ELLER YUKARI

1511 Kelimeler
Otobüs, sınır hattına doğru ağır ağır ilerliyordu. Camdan baktığımda, yolun iki yanındaki tozlu tepeler bile bana tanıdık gelmiyordu artık. Çünkü bu yol, alışık olduğum hiçbir yola benzemiyordu. Sadece haritada değil, içimde de sınırlar değişiyordu sanki. İnsan karar verdiğinde bir tür sükunet gelir sanır ama hayır. Karar dediğin şey, bazen fırtınanın tam ortasıdır. Sadece gözünü kırpmadan içine yürümeyi seçersin. Ben de öyle yapıyordum. Kimseden izin almadan, kimseye güvenmeden… Ya da belki tam tersi. Bilmeden birilerine güvenmeye başlamıştım. Yanımda oturan Şerife Hemşire, yine badem ezmesini çıkarıp çantasından bana doğru uzattı. “Yemeyeceğim demek yok, açsın sen.” dedi kendine has gülümsemesiyle. Onu uzun zamandır tanımıyordum aslında. Pratisyenliğe başladığımdan beri tanıdığım en sevecen insanlardan biriydi sadece. Bu hırslar dünyasında bambaşka biriydi. Ne zaman kafam karışsa, o hep oradaydı. Ne zaman kararsız dursam, bir yerden yakalayıp destek olmuştu. Fazla konuşmaz ama bir cümlesiyle yerinden oynatırdı insanı. Birkaç ay önce, yemekhane sırasında beklerken birden bana dönüp sormuştu: “Elif, sen hiç evlenmek istedin mi?” O zaman cevabım netti. “Bilmiyorum.” demiştim. “Sanırım düşünmüyorum öyle şeyleri.” Ama şimdi... Şimdi yüreğim başka şeyler fısıldıyordu. O zaman düşünmediğim şey birinin tanıştırmasıydı. Aşk karşıma çıkacak diye bekliyordum. Ama olmadı. O an gözlerimi yoldan çektim ve sessizce sordum. “Şerife abla...” Başını çevirdi, gözlüklerinin üzerinden bana baktı. “Efendim kuzum?” “Sen bana bir kere... hani o yemekhane sırasında... evlenmek isteyip istemediğimi sormuştun ya...” Gülümsedi. “Sormuştum. Ama o zaman cevabın daha çok kafanı dağıtmak ister gibiydi.” Başımı salladım. “Çünkü o zaman bilmiyordum. Ama şimdi istiyorum. Yani... bir eşim olsun istiyorum. Kendi ailemi kurmak istiyorum.” Şerife abla bir süre sustu. Sonra çantasından bir pet şişe su çıkardı, bana uzattı. “İyi o zaman.” dedi. “Demek ki zamanı şimdiymiş. Ben her şeyin bir zamanı olduğuna inanırım. ” Sonra gözleri birden uzaklara kaydı, sanki bir anıya daldı. “Elif… sana birinden bahsetmek istiyorum. Ben seni gördüğümden beri çok uyumlu olacağınızı düşünüyorum. Bakışlarınız aynı. ” Şaşırdım. “Kim?” “Üsteğmen Yusuf Sinan Kurtay ” dedi. İsmi duyar duymaz içimde garip bir şey kıpırdadı. Sanki tanıdık ama hiç rastlamamış gibi. “Tanımıyorum.” dedim temkinli bir şekilde. “Yıllar önceydi.” dedi Şerife. “Bize ağır yaralı halde getirildi. Vücudu darmadağın… Gözleri açıktı ama içinde başka bir yerden bakıyor gibiydi. Çok sessizdi. Neredeyse hiç konuşmadı ama teşekkür etmeyi unutmadı. O günden sonra hep arayıp sordu beni. Vefalıdır. Kimsesi yok ama yuvadan bazı arkadaşlarıyla hala bağı var. Hepsi koşup gelmişti onun için. Dışarıdan suskun durur ama içi... içi bambaşka.” İçimden geçenleri hemen dışarı yansıtmak istemedim. Ama elimde olmadan sordum. “Evlenmek mi istiyor?” Şerife gülümsedi. “Hayır. Bir kere bir şeyler olmuş ama olmamış. Yusuf kolay kolay birine bağlanmaz. Ama bağlanırsa da ömrüyle bağlanır. Aslında ona da senin gibi konuyu açan benim. Ama niyetin evlenmekse ben onunla konuşurum. ” Otobüs sarsılarak bir tümseği geçti. Sanki içimden bir şey çözüldü o anda. Kafamı cama yasladım. Demek ki ailem olmasına rağmen ailesiz gibi halim dışarı yansıyordu. Şerife Abla anlamıştı. İki yarım bir tam eder diye düşünüyordu. Belki de bir eş demek, ilk başta adını bile bilmediğin birini içten merak etmeye başlamaktır. Öyle evlilik meraklısı olup herkese bana birini bulun diyen biri olmaması hoşuma gitmişti. İnsan biraz özel olmak istiyordu. Sessiz kaldım. Şerife Abla da sessizleşmişti artık. Ama onun gözlerinden süzülen o cümlesiz dua gibi ifadeyi görmemek imkansızdı. Belki bu yol, sadece sınırı geçmek için değildi. Belki de birinin hayatına açılan kapının tam önünde duruyordum. Ve belki… sadece belki, onun adı Yusuf ’tu. Yusuf Sinan. .... Ben Elif. Elif Sonay Kurtay. Ve eğer bu satırları hala kendi sesimle anlatabiliyorsam… Demek ki hala hayattayım. Ama o kadar kolay hayatta kalmadım. Suriye sınırını geçtikten sonra hava değişmişti. Bu bir mecaz değil. Gerçekten, nefes aldığım her şey farklı kokuyordu artık. Tozla karışık bir barut, kurumuş bir kan kokusu, bozkırın içine gizlenmiş sessiz bir tehdit vardı havada. Kimse konuşmuyordu. Şerife Abla dua okuyordu içinden, dudakları kıpır kıpır. Ben elimle dizime bastırıyor, titrediğimi belli etmemeye çalışıyordum. Tam yolun ortasında, kimsenin beklemediği bir yerde patladı ilk kurşun. Ne bir uyarı, ne bir megafon sesi. Sadece aniden otobüs camının bir köşesinden içeri giren o ince, tiz, ölümcül ses… İçimizden biri , genç bir doktor, öndeki araçtan inmişti ihtiyaç molası için sanırım. Ve biz onun vurulma sesini camlarımız kapalıyken duyduk. Önce bir çığlık, sonra bir boşluk oldu. Kimse ne olduğunu tam anlamadı. Ama ben gördüm. Kan, yolun ortasına yayılırken doktorun bedeni hala kasılıyordu. Otobüsümüzün etrafını sarmaları sadece birkaç saniye sürdü. Ellerinde silahlar vardı. Yüzleri sarılıydı. Dilleri tanıdıktı ama ruhları bize yabancıydı. Onlar insan öldürmeye alışmış adamlardı. O kadar rahattılar ki… Sanki pazara gelmişlerdi de et seçiyorlardı. Şoförün camına bir dipçik indi önce. Kapı açıldığında birinin bağırışı duyuldu: “HERKES OLDUĞU YERDE KALSIN!” Yüreğim, kaburgamın altında değil, boğazımda atıyordu artık. İçimizden biri panikle inmeye, kaçmaya çalıştı, o da bir sağlık personeliydi ama onu hemen yere ittiler. Sonra otobüse doluştular. Biri, kafasında siyah bir örtü, dizlerine kadar uzanan postallarıyla ön tarafa ilerledi. Şoförü kolundan çekti. Bir silah doğrulttu kafasına. “Yola devam edeceksin. Dediğim yerden saparsan beyninin parçaları ön cama yapışır.” Şoför titreyerek başını salladı. Biz de hepimiz... birbirimize yapıştık. Kadın, erkek, yaşlı, genç fark etmedi. Silahları bize çevrilmişti artık. Otobüs hareket etti. Telefonları toplayıp bir poşete koydular. Ama artık biz hiçbir yere gitmiyorduk. Biz... rehin alınmıştık. Şerife Abla sessizce elimi tuttu. Sanki annemdi bir anda. Sanki ben küçük bir çocuktum da fırtınada kaybolmuştum. Ama bu fırtınada rüzgar sadece savurmuyordu… öldürüyordu. Bir yandan kendime tekrarlıyordum: “Sakin ol Elif. Panik yaparsan herkese zarar gelir.” Ama kalbim aklımı duymuyordu. Gözüm doktorun cansız bedenine takıldığında, zihnim bir anlığına sustu. İlk ölümdü bu. Gözümüzün önünde, hiçbir şey yapamadan giden bir meslektaşımız. Ve şimdi sıra kime gelecekti? Bizi nereye götürüyorlardı? Otobüs ilerlerken camdan baktım. Dışarıda hiçbir tabela yoktu. Yol bir bilinmezliğe, ya da belki ölüme gidiyordu. Ve ben, hayatımda ilk defa, ölümü bu kadar yakından duyuyordum. Soluk alıp verişim artık sadece bana ait değildi. Yanımda oturan herkesin hayatı, bir şoförün titreyen parmaklarına ve adamın şakağına dayanmış bir silahtaydı. Yol iyice garip bir hal aldı. Sarsıntılar arttı. Nereye gidiyorduk? Otobüs bir anda zangırdayarak durdu. Alt takım sertçe yere vurmuştu, ama motor hala çalışıyordu. İlk başta fark etmedim. Sonra camdan dışarı bakınca gerçeği gördüm. Ön tekerlekler diz boyu çamura gömülmüştü. Bataklık… Hem de tam anlamıyla. “İnip itin!” diye bağırdı içlerinden biri, eli hala silahında. Otobüsün kapısı açıldı. Bazı erkek yolcuları hemen dışarı çıkardılar. Şoför zaten ne deseler yapıyordu, başına silah dayanmıştı az önce. Kadınlar korkuyla otobüsün içinde büzüldü. Bense elimdeki tıbbi çantaya gözümü dikmiştim. O an, içimde bir şey parladı. Korkudan değil, belki de hayatta kalmak için ilk defa bu kadar berrak düşündüğüm içindi. Çantayı koltuğun altından çektim. Hatırladım; çıkmadan önce yanımıza uçucu anestezik maddeler de verilmişti. Bir çok tıbbi malzeme yanında. İzofluran… Normalde ameliyathane koşullarında kullanılırdı ama doğru koşul yaratılırsa küçük, kapalı bir alanda hızlı etki ederdi. Soluyan herkes birkaç dakika içinde bilincini kaybedebilirdi. Ama kendimi korumam gerekiyordu. Hızla koltuğun altındaki kutuyu açtım. Maske… Evet. Küçük bir filtreli maske. En azından birini almalıydım. Titreyen ellerimle ekipmanları çıkarıp hazırladım. Adamlar hala dışarıdaydı. Otobüsün arkasını itiyor, küfrediyor, kızgınlıkla toprağı eşeliyorlardı. Bir iki tanesi otobüse silah çevirmiş duruyordu ama sanırım sadece kadınları içerde bıraktıkları için rahattılar. Tanrı biliyor ya, ben de korkuyordum. Ama bu fırsat kaçmazdı. İzofluran gazı uçucu bir sıvıydı, solunum yoluyla hızla etki ederdi. Küçük bir cam şişedeydi. Gaz haline geçmesi için ortam sıcaklığı yeterliydi. Elimdeki küçük nebulizatör şişesini şırınga ile çekip cihazın içine boşalttım. Hedefim, adamlar içeri girince arkadan çalıştırıp havaya karıştırmaktı. Otobüs küçük bir hacme sahipti, birkaç dakika yeterdi. Kendime hızlıca maskeyi taktım. Evet, sızdırıyordu ama en azından beni koruyacaktı. Yan koltuklardaki minik fanlarla havayı daha hızlı sirküle edecek, gazın dağılmasını sağlayacaktım. Her şey hazırdı. Kalbim deli gibi atıyordu. “Çıkardık galiba!” diye bağırdı biri. Ardından herkes tekrar otobüse doluştu. Kapılar kapandı. Kader, içerideki havaya karıştı. Otobüs çalıştı. Fanlar yeniden çalışmaya başladı. Bir, iki, üç dakika… Önce sürücünün başı düşmeye başladı. Sonra diğer yanımdaki kadının nefesi ağırlaştı. Adamlar “N-n’oluyor lan?” diye homurdanmaya çalıştılar ama cümleleri yarım kaldı. Göz kapakları ağırlaştı, bedenleri gevşedi. Birer birer yere yığıldılar. Diz çöküp başını koltuğa dayayan biri, ağzından salya akıtarak bayıldı. " Durdur arabayı!" dedi biri ama söyledikten sonra o da düştü. Sanırım şoförde. Ben… ben hala ayaktaydım. Aslında başım önde olanları izliyordum. Maskeyi gizlemeye çalışıyordum. Maskemin altındaki nefesim buğulu, ter içindeydim. Ama düşmedim. Sadece sersemledim. Otobüs artık sessizdi. Kalktım. Hepsinin nabzını kontrol ettim. Yaşıyorlardı. Sadece derin uykudaydılar. Sonra otobüs paneline yöneldim. Gördüğüm bütün tuşlara bastın. Sonunda kapı açıldı. Sonra dönüp telefonları alan adamı bulmaya çalıştım. Poşet adamda değildi. Arkaya bir yere atmıştı. Arayacak vaktim yoktu. Poşeti komple aldım. Hızla dışarı fırladım. Çünkü hala tehlike geçmemişti. Etkisi uzun sürmezdi. Yardım bulmalıydım. Hemen. Çünkü bu bir zafer değil, sadece bir başlangıçtı. Birilerine durumu haber vermeliydim ama önce görüş açısından çıkmam gerekiyordu. Koştum. Koştum. Ve sonra bir ses duydum . " Elindekini bırak. Ellerini kaldır. " Etrafa bakındım ama kimseyi göremedim. Acaba hayal mi görüyordum? Gaz bende de kafa mı yapmıştı. Bir adım daha attım. " Ellerini kaldır ve o poşeti at. " dedi tekrar bir ses. Dediğini yaptım. Ve yanıma biri gelmeye başladı. Üzerinde kamuflaj vardı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE