Zagros Dağlarının sarp yamaçları geceye bürünmüştü. Ay ışığı, kayaların üzerine keskin gölgeler düşürüyor, vadiler dipsiz birer kuyu gibi karanlığa gömülüyordu. Sert rüzgâr, kuru otları hışırdatıyor; bazen de dar geçitlerde uğuldar gibi yankılanıyordu.
Bölge ürkütücü olduğu kadar tehlikeliydi: derin yarıklarla dolu kayalıklar, saklanmaya elverişli mağaralar, yüzyıllardır nice kervanların ve kaçakçıların kullandığı gizli geçitler... Burada her taşın ardında bir gölge, her gölgenin ardında ise bir tehdit vardı.
Ay ışığının solgun parıltısı altında Ak Pençe Timi, Zagros’un dar kayalık geçitlerinden süzülerek ilerliyordu. Sessizlik o kadar yoğundu ki, botların taşlara sürtünmesi bile bir uyarı gibi geliyordu.
En önde Alp (Kartal Gözü) vardı. Uzun boyuyla diğerlerinin üstünde yükseliyor, dürbünüyle ileri hattı sürekli tarıyordu. Onun ardında ağır silahını sırtlayan Tunç (Demir Yumruk), sessiz adımlarına rağmen varlığıyla kayaları titretiyor gibiydi.
Serhat (Gölge) araziyi tarıyor, dar çatlaklardan sessizce kayıp gidiyor; önden yolu açıyor, pusulara dikkat kesiliyordu. Arkasında ise Tamer (Fitil), taşların arasında gizlenmiş olabilecek tuzakları kontrol ediyor, ince elleriyle kayaları yokluyordu.
Merkez hattı Zeynep (Şifa) tutuyordu. Bir yandan etrafı gözlüyor, bir yandan da kalp atışlarını bastırmaya çalışan genç Arda’yı kolluyordu. Arda (Çıtır) her zamanki gibi fısıltıyla şakalaşmaya çalışıyor, gerginliği kırmak istiyordu ama Alp’in bir bakışıyla hemen susuyordu.
Geride Murat (Pusula) ağır ve emin adımlarla yürüyordu; düşünceli bakışları sanki karanlıkta bile bir haritayı okuyordu. Onun yanında sırtında laptop çantasıyla Elif (Siber) vardı; küçük ekranlardan birinde dronların aldığı görüntüler titrek ışıklarla yanıp sönüyordu.
Tim bir gölge gibi ilerliyor, dağ nefesini tutmuş onları izliyordu.
Ak Pençe Timi, o gece Zagros’un taşlarına yalnızca bir ayak izi bırakmaya gelmemişti. Onların yürüyüşü, sıradan bir devriyenin değil; tarihin gölgesinde yazılacak bir görevin adımlarıydı.
Dağın kalbinde, kadim mağaraların derinliklerinde saklanan bir karanlık vardı. Silah kaçakçıları, terör grupları ve sınırın ötesine taşan gölgeler… Her biri, yalnızca bugünü değil, yarını da tehdit ediyordu. Tim, işte o gölgelerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarmak için gönderilmişti.
Onların görevi bir çatışmayı kazanmak değil, bir geleceği korumaktı. Bazen tek bir adım, tek bir nefes ya da tek bir kurşun, yüzlerce hayatın kaderini belirlerdi. Alp’in gözlerinde bu bilincin ağırlığı vardı; Pusula sessizce bunun hesabını yapıyordu; Şifa, bu karanlık yolculuktan kimsenin eksilmemesi için dua ediyordu.
Zagros’un taşları bu gece yalnızca rüzgârı değil, Ak Pençe’nin yükünü de taşıyacaktı.
Vadinin öte yakasında bir yaşam değil, bir uğursuzluk gizleniyordu. Mağaraların ağzı, geceyi yutan kara dişler gibi açılıyor; içeriden zaman zaman metalin birbirine sürtünme sesi yankılanıyordu.
Silah kaçakçıları, bu topraklarda kök salmış kara otlar gibiydi; ne kadar biçilsen yeniden boy veriyorlardı. Eski ama ölümcül silahları vardı: paslı namlular, omuzda taşınan roketler, pusulara gömülmüş makineli tüfekler… Disiplinleri yoktu, ama dağın her taşını kendi evleri gibi biliyorlardı.
Karanlığın içinden çatlak bir telsiz sesi yükseldi. Gürültülü ve kesik: emirler, küfürlerle karışık uyarılar… Düşman liderinin sesi tanınmazdı belki ama otoritesi belli oluyordu. Adamlarını sağa sola sürüyor, mağaranın içindeki gölgeleri dışarı itiyordu.
Ak Pençe, her adımıyla bu görünmez çemberin içine daha fazla giriyordu. Ve o çember, giderek daralıyordu.
Gece ağırlaşıyor, Zagros’un sessizliği neredeyse kulak tırmalıyordu. Tim, kayalık bir sırtın ardında durmuştu. İleride, mağara girişine yakın bir noktada belirsiz gölgeler kıpırdanıyordu. Düşman, ellerinde silahlarla nöbet tutuyor, ara sıra kendi aralarında fısıldaşıyordu.
Alp dürbününü gözünden ayırmadan fısıldadı:
“Çok yakınlar. Sessizlik, sadece gözlem.”
Tunç ağır nefesini bastırmaya çalışıyor, Serhat yere çömelmiş izleri inceliyordu. Fitil parmaklarını taşın üzerinde gezdiriyor, olası bir düzenek arıyordu. Zeynep dua eder gibi dudaklarını kıpırdatıyor, Elif’in ekranında ise sinyal dalgaları dans ediyordu.
Ve o sırada, ince bir cızırtı bütün kulaklıkları doldurdu. Telsiz hattına düşmandan çatlak bir ses karışmıştı:
“Onlar yakında. Hazırlanın… kuzey hattını tutun!”
Timin damarlarına buz gibi bir korku indi. Alp’in bakışları sertleşti, Pusula hemen hesap yapmaya başladı. Yanlış bir adım, hepsinin sonu olabilirdi.
Ama işte tam o an, telsizin başında oturan Arda’nın parmakları yanlış bir düğmeye bastı. Küçük bir tık, ardından cızırtı… ve Arda’nın panikle çıkan sesi düşmanın frekansına karıştı.
Telsizden gelen çatlak sesin ardından timin kalbi sıkıştı. Düşman hazırlık yapıyor, pusunun kapanı kapanmak üzereydi. Herkes nefesini tutmuşken birden Arda’nın sesi, cızırtılı bir yankıyla düşman frekansına karıştı:
“Kuzey hattını boşaltın… biz arkadan sarıyoruz!”
Sessizlik. Herkes dondu kaldı.
Tunç dişlerini sıktı, neredeyse bağıracaktı:
“Ne yaptın sen, çocuk?!”
Ama tam o anda mağara girişindeki gölgeler telaşla hareketlenmeye başladı. Düşman, kuzey hattını terk ediyor, panikle mevzilerini değiştiriyordu. Bazıları silahlarını toparladı, bazıları koşar adım başka yöne dağıldı.
Pusula fısıldadı, hayretle:
“Onlar… cidden inandı!”
Alp, mavi gözlerini Arda’ya dikti. Çıtır’ın yüzü kızarmış, kulaklarına kadar al al olmuştu. Elleri hâlâ telsiz düğmesinde, titreyerek gülümsedi:
“Yani… şey… taktiksel bir hamleydi?”
Tunç homurdandı ama istemsizce kıkırdadı. Zeynep başını iki yana sallayıp gülmemek için dudağını ısırdı. Elif gözlüklerinin ardından bakıp kahkahasını zor tuttu.
Alp, sessizce karşısında ki gence bakıyor, acaba neresinden kemiklerini kırmaya başlasam diye düşünüyordu. Ekibe katıldığından beri burnundan getirmiş, her gün başka bir şeyle sabrını sınıyordu.
" Merak etme. Şuradan bir sağ salim bir kurtulalım da ben seni taktiksel sikeceğim." dedi. Gözlerinden dediğini yapacağının vaadini veriyordu. Ama çocuk resmen kendini her durumda sevdiriyor ne kadar kızsa da bir türlü kıyamıyordu. Korku ve mahcubiyetle gözlerini kaçıran, kıvranan çıtıra gözlerini kısarak baktı Alp yüzbaşı.
Arda ise kıvranıyor, utancından neredeyse yerin dibine giriyordu. Çatık kaşların ve keskin bakışların ağırlığını hissedince boğazını temizleyip zayıf bir sesle fısıldadı.
“Komutanım… yemin ederim kazaydı. Vallahi ben öyle planlı yapmadım. Ama işe yaradı, değil mi?”
Alp, hepsinin kahkahaya yenilmek üzere olduğunu görünce kaşlarını biraz daha çattı. Ama gözlerindeki buzun altında istemsizce bir kıvılcım belirdi. İçinden “Şu veletin alnına konduracağım ilk kurşun, kendi sabrımı sınamak için olacak” diye geçirirken, dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı.
Ve o anda herkes anladı: Alp kızsa da, Çıtır timin artık ayrılmaz bir parçası olmuştu.
Kısacık bir kahkaha dalgası, dağın taşlarına çarpıp kayboldu. Fakat o gülüşler, içinde bulundukları tehlikenin ağırlığını silemedi. Alp’in keskin bakışı, bir anlığına yumuşamış gibi olsa da hemen ardından sertleşti. Sesini alçak tuttu ama timin her üyesi tok bir emir gibi duydu.
“Yeter. Bu bir piknik değil. Hepiniz mevzi alın. Mağara girişine yüz metre kaldı.”
Bir anda gülüşmeler kesildi, nefesler yeniden sıklaştı. Tunç ağır silahını kavradı, Serhat yere daha da yakın ilerledi, Fitil parmaklarını taşların üzerinde gezdirerek tuzak aramayı sürdürdü. Pusula düşünceli bakışlarını mağaraya çevirdi, Siber ekranındaki sinyal dalgalarını kontrol etti. Şifa gözlerini kısarak gölgeleri taradı.
Çıtır ise utancını gülümsemeyle maskelemeye çalıştı. Biraz önce istemeden de olsa timi kurtarmıştı, ama şimdi omuzlarının arasına gömülmüş, Alp’in bakışından saklanıyordu.
Alp, son kez çevresine bakıp alçak bir fısıltıyla noktayı koydu.
“Bundan sonrası ölüm sessizliği… Hepiniz gözünüzü dört açın.”
Ve Ak Pençe, yeniden gölgeler gibi kayalıklara karışarak mağaraya doğru süzüldü.
Alp işaret parmağını kaldırdı, herkes olduğundan da sessizleşti. Tunç ağır silahını yere dayadı, hazır bekliyordu. Serhat yere yapışmış gibi sürünerek kayaların arasından en öne geçti. Fitil, mağara girişinde parlayan küçük bir tel parçasını fark etti; parmak uçlarıyla yokladı, yere gömülü basit ama ölümcül bir tuzağı işaret etti.
“Temizlerim,” diye fısıldadı, nefesi taşlara değince geri yansıdı.
Zeynep gözlerini kısmış, içeriden gelen en ufak sese kulak kesilmişti. Elif’in küçük ekranında sinyal çizgileri titriyordu; mağaranın içinde aktif telsizler vardı, bu da düşmanın içeride mevzilendiğini gösteriyordu.
Arda ise öndeki gölgeleri seçmeye çalışırken dudaklarını ısırıyordu. Az önceki hatasıyla kahraman olmuştu ama ikinci bir şansa güvenmek istemiyordu. Bir yandan sessizce kendi kendine mırıldandı. “Ne olur bu sefer saçmalama, Arda…”
Alp, gözlerini mağaranın kara boşluğuna dikti. Dudaklarının arasından neredeyse bir nefes kadar hafif çıkan emir, timin kaderini çizdi.
“Mevzi alın… giriyoruz.”
Mağaranın ağzı, dağın göğsünde açılmış kara bir yara gibiydi. İçeride nemli bir soğuk vardı; duvarlardan damlayan suyun sesi, her yankıda kulaklara iğne gibi batıyordu.
Serhat önden kayarak girdi. Yere o kadar yakın ilerliyordu ki, gölgesi bile taşlara sinmiş gibiydi. Fitil, eliyle işaret ederek teli ve tuzağı sessizce etkisiz hale getirdi. Küçük bir kıvılcım parladı ama kimse fark etmedi.
Ardından Alp, koca gövdesiyle gölgelerin içine karıştı. Adımları ağır değildi; dev gibi bir adam olmasına rağmen sesi çıkmıyordu. Onun ardından Tunç, ağır silahını göğsüne bastırarak içeri süzüldü.
Zeynep kalp atışlarını bastırmaya çalışıyor, bir yandan da timin her üyesine göz ucuyla bakıyordu. Bir yaralıya anında müdahale etmesi gerekirse hazır olmalıydı. Elif, küçük cihazından yayılan soluk mavi ışığı gizlemek için üstünü örtmüş, ekranında sinyal yoğunluğunu takip ediyordu. İçeride en az on kişi vardı.
Pusula, başını hafif yana eğmiş, içeriden gelen sesleri çözmeye çalışıyordu. Düşmanın dillerinden, aralarındaki otorite ilişkisini anlamaya çalışıyordu. “Bir lider var… sert emirler veriyor. Diğerleri itaat ediyor.” diye fısıldadı.
Arda, en arkada, boğazını sessizce temizleyip nefesini düzenlemeye çalışıyordu. Her adımında botunun altındaki taş çıtırdı çıkarmasın diye dua ediyordu. Birkaç dakika önce yaptığı “yanlışlıkla kahramanlık” hâlâ üzerindeydi; şimdi yapacağı en küçük hata onları ateşin ortasında bırakabilirdi.
Mağara derinleştikçe ışık azaldı. Tek ışık, düşmanın içeride yaktığı zayıf bir gaz lambasından geliyordu. Gölgeler titriyor, taşların arasından boğuk sesler yayılıyordu.
Alp bir işaret verdi. Timin kaderi, artık karanlığın içinde yazılacaktı.
Mağara giderek genişledi. Tavan, yukarı doğru yükseliyor; duvarlardan sarkan taşlar, koca dişler gibi gölgeler oluşturuyordu. İçerideki loş ışık, gaz lambalarının titrek alevlerinden yayılıyordu.
Ak Pençe sessizce kayaların ardına sığınmış, içerideki manzarayı izliyordu. En az on beş adam vardı. Kimi silahlarını temizliyor, kimi yere çömelmiş kartlarla oynuyor, kimisi de kapının ötesine gözcü dikmişti. Ama hepsi belli ki bir emir bekliyordu.
Orta kısımda, taş bir çıkıntının üzerine kurulmuş basit bir masa vardı. Masanın başında oturan adam, diğerlerinden ayrılıyordu. Gür sakallı, geniş omuzlu, elinde sürekli telsiziyle oynayan biriydi. Sert bakışlarıyla etrafı süzüyor, zaman zaman yanındaki adamlara emirler veriyordu. Bu belli ki grubun lideriydi.
“Bu adam farklı,” diye fısıldadı Pusula, gözlerini kısmıştı. “Düzeni o sağlıyor. Diğerleri, onsuz darmadağın kalır.”
Fitil sessizce göz ucuyla Alp’e baktı. “Eğer onu devre dışı bırakırsak, kalanlar panikle dağılır.”
Alp, dudaklarını tek çizgiye indirdi. Sessiz kaldı ama gözlerindeki kararlılık, timin ne yapacağını anlatmaya yetiyordu.
Bu sırada Elif, dizüstü ekranındaki sinyalleri takip etti. “İki telsiz aktif. Biri masadaki adamda, diğeri kuzey tüneline gönderilmiş olmalı. Haberleşiyorlar.”
Çıtır dişlerini gıcırdatmadan nefesini tuttu. İçinden “Yine yanlış frekansa denk gelmeyeyim” diye geçiriyordu. Ama kalbinin ritmi, kulaklarına davul gibi vuruyordu.
Tim, gözlerini karanlığa dikmişti. İçerideki düzeni çözmüşlerdi. Şimdi tek mesele, o düzeni bozmaktı.
Mağaranın içi kaynayan bir arı kovanı gibiydi. Arda’nın yanlış telsiz mesajından sonra düşman kuzey hattını terk etmiş, ama içeride kalanlar daha da gerginleşmişti. Her biri silahını elinde tutuyor, liderlerinin emirlerini bekliyordu. Gaz lambalarının titrek ışığında yüzler sert, gözler öfkeli parlıyordu.
Ak Pençe timi gölgeler arasında ilerlerken o ölümcül sessizlik aniden paramparça oldu.
Çok küçük, ama ölümcül bir ses: Çıtır’ın botunun altında kayan bir taş, mağaranın duvarlarında yankılandı.
Bir anlığına zaman dondu. Sonra liderin tok sesi mağaranın her köşesine yayıldı.
“Girişte bir şey var! Hat tutun, silahları doğrultun!”
Bir anda adamlar mevzilenmeye başladı, tüfekler omuzlara kalktı, roketatar omuza yaslandı. Kayaların ardına siper alan düşman, gözlerini karanlığa dikti.
Alp’in gözleri bir buz parçası gibi parladı. Fısıltısı timin kulaklıklarına düştü.
“Temas. Ateş serbest!”
Tunç makineli tüfeğini ateşlediğinde mağara barutla doldu, mermiler kıvılcımlar saçarak duvarları yaladı. Fitil hızla yan taraftan bir el bombası fırlattı, patlamanın yankısı mağaranın göğsünü çatlattı. Serhat gölge gibi süzüldü, yan koldan içeri sarktı.
Zeynep silahını doğrulttu, kalbi çarpsa da gözleri sabitti. Elif dizüstünü kapatıp yanına çömeldi, korkudan değil, soğukkanlı bir dikkatle. Pusula dudaklarını büküp sert bir cümle fısıldadı:
“Lideri alın. Gerisi dağılır.”
Ve mağara, barutun, çığlıkların ve metalin yankısıyla cehenneme döndü.
Kurşun sesleri mağaranın içini parçalarken Alp’in gözleri tek bir noktaya kilitlendi: masanın ardında telsiziyle emir yağdıran lider. Adam yüksek sesle bağırıyor, sağa sola işaret ediyor, adamlarını düzenli tutmaya çalışıyordu.
“Gözler hedefte.” diye fısıldadı Alp.
Tunç makineli tüfeğiyle baskı ateşi açtı, mermiler duvarlardan seken taş parçalarını yağmur gibi düşürdü. Fitil yan koldan ilerleyip bir sis bombası yuvarladı, beyaz duman mağarayı doldurmaya başladı. Serhat, gölge gibi kayarak yan mevziye geçti, adamların arkasına sarktı.
Alp tüfeğini doğrulttuğu anda bir gürültü yankılandı: Arda, panikten yanlış taşı devirmişti. Taş yuvarlandı, düşmanlardan biri dikkati o yana çevirdi. Tam o anda lider başını kaldırıp dikkatini dağıttı. Bu küçücük an, Alp’in istediği fırsattı.
Mavi gözleri buz gibi kesildi. Tetiğe bastı.
Mermi, gaz lambasının titrek ışığını yararak masanın ardındaki adamın göğsüne saplandı. Liderin sesi yarıda kesildi, telsizi elinden düşerken gözleri şaşkınlıkla büyüdü.
Sessizlik olmadı; tam aksine mağara bir anda kaosa sürüklendi. Liderleri yere yığılırken geriye kalan adamlar bağırışlarla sağa sola dağıldı. Düzen bozuldu, emir zinciri koptu.
Pusula’nın sakin sesi kulaklıklara düştü.
“Bitti. Lider düştü. Dağılırlar.”
Arda taşın arkasına sinmiş, yüzü kıpkırmızı haldeydi. Kendi hatasının o an Alp’e fırsat doğurduğunu fark edince titrek bir gülümseme yayıldı dudaklarına.
Alp kısa bir bakış attı. İçinde hem öfke hem de istemsiz bir minnettarlık vardı. Göz göze geldiklerinde yalnızca tek bir kelime söyledi.
“Şanslı göt.”
Liderlerinin yere yığılmasıyla mağara darmadağın olmuştu. Kaçmaya çalışan birkaç adam, Tunç’un makineli tüfeğinin ardı ardına kusulan kurşunlarıyla geri püskürtüldü. Fitil’in sis bombaları, düşmanı kör etti; Serhat karanlık köşelerden sessizce çıkan son direnişçileri indirdi.
Dakikalar süren çatışma, ağır bir sessizlikle sona erdi. Mağaranın içinde yalnızca barutun keskin kokusu, damlayan suyun sesi ve timin hızlı solukları kalmıştı.
Alp koca gövdesiyle öne çıkıp silahını omzuna astı. Gözleriyle içeriyi süzdü. “Temiz.” dedi, tok bir sesle.
Şifa, hemen yaralılara göz gezdirdi. Küçük sıyrıkları sardı, nefesleri kontrol etti. Elif dizüstünü açıp mağaradaki sinyalleri taramaya başladı. “Komutanım,” dedi heyecanla, “burada kayıt cihazları var. Tüm emir trafiği kaydedilmiş. Şifreli dosyalar da var ama çözebilirim.”
Pusula, masadaki haritaları ve notları karıştırdı. “Bunlar değerli. Sevkiyat yolları işaretlenmiş. Düşmanın gelecek hamleleri burada gizli olabilir.”
Tam o sırada Arda ortaya atıldı. Eliyle mağaranın bir köşesini işaret etti. “Komutanım bakın! Burada ikinci bir telsiz hattı var. Hâlâ aktif… sanırım kuzey tüneline bağlı. Yani… şey… yanlışlıkla bağlandığım hat bu olabilir.”
Alp ağır adımlarla yanına geldi. Mavi gözleri yine keskinleşmişti. “Yanlışlıkla mı?” diye sordu buz gibi bir sesle. Arda boğazını temizleyip kekeledi. “Ama… şey… sonuçta işe yaradı, değil mi?”
Tunç kahkahayı patlattı, mağaranın duvarları gürledi. Zeynep başını iki yana salladı ama dudaklarının kenarına istemsiz bir tebessüm oturdu. Elif gözlüğünün ardından gizlemeye çalışsa da gülümsedi.
Alp başını hafifçe eğdi. Dudaklarından tek cümle döküldü. “Bir gün seni gerçekten sikeceğim, Çıtır.” Ama gözlerindeki parıltı, sözlerinin tam tersini söylüyordu.
Mağaranın içi sessizliğe gömüldükten sonra Ak Pençe, yavaş adımlarla dışarı çıktı. Zagros’un soğuk rüzgârı yüzlerine çarptı, içeri sinmiş barut kokusunu temizler gibi. Gökyüzü yıldızlarla doluydu; ay, kayalıkların üzerine sanki gümüş bir örtü sermişti.
Tunç, ağır silahını yere bıraktı, sırtını bir kayaya yasladı. “Hah… sonunda nefes alabildik. Ama var ya komutanım, Çıtır’ın o nadide sesi olmasa şimdi çoktan pusuya düşmüştük. Velet bir işe yaradı yanlışlıkla da olsa. ” dedi, homurdanır gibi ama gülümseyerek.
Arda kızararak omuz silkti. “Yani… tamamen planlıydı diyemem ama sonuçta iş gördü, değil mi?”
Zeynep kahkahayı bastırmak için dudaklarını ısırdı. “Sana kızamıyoruz işte. Bir şekilde kendini sevdirmeyi başarıyorsun.”
Elif, küçük ekranını kapatırken gözlüğünün ardından baktı. “Ama bir dahaki sefere frekansı yanlış bağlarsan, önce ben kablolarını sökerim.” dedi, alaycı bir tebessümle.
" Yeter bu kadar gevezelik kızlar. Haydi gitme vakti." dedi Alp. Artık evine dönmek istiyordu. Mümkünse de yıkanmak...
Alp önde yürüyordu, adımları sessiz ama kararlıydı. Herkes yorgundu; Tunç ağır silahını sırtına asmış, her nefeste göğsü inip kalkıyordu. Fitil sessizdi, parmakları hâlâ patlayıcı kalıntılarını hissetmeye çalışıyor gibiydi. Serhat arada bir durup etrafı dinliyor, gölgeleri kolaçan ediyordu.
Zeynep, yanındaki Arda’ya göz ucuyla baktı. Çocuk yorgunluktan omuzlarını düşürmüş, ama dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Kendi kendine mırıldandı: “Türkiye’ye dönünce ilk işim, sıcak bir duş ve uyku…”
Elif hafif bir tebessümle araya girdi. “Önce rapor yazacaksın, Çıtır. Sonra uyursun.”
Arda homurdandı. “Rapordan nefret ediyorum. Benim yerime yazsan olmuyor mu?”
Tunç’un kahkahası vadide yankılandı. “Hadi oradan! Senin raporlarını kimse yazamaz. Hele bugünkü gibi kahramanca hatalarını yazdırmaya kimse yanaşmaz.”
Arda kızardı, omuzlarını yukarı çekip homurdanarak sustu. Ama yüzündeki gülümseme kaybolmadı.
Sınır çizgisi görünmeye başladığında herkesin içini tarifsiz bir sıcaklık sardı. Gökyüzünde ay, artık daha yakın ve daha güvenli görünüyordu. Alp durdu, kısa bir bakış attı ekibine.
“Türkiye’ye ayak basınca herkes susacak. Raporu ben vereceğim. Ama hepinizin aklında kalsın… bu tim, bugün tarih yazdı.”
Sessizlik oldu. Sonra Çıtır dayanamadı, fısıldadı. “Benimki de tarihe geçer mi?”
Alp dönüp baktı, mavi gözleri bir anlığına kıvılcımlandı. “Geçer. Ama utanılacak bir dipnot olarak.”
Tim kahkahalarını tutamadı. Ve işte o kahkaha, sınırın ötesine geçerken onlara en çok lazım olan şeydi: eve dönüşün sesiydi.
Sabahın ilk ışıkları doğarken tim, sınır hattını geçmiş ve Türkiye topraklarına ayak basmıştı. Yorgunluk kemiklerine işlemişti ama adımlarında hâlâ bir kararlılık vardı. Karargâhın demir kapıları açıldığında, onları nöbet tutan askerler saygıyla selamladı.
Avlunun ortasında, gri üniformasıyla bir albay onları bekliyordu. Sert yüzlü, gözleri keskin, sesi tok bir adamdı. Alp ve timi yaklaşınca, askerî disiplinle selam verdiler.
Albay’ın bakışları hepsinin üzerinden tek tek geçti. “Operasyon tamamlandı mı, Yüzbaşı Erdemir?” diye sordu.
Alp dimdik durdu, mavi gözleriyle karşılık verdi. “Evet, komutanım. Mağara temizlendi, lider etkisiz hale getirildi. Belgeler ve kayıtlar elimizde. Tim eksiksiz döndü.”
Albay başını ağır ağır salladı. “İyi iş çıkardınız. İstihbarat için önemli bir adım. Merkez raporu bekliyor.” Sonra gözlerini timin geri kalanına kaydırdı. “Ve siz… Ak Pençe. Ülkeniz için onur kaynağısınız.”
Bu sözler herkesin göğsünü kabarttı. Ama tam o anda Çıtır öne bir adım attı, boğazını temizledi. Yorgun, ama muzip gülüşüyle, “Komutanım, küçük bir yanlış anlaşılma oldu ama… sonuçta iş gördü.” dedi.
Bir anlık sessizlik oldu. Tunç kahkahayı zor tuttu, Zeynep gözlerini devirdi, Elif gülmemek için dudaklarını ısırdı. Pusula kısık sesle “Dipnot” diye mırıldandı.
Alp’in yüzü taş kesildi. Omzunun üzerinden Arda’ya baktı ve albayın huzurunda gür bir sesle konuştu. “Ondan bahsetmeyin, komutanım. Çıtır’ın raporunu ben bizzat yazacağım. Ama garanti ediyorum… tarihe geçecek.”
Albay kaşlarını kaldırdı, kısa bir tebessüm sakladı. Sonra başını eğip timi selamladı. “İstirahat edin. Yakında yeni emirler gelecek.”
Tim dağılmış, koğuşlara yönelirken Çıtır hâlâ gülümseyerek homurdanıyordu. “Benim tarihim pek parlak olmayacak galiba…”
Ama içten içe biliyordu: Artık o, gerçekten Ak Pençe’nin bir parçasıydı.