3

1184 Kelimeler
Emelie’ye ihtiyacım vardı. Bu cümleyi içimde tekrar ediyordum, sanki bir dua gibi. Emelie’ye ihtiyacım vardı. Çünkü onun varlığı, benliğimde kontrolsüzce çarpan tüm alarm zillerini sustururdu. O, serin bir gölge gibiydi yaz sıcağının ortasında; göğsümde birikmiş panik buharlarını söndürürdü. Telaşsızdı, ölçülüydü, neredeyse ürkütücü bir dinginlikteydi çoğu zaman. Sanki bu dünyaya değilmiş gibi… Veya tam tersine, bu dünyanın karanlık taraflarına o kadar hâkimdi ki, artık hiçbir şey onu şaşırtamıyordu. Ve ben, onun o alaycı, her şeyi çoktan çözmüş gibi bakan gözlerine ihtiyaç duyuyordum. Belki de bu yüzden, bazen her şey yıkılırken bile yüzünde gördüğüm küçük bir tebessüm bana yeterdi. Parmaklarım hâlâ titriyordu. Soğuk değil, korkudan. Veya öfkeden. Belki her ikisinden de. Telefonumu çıkarırken ellerimin ne kadar kontrolsüz olduğunu fark ettim. Ekranı doğru düzgün açamadım ilk seferde. Alışkanlıkla eski numarasını çevirmeye kalktım, sonra duraksayıp geri sildim. Numaramı değiştirmiştim, onu iki kez aramıştım bu yeni hattan. İkisinde de açmamıştı. Hatta mesajlarıma bile dönmemişti. Emelie suskunlaştığında bu, ya büyük bir plan peşinde olduğunun ya da büyük bir hayal kırıklığı yaşadığının işaretiydi. Ve onun hayal kırıklığına uğratmak… işte o, beni babamın soğuk tehditlerinden bile daha çok ürkütürdü. Telefonun ekranında onun adını görüyordum şimdi. Birkaç saniye tereddüt ettim. Aramalı mıydım gerçekten? Yoksa bu sessizliğe saygı mı duymalıydım? Ama omzumda hâlâ babamın bakışlarının ağırlığını hissediyordum. Gözümde canlanan o kederli ifade… Beni yıllar sonra bile hâlâ sarsabiliyorsa, buna Emelie’den başka hiç kimse panzehir olamazdı. “Arıyorum,” dedim neredeyse sessizce, sadece kendi kulaklarıma. Sesim boğuk ve çatallıydı. Yorgundum. Birinci çalma… İkinci… Üçüncü… Kalbim boğazıma çıkmıştı. O an tüm şehir susmuş gibiydi. Kilisenin taş duvarları bile nefesini tutmuştu sanki. Birazdan açmazsa… “Ne halt ediyorsun, Lisette?” dedi o tanıdık ses. Emelie. Neredeyse yüzümün tam karşısından konuşmuş gibi netti sesi. Hafif yorgundu ama hâlâ alaycıydı. Her zamanki gibi. Gözlerim doldu. “Nathaniel’i ziyarete gittim...” Emelie’nin dişlerini sıkıp, kaşlarını çattığına emindim. Derin bir nefes verdim. “Babam oradaydı. Kilisede. Şapelin önünde. Yüzünü görmeliydin, Em. Beni ilk kez böyle... böyle...” “Belki de baba ve kız hasret gidermeliydiniz.” Güldüm. Kuru bir kahkahaydı bu. “Lanet olsun. Dalga geçmeyi bırak Emelie. Bana yardım et.” Telefonun öbür ucunda sessizlik oldu. O kadar ani ve netti ki, kulağımda bir çınlama bıraktı. Konuşmaması, bir boşluk yaratmadı; tam tersine, üzerime ağırlık gibi çöken bir yoğunluktu. Biliyordum... Emelie şimdi o bildiği keskin sessizlikle beni inceliyordu. Her kelimemi, her nefes aralığımı, arka plandaki sokak uğultusunu, hatta sustuklarımı