Hava serindi. Toprak gece boyunca su çekmiş, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ağır bir koku salmıştı. Geceden kalma çiy, otların ucuna tanelenmişti. Sarvan yine ahırdaydı. Her zamanki gibi erkenden uyanmış, işine gömülmüştü. Ama ben de oradaydım. Gözlerimin altı mor, saçlarım dağınık ama kararlıydım.
Yanına gitmedim.
Bugün onunla konuşmadım. Sessizce ahırın karşısındaki taş duvara oturdum. Yalnızca onu izledim. O ne zaman dönüp baksa, ben gözlerimi kaçırmadım.
İnatla değil.
Merakla değil.
Sadece varlığımı fark etsin diye.
Bir süre sonra sinirle elindeki küreği yere attı. Sesi ahırın içinde yankılandı. Ardından doğrulup bana doğru geldi. Adımları sertti, kararlıydı.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” dedi. “Her sabah karşıma dikilerek ne elde edeceğini sanıyorsun?”
Kalkmadım. Oturduğum yerden baktım ona. Sessiz kaldım bir süre. Sonra yavaşça konuştum:
“Alışmaya çalışıyorum.”
Kaşlarını çattı. “Neye alışmaya?”
“Buraya. Sana. Hayatıma. Bu yalnızlığa.” Sesim titremedi. “Ama sen buna izin vermezsen, ben neyi değiştirebilirim ki Sarvan?”
Gözlerimin içine baktı. O an bir anlığına gözlerinde bir kırılma oldu. Ama hemen sonra yüzünü çevirdi.
“Burası bir ev değil. Alışacak bir yer değil. Ben de bir adam değilim. Anlamıyor musun? Bu toprak neyi yutarsa, geri vermez.”
Ayağa kalktım. Üzerimdeki tozları silkeledim, yanına iki adım yaklaştım. Artık çok yakındık. Aramızda sadece birkaç karış vardı.
“Sen kendini böyle görüyorsun diye ben de öyle bakmak zorunda değilim.”
“Senin bakışının ne önemi var?” diye homurdandı. “Zaten buraya ait değilsin. Belki bir gün gidersin, her şey biter.”
“Ben gitmek istemiyorum.”
Sustu.
O an, öylece durdu.
Ben de sustum. Ama sessizliğin içinde kalbimizin atışları yankılanıyordu sanki.
Sonra ansızın, içindeki fırtına taştı. Elini hızla duvardaki çivilere vurdu. Ahırın tahta duvarından bir çatlama sesi geldi. Elinin sıyrıldığını gördüm.
Hemen adım attım.
“Elin… kanıyor.”
“Bırak,” dedi hırlayarak. “Sakın dokunma!”
Ama ben bırakmadım. Avucunu tuttum. Elinden akan kan parmaklarıma bulaştı. O an ellerimiz istemsizce birleşti. Kendi kanıydı ama ellerim titredi.
Sarvan nefes nefese kalmıştı. Gözleri bu kez kaçamıyordu.
“Sana dokunmamdan neden bu kadar korkuyorsun?” dedim fısıltıyla.
“Çünkü alışırsan, sonra gidersin,” dedi. “Ben bir daha kimseye alışmak istemiyorum.”
İşte o an…
Kalbimde bir şey kırıldı ama bu kez acıyla değil.
Anlayışla.
Çünkü Sarvan’ın öfkesi, bir savunma kalkanıydı. Yalnızlığının gürültüsüydü.
Elini sımsıkı tuttum. “Ben gitmeyeceğim,” dedim. “Ama sen de kaçmayı bırak.”
Sarvan hiçbir şey demedi. Sadece öylece durdu. O an ellerimizdeki kanın sıcaklığıyla birbirimize yaklaştık. Söz değil, sessizlik vardı aramızda. Ama o sessizlik, ilk kez bu kadar yakın, bu kadar gerçekti.cebimden küçük bir mendil çıkardım. Sarvan hâlâ direniyordu ama elini de çekmiyordu. Sessiz bir teslimiyet vardı bakışlarında. Bedeninin verdiği tepkilerle kalbinin direnişi birbirine karışmıştı.
Mendili kanayan bölgenin üzerine bastırdım. Sarvanın kaşları hafifçe çatıldı ama ses çıkarmadı.
“Elin acıyor mu?”
“Hayır.” Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. “O kadar sertim ki, artık canım bile yanmaz sanıyordum.”
“İnsan olduğunu hatırladığın için sevindim.”
Kafasını çevirdi. Yanağındaki çizgiler belirginleşti. Gözleri uzaklara dalsa da, elleri hâlâ benim ellerimin arasındaydı. Kanı, ısısı, teri… hepsi gerçekti.
“Beni böyle tutma,” dedi sessizce.
“Neden?”
“Çünkü alışırsam… korkarım.”
Başımı kaldırdım. Gözlerine baktım. “Ben seni korkutmak için burada değilim, Sarvan. Sadece seninle yan yana durabilmek için…”
Elini sardım. Mendili dikkatlice düğümledim. Sonra yavaşça bıraktım ama sıcaklığı hâlâ avuçlarımdaydı.
Elini sardıktan sonra birkaç saniye boyunca ikimiz de suskun kaldık. Rüzgar ahırın taş duvarlarına çarpıyor, etrafa kuru saman kokusu yayılıyordu. Ama o an, yalnızca Sarvan’ın elinin sıcaklığını hissediyordum. Her şey onun ellerine sığmıştı sanki; öfkesi, sessizliği, korkusu…
Sarvan gözlerime baktı, sonra başını eğdi. Geri çekilmeden önce bir anlık tereddüt yaşadı. Sonra sessizce konuştu:
“Beni daha fazla yumuşatma. Çünkü sonra kendime dönmem zor oluyor.”
Ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Adımlarında öfke değil, ağırlık vardı. Gitmek isteyen biri gibi değil… kalmak istemekten korkan biri gibiydi.
Onun sırtını izlerken içimde garip bir his yayıldı. Sanki Sarvan, ardında bir kapı açık bırakmıştı. Az önce tuttuğum o el, bir savaşçının eli değil de, içinde fırtına kopan bir çocuğun eli gibiydi.
Bir taşın üzerine oturdum. Avuçlarımı birbirine sürdüm, onun kanını hâlâ parmak uçlarımda hissediyordum. Sanki elimde tuttuğum sadece bir yarası değil, bir anısıydı. Belki hiç anlatmadığı, belki yıllardır bastırdığı bir şeyin iziydi o kan.
Kendime itiraf etmeliydim… Ona her dokunduğumda daha çok içine çekiliyordum.
Sarvan korkuyordu, belliydi. Ama bu korku sevmediğinden değil, belki de ilk defa birine bağlanabileceğini fark ettiğindendi. Çünkü insan sadece kaybetmekten korktuğu şeyi uzak tutmaya çalışırdı.
“Sen alıştığında korkuyorsun,” dedim usulca kendi kendime. “Ama ben senden kaçmıyorum, Sarvan. Ne kadar sert olursan ol, ben senden korkmuyorum.”
Korkuları vardı. Neden korktuğunu bilmiyordum. Ne geçmişini anlatıyordu, ne de hissettiklerini belli ediyordu. Ama bir şeyden kaçtığı kesindi. Bir yaradan, bir yükten, belki de sadece kendi içindeki karanlıktan…
Ama ben öğrenecektim.
Sabrım, onun suskunluğu kadar güçlüydü.
Zaten beni buraya getirmesi, her şeyi anlatıyordu. O konakta kalmamı istemedi. Süreyya Hanım’ın baskısına rağmen, beni alıp çiftliğe getirdi. Yüzüme bakmadan yaptığı her şeyin içinde ben vardım. Her ne kadar "kendim için" dese de... ben anlıyordum. Gözlerinin içinde yakalanıp kalan o tek cümleyi görmüştüm:
“Sana zarar gelsin istemiyorum.”
O bunu asla söylemezdi.
Ama yaptığı her şey söylüyordu.
Kendini kötü biri gibi göstermeye çalışıyordu. Sertti, uzak ve katıydı. Ama ben artık biliyordum: Kötü biri değildi. Sadece yorulmuştu. Sadece incinmekten korkuyordu.
Ve belki de birinin onu olduğu haliyle sevebileceğine inanmıyordu.
