konuştu. “Kapa çeneni oflu, yoksa ben dikicem o geveze dudaklarını birbirine!”
Fatih Yüzbaşı, şuan bu sözleri umursayacak halde değildi. Her ne yaşamış olurlarsa olsunlar, sevdiği kadın ateş hattının ortasındaydı. Tüfeğini bıraktı, bel silahını sabitledi ve kulübeye yöneldi.
Ekip onu korudu, sonunda kulübeye varmıştı. Kapıyı omzuyla açtığında içerisi toz ve dumanla kaplıydı. Yanık kablo kokusu hâkimdi.
İçeride, Deniz dizlerinin üstünde çömelmiş, bir çantaya Dosyaları ve laptobu yerleştiriyordu.
Fatih yanına varır varmaz kolundan tuttu. Öfkeyle, “Bana bak, kafadan kırık mısın sen?!” dedi.
Deniz başını kaldırdı. Yüzüne inatçı bir ifade yerleşmişti. “Burada kaç kişinin emeği var Fatih! Herkes evinden, ailesinden, sevdiklerinden uzak. Herkesin emeklerinin kül olmasına izin mi verseydim?!”
Tam o anda, koluna bir köz parçası düştü. Deniz acıyla irkildi.
Fatih bir an durdu, sonra sinirle ceketini çıkardı ve onun omuzlarına sardı.
Sesinde sitemle karışık bir öfke vardı. “Peki ya biz?! Benim ekibim de yıllardır görevde. Sizi korumak için buradayız. Ama sen sivri kafalılığınla hiç yardım etmiyorsun! Hani bana güvenmiyorsan bile, duygularını bir kenara bırak askeri tecrübeme ve ekibime güven!” dedi.
Sonra, Bir an bile tereddüt etmeden Deniz’i kucağına aldı.
“Ne yapıyorsun sen!” diye çıkıştı Deniz.
“Ne yapıyor gibi görünüyorum? Kapa çeneni, bana tutun. Çok da meraklı değilim şuan seni kucaklamaya!”
Deniz gözlerini kıstı. “Bak sen, görücü usulü tanışırken hiç böyle değildin ama. Hele sana aşığım derken, uğruma içip içip ağlarken hiç böy..” ağzına geleni sıralamaya başlamıştı ama sözünü bitiremedi. Çünkü Fatih'in iblis bakışları ona doğrulmuştu.
Fatih’in kaşları daha da çatıldı. “O zamanlar seni hanım hanımcık biri sanıyordum. Zırdelinin teki olduğunu bilseydim, arkama bile bakmadan kaçardım.”
Telsiz cızırtıyla doldu. Ömer’in sesi geldi: “Komutanım, doğudan hareket izleri var. Dikkatli olun.”
Dışarıda Harun, gözünü dürbünden ayırmadan Fatih'in, Deniz'i kucaklayıp çıkarmasını kıskançlıkla izliyordu.
Tam o sırada bir patlama daha oldu. Kulübe sarsıldı.
Fatih hızlandı, Deniz’i siper alarak dışarı çıktı. Etraf alev içindeydi. Ama, adamları pozisyon almıştı.
“Geri çekiliyoruz! Tüm sivilleri koruyun, ana üsse dönüyoruz!”
Zırhlıya bindiklerinde Deniz, Fatih’in toz içinde kalan yüzüne baktı. Göz göze geldiler.
Ve zihninde geçmiş yeniden canlandı:
Birkaç ay önce…
Deniz, Eskişehir havalimanının cam kapılarından dışarı adım attığında saçları rüzgârda hafifçe dalgalandı. Doğal kızıllığı gün ışığında parlıyordu. Uzun boyu, ince yapısı ve duru güzelliğiyle dönüp bakan çoktu.
Ama o kimsenin bakışlarını fark etmeyecek kadar yorgun, düşünceli ve bir o kadar huzurluydu. Hemen telefonunu çıkardı ve annesini aradı.
“Anneciğim, ben indim şimdi. Havaalanına geldim, eve geçiyorum. Merakta kalma diye aradım.”
Deniz, telefonun ucunda ki Annesinin sıcacık sesiyle mutlu olmuştu. Onca yıl, onca ülke, proje, başarı ve özlem… Ama annesinin sesiyle tamamlanıyordu hepsi.
Hemen kapıda ki bir taksiyi çevirdi;
Taksinin camından dışarı bakarken hayatı gözlerinin önünden geçmeye başladı. Babasız büyümüştü. Annesi, emekli olmasına rağmen hâlâ çalışıyor, iki kızını dimdik yetiştirmişti. Ablası Derya ise uysal ve içe dönük yapısıyla her zaman evin dengesi olmuştu. Sosyoloji okumuş, özel bir şirkette sosyal analiz uzmanı olarak çalışıyordu.
Kendisi… Kendisi ise çocukluğundan beri “Dahi çocuk” olarak görülmüş, ülke programlarına alınmış, matematik olimpiyatlarında dereceye girmişti. İnşaat mühendisliğiyle başladığı üniversite hayatını, makina mühendisliğiyle çift anadal yaparak tamamlamıştı. Daha yirmili yaşlarının başındayken yer altı yapıları üzerine yazdığı tez, uluslararası bir ödül almış, ardından bir Avrupa ülkesinde Radar bilişim teknolojileri ve yeraltı metro sistemleri üzerine yürütülen dev projeye çağrılmıştı.
Ama şimdi o proje bitmişti. Artık evindeydi.
Taksi apartmanın önünde durdu. Gri boyalı, eski ama temiz bir bina. Dördüncü katta, saksı çiçekleriyle bezeli o pencere… Deniz’in çocukluğuydu.
Kapıyı açan annesinin gözleri yaşardı. “Hoş geldin yavrum…” dedi.
Deniz gülümseyerek sarıldı, ''Hoşbuldum, Annemm'' diye mırıldandı. Kokusunu içine çekti, artık evdeydi.
Ardından Derya belirdi kapıda, yine o klasik, şakacı haliyle.
“Kız, sen mi geldin ya?” dedi.
''Beğenemedin mi? İzin evrağı falan mı almalıydım.'' dedi, Deniz. Ama daha fazla rolde kalamadı. İkiside kahkaha atarak birbirine sarıldılar.
Biraz sonra, salona geçtiler. Sıcacık renklerle bezenmiş evde geleneksel bir sıcaklık vardı. Fincanlar kahveyle dolarken ablası konuştu:
''Eee canım benim, sırada neresi var? Japonyaya köprü, ırak'a hastane yaptın. Sırada ne var? Afrikaya su götür bence bu sefer! Nerde aksiyon orda sen, Hiç evlenmeyecekmisin?''
Annesi gülerek;
“Sen Deniz’le hiç şakalaşma Derya. O , iki yaş küçük senden ama senin yaşın geldi geçiyor. Deniz, en azından kariyer yaptı. Sen evde kaldın iyice…”
“Anne ya!” Derya hafif homurdandı. “Sen beni sevmiyorsun valla. Evlat ayırma!”
Deniz kahvesinden bir yudum aldı, gülümseyerek onları izledi. Her zamanki şenlikti bu. Her gelişinde olduğu gibi…
Tam o sırada telefonu çaldı. Ekranda bir isim: Prof. Dr. Feridun Tanyel.
Gülümsedi. “Hocam?”
Karşıdan gelen o tanıdık, babacan ses: “Deniz’im… Hoş geldin. Nasılsın güzel kızım.''
İyiyim hocam, Siz nasılsınız.? Yeni indim kusura bakmayın en kısa sürede sizi görmeye gelirim.''
''Aslında bundan sonra daha çok görüşme durumumuz olabilir kızım'' dedi.
Deniz masadan kalktı, durumu öğrenmek için odasına geçti.
''Nasıl yani hocam, Anlamadım?''
Feridun bey biraz tereddütle nefeslendi, ''Projenin sona erdiğini duydum. Ve aslında... sadece seninle altından kalkabileceğim bir teklif aldım.”
Deniz doğruldu. “Nasıl bir proje hocam?”
“Bak şimdi… Iğdır sınır hattında, İran’a bakan bölgede yeni bir üs kurulacak. Ama sıradan bir üs değil bu. Hem komuta merkezi, hem santral, hem de yeraltı sığınakları içeren bir sistem. Bu ülkenin geleceği için kritik. Sadece en güvenilir insanlarla çalışmak istiyorlar. Ben de sadece seninle olur dedim.”
Feridun Hoca bir an sustu. “Ama... biliyorum. Babanın kaybı, sınır görevi... seni zorlamak istemem. Hem annen...”
Deniz, kararlı bir tonla sözünü kesti: “Ben varım hocam. Hem de bizzat istiyorum.”
“Emin misin?”
“Evet. Bu proje vatanım için. Gururla yapacağım.”
''Teşekkür ederim kızım, sana güveniyorum. Ben tüm prosedürleri hallediyorum, projeyi mail atıyorum sana bir göz atarsın. Muhtemelen 2 hafta sonra yola çıkıyoruz'' dedi.
Deniz nefeslendi ''Peki hocam, Haber bekliyorum sizden.''
Telefon kapanırken, annesi mutfak kapısının kenarındaydı. Gözlerinde buğulu bir parlaklık.
Annesinin ağlamaklı gözlerini görünce, içi sızlamıştı. Ama bu iş ülkesi için önemliydi. “Anneciğim, kızdın mı?” dedi Deniz yavaşça.
Annesi yaklaştı. Kollarını göğsünde bağladı, yüzü düşmüştü. “Gitme desem de gideceksin. Babanı görüyorum sende. O da böyleydi… Dinlemezdi.”
Bir anda gözünü sildi ve kendini toparladı. “Hadi gel. Yemeğe oturalım da kalan zamanımızı dolu dolu geçireyim seninle.”
Deniz annesinin yüzünü avuçlarının içine aldı ve okşadı. Bir öpücük kondurup sarıldı, Veda zordu ama bu işi istiyordu...