bile. Onun zihninde şimdiden bir tablo oluşmuştu. Tozlu bir kaldırım, solgun bir sokak lambası, yamulmuş bir çanta, dağılmış bir kadın. Emelie empati kurmazdı. Onun doğasında duygudaşlık yoktu; hiçbir zaman da olmadı. Ama o mükemmel bir gözlemciydi. İnsanların acılarına, travmalarına, zaaflarına karşı duvar örmezdi; onları sakince izler, ayrıştırır, katmanlarına ayırırdı. O seni anlamaya çalışmazdı—çözmeye çalışırdı. Soyar, sıyırır, merkeze kadar ulaşırdı. Şimdi de tam olarak bunu yapıyordu. O tanıdık, ürpertici sessizlik bunun kanıtıydı. Her zamanki gibi. Her zaman olduğu gibi. “Yakınlardaysan orada daha fazla oyalanma.” Dedi, sesi tok ve keskin çıkmıştı. Emelie’nin o tanıdık, tartışmaya kapalı tonu… İşlerin çığrından çıkmadığını, henüz kontrolün tamamen kaybedilmediğini fısıldıyordu bana. Ne zaman böyle konuşsa, içimde bir şeyler hizaya girerdi. Panik geri çekilir, düşünceler netleşirdi. “Arabana atla ve Le Marais’deki eve gel.” Dedi. Hafif bir duraksama yaşadım. Tereddütle yutkundum, dudaklarım çatlamıştı. “Tamam.” Dedim. “Ama…” “Sadece gel.” diye böldü sözümü. Sesi bu kez daha da sertti, ama altında bir şey vardı—acele, belki endişe. “Düşünme. Eyleme geç.” Telefonu kapattı. O tanıdık, keskin sessizlik kulağımda çınladı. Sanki sadece konuşma değil, bir umut da kapanmıştı o an. Beni olduğum yerde bıraktı; yarım, eksik, parçalanmış. Parmaklarım hâlâ telefonun soğuk ekranına yapışmıştı, onu elimden bırakmak bir tür teslimiyet gibi geliyordu. Ama bıraktım. Parmak uçlarım uyuşmuştu, boğazımda bir düğüm, gözlerimde biriken ama akamayan yaşlar… İçimde her şey daralıyordu. Bir adım attım, sonra bir adım daha… En sonunda, bir duvar dibine çöktüm. Yorgunluk, sadece bedenime değil, kemiklerimin içine işlemişti. Nefes nefeseydim. Sanki ciğerlerim bana ait değildi. Göğsümde yanık bir ağrı, nefes almayı hatırlamamı engelliyordu. Ellerim dizlerime yaslandı, bedenim öne doğru eğildi, alnımı yere düşürmemek için son gücümle direndim. Ayakkabılarımın burnu çamura bulanmıştı—ne zaman bastım, nereden geçtim, bilmiyordum bile. Eteğimin uzun kenarlarını koşarken aceleyle toplamıştım, adımlarımın arasında dolanmasın diye. Şimdi ise kucağımda darmadağın duruyordu; iplik iplik, buruş buruş… Tıpkı ruhum gibi. Paramparça, özensiz, yorgun. İçimdeki panik hâlâ vardı ama artık dalga dalga değil, hafif sızı sızıydı. Bedenim sarsılmıyor, ama titriyordu. Gözlerimi kapattım. Kalbim hâlâ kulaklarımda atıyordu—gürültülü, kesik kesik, bitkin. Her atışında bana varlığımı hatırlatıyor ama yaşadığım şeye bir anlam yükleyemiyordu. Neden buradayım? Neden hep kaçıyorum? Kimden kaçıyorum? Ne için? Evlilikten, ömürlük bir sorumluluktan ve İtalyandan. İşte bundan kaçıyordum. Koşmak için şimdi bile motive olmuştum... Birkaç dakika öylece kaldım. Sokak lambası az ileride yanmıştı; turuncu bir ışık, kaldırım