Çiftlikteki ilk gecemizi hatırladım. Odamı göstermiş, sonra hiçbir şey demeden çıkıp gitmişti. Ne bir tehdit, ne bir emir. Sadece sessizlik. Ama o sessizliğin içinde bile beni rahat ettirmek için gösterdiği çaba vardı. Belki kendi bile fark etmemişti.
Eğer o konakta kalsaydık, ailesi onu benimle birlikte olmaya zorlayacaktı. Sarvan bunu biliyordu. Hazır olmadığımı da biliyordu.
Ve ben… bunu şimdi anlıyordum.
O susarak bile bana bir seçim hakkı vermişti.
İçimde bir yer titredi. Birini gerçekten anlamaya başlamak, bazen korkutucuydu. Çünkü ne kadar derine inersen, o kadar savunmasız kalırsın. Ama ben bunu göze alıyordum.
Elimi göğsüme koydum. Kalbim sert atıyordu.
Belki de ilk defa birini gerçekten tanımaya cesaret ediyordum.
Sarvan Asil Korkmaz Senin duvarlarını yıkmayacağım. Ama o duvarlara oturup her gün varlığımı hissettireceğim. Ta ki sen, kendi ellerinle kapıyı aralayana kadar.
Onu anlamaya çalışıyordum.
Ne hissettiğini, ne düşündüğünü…
Kalbinin neresinde durduğumu ya da orada bir yer açılıp açılmayacağını…
Bilmiyordum.
Ama öğrenmek istiyordum.
Zeliha’dan duyduklarım kafamın içinde dönüp duruyordu.
“Hiçbir kadını sevmedi,” demişti.
“Hiç aşık olmadı.”
Bunu duymak içimde tuhaf bir kıvılcım yakmıştı.
Bir boşluk vardı Sarvan’ın kalbinde, kimsenin doldurmadığı.
Ama insanın hiç sevmemesi mümkün müydü?
Belki sevdi, söylemedi.
Belki sevmesine bile izin verilmedi.
Ya da gerçekten hiç sevmedi.
Bunu bana söyleyebilecek tek kişi oydu.
Sadece o.
Ama konuşur muydu?
Bilmiyordum.
Konuşmak istemezse susacaktım. Zorlamayacaktım.
Çünkü bazı kelimeler kendiliğinden dökülmediğinde, söyletilmeye çalışılırsa acıtırdı.
O gece hava soğuktu. Rüzgâr camın kenarına çarpıyor, ince bir uğultu bırakıyordu ardında. Pencereden dışarı baktım. Sarvan avlunun köşesindeki küçük sundurmanın altında oturuyordu. Üzerinde kalın bir mont vardı. Sigara içmiyordu, elinde herhangi bir şey de yoktu. Sadece oturuyordu.
Yalnız.
Kendiyle baş başa.
İçimde bir dürtü belirdi. Yanına gitmek istedim. Ama sonra kendimi tuttum. Çünkü bu gece onun suskunluğuna eşlik etmek gerekiyordu.
Sorularım vardı.
Ama zamanla sorulması gereken sorular…
Ona baktım. Uzun uzun.
Oturduğu taş basamak, yalnızlığını içine çekmiş gibiydi.
Yüzünde, rüzgârla yoğrulmuş o tanıdık ifade…
Bir yanı sert, bir yanı kırılgan.
Belki de en çok bu yüzden çekiliyordum ona.
Çünkü onda eksik ama gerçek bir şey vardı.
Bir kabuk…
Ve o kabuğun altında titreyen bir sıcaklık.
“Hiç sevmedi mi?” diye geçirdim içimden bir kez daha.
Ve sonra kendi kendime cevap verdim:
Bunu bana belki bir gün söyleyecek.
Ama ben sabredeceğim.
Çünkü onun kalbine giden yol, aceleyle yürünecek bir yol değil.
Her adımı hissettirerek, usulca…
Sizce Sarvanın eskiden sevdiği varmıydı ?
Eğer varsa kimdi sizce ?
Yeni bölümde görüşmek üzere umarım bölümü beğenirsiniz ❤️
Bakalım Sarvanın korkuları neydi