taşlarını solgun bir günbatımına boyuyordu. Zaman yavaşlamıştı. Ya da belki ben durmuş, dünyanın geri kalanı hareket etmeye devam etmişti. Şehir sessizdi. Nadiren geçen bir araba sesi, uzaktan duyulan bir siren belki. Ama içimdeki uğultu, o karanlık fısıltılar susmuyordu. O kadar uzun zamandır benimleydiler ki, artık bana aitmiş gibi geliyorlardı. Akşam olmak üzereydi. Gökyüzü, morla gri arasında kararsız bir renge bürünmüştü. Gölge ile ışık arasında sıkışmış bir saatti. Tıpkı ben gibi—ne tamamen karanlık, ne de aydınlık. Dudaklarım kıpırdadı ama sesim çıkmadı. Belki bir dua etmek istemiştim, belki küfretmek. Belki de sadece “yeter” demek. Ama hiçbir şey söylemedim. Çünkü biliyordum. Benim lanetim bir duyguydu, bir anı değil. Bir suç değildi; bir doğum lekesiydi. Benim lanetim, bir soyadıydı. Peruggia. Kendimi toparladıktan sonra derin bir nefes alıp arabaya doğru yöneldim. Zihnimde babamın endişeli yüzü dönüp duruyordu. O an, her zamanki güçlü duruşunun ardında bir kırılganlık vardı. Gözlerindeki kaybolan güveni görmek, beni sarsmıştı. Onun bu şekilde olmasına sebep olan neydi? Belki de onu bu duruma sokan şey, benim ortadan kayboluşum ve yıllardır süren gerilimdi. Nate’in söylediği gibi, belki de orta yolu bulmak en akıllıca hareket olurdu. O hep mantıklıydı, ama mantık bir yere kadar işe yarar, değil mi? Benim içimde bir ses, tamamen keskin bir çözüm peşinde koşmam gerektiğini söylüyordu. Ama diğer taraftan, her şeyi gözden geçirip yeniden başlamak da bir seçenekti. Bir şeyleri toparlamak, tüm bu karmaşayı bir şekilde çözmek... Arabama bindim ve direksiyonu tutarken ellerim hafifçe titriyordu. Belki de bu kez, babamla birlikte bir çözüm yolu bulabilirdik. Ya da belki de her şeyin sonu, birbirimize daha fazla yaklaşmak değil, daha da uzaklaşmak olurdu. Ne olursa olsun, geriye adım atmayacaktım. Le Marais’e doğru ilerlerken, Paris’in dar sokakları arasında kaybolmuş gibiydim. Şehir, bir zamanlar aşina olduğum neşesinden uzak, şu an huzursuz ve yabancı bir hale bürünmüştü. Araba, dar yollar boyunca sessizce kayarken, her dönüş ve her köşe bana geçmişin yankılarını hatırlatıyordu. Fakat o geçmiş, artık bir yük gibi üzerimdeydi; ne kadar kaçsam da bir türlü geride bırakamıyordum. İçimdeki huzursuzluk her adımda biraz daha büyüyordu. Gözlerim farların altında, sararmış taş binalarda geziniyor, ama kafamda başka bir şey vardı. Babamın endişeli bakışları, Nate’in soğuk tavsiyeleri… Zihnimde çelişkiler arasında savruluyordum. Le Marais’e yaklaşırken, adeta bir dönemeç gibi geliyordu; bir seçim, bir karar anı. Sonunda, Le Marais’in doğru yaklaşırken, kendimi daha da kaybolmuş hissettim. Her şey çözülmeden ilerlemek istemesem de, başka bir seçeneğim yoktu. Emelie ile yaptığım son anlaşma üzerine onun son bir kez daha çalacaktım.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE