Sabırsızca, tepemde dikilen kadını daha fazla bekletmemek için avuç içlerimi yatağa bastırdım. Acıyan kollarıma inat, tüm yükümü onların üzerine vererek ayağa kalkmaya çalıştım. Fakat hareketsizlikten uyuşan ayaklarım beni taşımadı; yüzüstü yere kapaklandım. Tek tesellim, ellerim sayesinde yüzümü yere vurmamış olmamdı. Yoksa eminim burnum kırılır, yine kanlar içinde kalırdım. Ve o piç bana hiç düşünmeden şöyle derdi:
“Kendi hatanın bedelini kendin ödeyeceksin, güzelim. Burnunu ben kırsaydım, şifası da ben olurdum.”
Tepemde dikilen kadın, nefes alış verişini bilerek duyurmaya çalışsa da umursamadım. Kalkabilecek durumda olsaydım, zaten kalkardım. Kimseyle yüz göz olmak istemeyen bendim; onların varlığı zaten en büyük cezamdı. Fakat bunu anlayamayacak kadar ahmaktılar.
Bacaklarımın varlığını yeniden hissedebildiğimde, güçlükle de olsa doğruldum. Derin bir nefes çekip, topallayarak banyoya yöneldim. Elimi kapının soğuk metal kulpuna uzattığımda, cansız da olsa dokunabildiğim bir şeye temas ettiğim için şükrettim.
Şükür dediğim kavramın hayatımdaki yeri, kapı kulpunu kavrayışımla içeri adım atışım arasında kalan o kısacık mesafeden ibaretti. Ondan sonrası, benim için zorlu ve yakıcı bir vakitti. Banyoya girip Miskin’i bekledim. Az sonra geldi; kapıyı kapatıp kilitledi. Sonra bana dönüp, gözlerimin içine, kibirle ve tiksintisini saklamadan baktı. Çenesini yukarı kaldırdı. Bu hareketin anlamını biliyordum: “Kollarını havaya kaldır.”
Gözlerimi kapatıp kollarımı havaya diktim. Ağlamak istiyor, ama beni yıkamadan kilitleyip gider diye kendimi tutuyordum. Annem öyle bir kadındı ki, ben üzerimi değiştirirken arkasını döner, bana bir nebze olsun mahremiyet alanı bırakırdı. Ama bu rezil mahluklar… İnsan görünümlü hayvanlar… İlmek ilmek içime işleyen, iliklerime kadar sızlatan bir utanç veriyorlardı. Üzerimdeki siyah elbiseyi eteklerinden tutup kaldırdı. Çıkardığında, saçlarım çıplak bedenime değdi; o temas tüylerimi diken diken etti.
Bedenim, kendi sessiz zamanında değişiyordu. Göğüslerim, arada ince bir sızıyla varlığını hatırlatıyor; büyüdüklerini hissediyordum. Boyum uzuyor, hatlarım şekilleniyordu. Ama hâlâ, annemin yanında bile soyunmaktan utanan bir çocuktum ben. Ve şimdi… Bu yabancı eller, bu hoyrat bakışlar… Bana ait olan sınırları paramparça ediyordu. Yanaklarım ve boynum ateş gibi yandı. Nefesim göğsümde ağırlaştı. Zaman, o anda sanki kırılıp durdu. Başımı, hem saklanmak hem de kaybolmak istercesine öne eğdim.
Su akmadığı sürece bana dokunmazdı; ama etrafımda ağır adımlarla dönüp bedenimi inceliyordu. Gözleri, üzerimde bir ağırlık gibi geziniyor, her bakışı derimin altına işliyordu. Nedenini hep merak ederdim. Akıl sağlığı yerinde olan biri, böyle bir şeyi neden yapardı ki? Gözyaşlarımın yanaklarıma düşmesine izin vermeden, dişlerimi sıktım. Nefesim sığlaşıyor, göğsümde sıkışıp kalıyordu. Bitirdiğinde ayağını sertçe yere vurdu; bu, küvete geç demekti.
Sıcak suyun buharı burnuma doldu; içinde keskin ama garip bir şekilde tatlı kokular vardı. Adımlarım titrek, dizlerim yumuşaktı. Parmak uçlarımda hafif bir uyuşma hissettim. Küvetin önüne geldiğimde, arkamı dönüp, nefesimi tutarak külodumu çıkardım.
En zoru buydu…
O kadının bana hatırlattığı en ağır utanç…
Keşke yok olsaydım. Keşke hiç var olmamış olsaydım.
En mahrem yerimi… Miskin suratlı bir kadının görmesi…
Ve o kenafir gözler…
Hiçbir şey olmamış gibi, utanmadan, sıkılmadan üzerime dikili…
İçimde bir şeyler koptu o anda.
Parçalandım.
Kırıldım.
Günler geçti…
Ama o bakışın kiri… Derimden, gözlerimden, beynimden…
Hiç çıkmadı.
Her zaman iğrenerek, uzak durarak bakardı. Ama bu kez… Gözlerinde karanlık, ağır bir şey vardı. Daha önce hiç görmediğim, adını koyamadığım bir gölge… Bakışları, ayak uçlarımda donmuştu. Merakıma yenildim. Kaşlarımı çatarak, onu ilk defa uzun uzun inceledim. Sessizliğinin altında saklanan niyeti, o gözlerdeki bulanık kıvılcımı anlamaya çalıştım. Ama her bakışımda, içimde büyüyen o uğursuz his biraz daha keskinleşti.
Bu miskin kadına hep başım önde, kirpiklerimin altından bakardım. Şimdi ona özgürce bakmak, tuhaf ve huzursuz hissettiriyordu. Ama şu an tek derdim, gözlerindeki o ifadenin ne olduğunu anlamaktı. Sanırım… korku.
Evet, bu kadının gözleri… Korkarak ayak uçlarıma bakıyordu.
Sanırım bazı hisler domino etkisine sahipti. Onda gördüğüm korku, hiç vakit kaybetmeden bana geçti. İçimde hızla büyüyen huzursuzluk, beni aşağı bakmaya zorluyordu. Miskin kadındaki bu ani değişimin sebebini öğrenmeliydim.
O his… İçime tohum gibi ekilen, tanıdık ama hâlâ alışamadığım o his. Fazla savunmasızdım, evet. Ama biliyordum: Bana benden başka yardım edecek kimse yoktu.
Nefesimi tuttum. Kendime sessizce cesaret vererek başımı eğdim.
Ve gördüm.
Kan…
Bir anda boğazım düğümlendi. Göğsümde keskin bir sancı hissettim. Ellerim buz kesildi. Dizlerim titredi, sanki yer ayaklarımın altımdan çekiliyordu. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, kaburgalarımın arasından fırlayacak sandım. Kanın kırmızısı, gözlerime değil, beynime kazınıyordu.
Aklım durma noktasına gelmişti. Çocuk aklı işte… Neden bu kadar ürktüğümü anlamaya çalışıyordum. Çünkü ben korkmazdım. Kandan, kanın renginden… Başlarda canımı acıtsa da sonradan kana alışmıştım. Hatta o kırmızıya bakmak, bana garip bir huzur verirdi. Zindanımda gördüğümde, başka hiçbir şeye benzemeyen bir hatırlatıcıydı o: hâlâ yaşıyordum.
Ama bu sefer… farklıydı.
Bu kırmızı, başka bir yerden geliyordu.
Külodumun ortasında, ıslak ve sıcak bir leke… Açık kırmızı, canlı, yeni.
Gözlerim dondu. İçimden, tanıdığım bütün kırmızılar silindi; yerini bilmediğim, yabancı bir korku aldı.
Neden külodumda kan olurdu ki? İki gündür bana hiç vurmamıştı. Yalnızca konuşmuş, başkalarına olan kinini, öfkesini kusmuştu. Sonra yanımda uzanmıştı.
Ve… dokunmuştu.
Her zamanki gibi.
Bacaklarımı kalçalarıma kadar okşamış, derin derin iç çekmişti. Burnunu saçlarıma gömmüş, kokumu ciğerlerine çekmişti. O an, nefesinin sıcaklığı ensemde bir leke gibi kalmıştı.
Hem dövdüğü zamanlarda bile bacak arama vurmazdı ki…
Bu kanın sebebi neydi?
Aklımda annemle yaptığımız konuşmaları taradım. Bana verdiği öğütleri, kızışlarını… Komşularla arasında geçen sohbetleri… Belki orada bir ipucu saklıydı. Ama yoktu. O kadar şaşkın ve korkaktım ki, bu kana dair tek bir kelimeyi bile hatırlayamadım.
Ya hastaysam?
Ya içimde bir şeyler bozulduysa?
Yoksa… ondan mı oldu?
O eller… O nefes… Dün gece bana dokunuşu…
Mideme bir taş gibi oturdu bu düşünce. Nefesimi tutup kovmaya çalıştım ama gitmedi. Gitmiyordu. Her seferinde geri dönüp daha sert çarpıyordu içime.
Sakin olmalıydım.
Dün gece sadece bacaklarıma dokundu. Sadece…
Bacaklarımı sevdiğini söyledi.
Bunu hep yapardı.
Belli zamanlarda, bedenimin farklı yerlerini severdi.
Bir gün göbeğimi…
Bir gün göğüslerimi…
Bir gün kalçalarımı…
Bir gün kollarımı…
Ve bir gün… bacaklarımı…
Her seferinde başka bir yeri seçer, orada biraz fazla kalırdı. Sanki bedenimi parça parça ezberliyordu.
Bedenim, onun zihninde sessizce tamamlanan bir haritaydı.
Nerede duracağını bilen, ama asla durmayan bir bakışın, bir dokunuşun izi vardı üzerimde.
Bu düşünce, derimin altına ince bir buz tabakası gibi yayıldı.
Ama asla bacak arama dokunmazdı. Dokunmamıştı. Eminim…
Hatta kendi söylemişti.
“Sabırla bekliyorum, kış kuşum. Zamanı geldiğinde, acımadan… zevkle dokunacağım oraya da…”
O söz, o anda sadece havada asılı kalmamıştı. İçime işlemiş, beynimin duvarlarına kazınmıştı. Ne zaman hatırlasam, mideme ağır bir taş gibi oturuyordu.
Ama şimdi odaklanmam gereken, miskinin neden korktuğuydu. Onun korkusunu anlarsam, ne olduğunu da anlardım. Umutla başımı kaldırıp ona baktım. Beni izleyen gözleri, eski donuk hâline dönmüştü. Buna rağmen, bana cevap vermeyeceğini bildiğim hâlde sordum.
“...Neden? Neden kanıyorum?”
Sesimin titremesine engel olamamıştım. Merakım ve korkum kelimelerime sinmişti. Bana cevap vermek yerine başını yana çevirdi. İletişim kurmak istemiyordu.
Bir süre sessizce dikildim. Ondan insanlık beklemek… beyhude bir çabaydı.
Ayaklarımı külodumdan kurtarıp, titreyen bedenimi küvete bıraktım.
Ve beni yıkamasına izin verdim.
Önceden, bedenimde dolaşan tahta kuruları varmış gibi bir hisle… kirlerimden ve günahlarımdan arındığımı sandığım iki karmaşık duyguyu aynı anda yaşardım. Her santimimi özenle yıkarken, temiz olmak… ama yabancı ellerin yardımıyla temiz olmak… Bu bana ağır geliyor, midemi burkuyordu.
İki yıldır bedenime izinsiz dokunan yalnızca iki kişi vardı: Miskin ve Canavar.
Miskin’in niyetini, bir noktada, “iyi” diye adlandırabilirdim. Amacı beni temizlemek, güzel kokmamı sağlamaktı.
Ama Canavar…
O bana yalnızca kendi zevk ve arzuları için dokunuyordu.
Bana her dokunduğunda, bacaklarının arasında bir sertlik belirir, ara ara onu da okşardı. Ve bir süre sonra, tatmin olduğunda, banyoya gider… Suyun sesi eşliğinde, boğuk ve garip sesler çıkarırdı.
Miskin’in elleri, bazen soğuk, bazen hafifti. Ama Canavar’ın elleri… Onlar hiçbir zaman hafif olmadı. İkisi de bana dokunuyordu, evet. Ama biri suyun, sabunun ve kokuların ardına saklanmıştı; diğeri ise arzusunu saklamaya bile tenezzül etmiyordu.
Yine de…
Dokunuş dokunuştu. Ve istemediğim her temas, ruhumun derinlerine işlenmiş bir leke bırakıyordu.
Hangisinin daha kötü olduğunu bile bilmiyordum artık.
Biri beni temizlediğini söylerken kirletiyor muydu?
Diğeri beni kirlettiğini bile bile, neden kendini bu kadar üstün hissediyordu?
Bazen, ikisini de ayırt edemeyecek kadar bulanıyordu zihnim.
Belki de ikisi de aynıydı.
Belki de, aralarındaki farkı görmeye çalışmak, kendi kendime kurduğum bir yalandı…
Kendimi biraz daha az kirlenmiş hissetmemi sağlayan bir yalan.
Banyo bittiğinde, miskin kapının arkasında ki havluyu bana uzattı. İlk defa benim almamı beklemek yerine, kendi yardım etmişti. Şaşkınlıkla bakakaldım.
Bu kadın gerçek miydi ?
Ben bir rüya mı görüyordum ?
Az önce, de küveteyken, hiç olmadığı kadar şefkatle dokunmuştu. Saçlarımı özenle yıkamış ve durulamıştı. Hiç acıtmamıştı. Bedenime sert, hızlı keselememiş, yumuşak geçişlerle, gevşemesini sağlamıştı. Bu kadına neler oluyordu. Bir de yetmezmiş gibi, başını yana çevirmiş ve bedenime gözlerini dikmemişti.
İçimde, adını koyamadığım bir kuşku kıpırdadı. Miskin’in bu hali… Yabancıydı. Sanki bana dokunan o kadın değildi; başka biri, başka bir hayatın içinden gelmiş biriydi. Temkinli bir umut, sessizce kanıma karıştı.
Ama kendimi uyardım.
Bu zindan da umut, kanatları koparılmış bir kuş gibiydi; uçmayı denese bile yere çakılırdı.
Yine de, onun bu farklı dokunuşunu, bu göz kaçırışını zihnime kazıdım. Belki bir gün, anlamı olurdu. Belki de sadece, fırtına öncesi sessizlikti.
Yanında getirdiği çantadan, yıkadığı kıyafeti çıkarıp, üzerimden aldığı kirliyi buruşturup itti. Hareketlerine sinmiş öfke, gözümden kaçmadı. Neye kızgındı? Bana mı? O kana mı? Yoksa ben farkında olmadan bir hata mı yapmıştım? Kafamda sorular birbirini kovalıyordu, ama cevapsızdı. Miskin’e sorsam, yine susacağını biliyordum; denememiş değildim.
Bana gökyüzünü anımsatan mavilikteki elbiseyi uzatıp yüzünü yana çevirdi. Ve o an, ikinci kez donup kaldım. Hızla toparlanmaya çalıştım; her seferinde böyle afallamamın anlamı yoktu. Ama önümüzde uzanan belirsizlik, içimi usulca kemiren bir korkuya dönüşüyordu.
Hızla kurulanıp, önce elbiseyle aynı mavilikteki külodumu giydim, ardından elbisemi geçirdim. Miskin, bana dönüp uzun uzun baktı. Sonra sessizce yanıma gelip havluyla saçlarımı kuruttu. Sağ tarafı ördü, sol tarafı serbest bıraktı. Saçlarım düzdü; ince telli ama uzundu.
Saçlarımı da, yüzümü de görmeyeli iki yıl olmuştu. Banyoda ayna yoktu. Kendime tamamen yabancıydım artık. Nasıl göründüğümü hatırlamıyordum. Hem mutlaka değişmiş olmalıydım. Annem, geçen yılların insanları değiştirdiğini söylerdi. Ama ben, bir aynadan bile mahrum bırakılmıştım
Belki de bu yüzden, hafızamdaki yüz giderek silikleşmişti. Sanki gözlerimin rengi, dudaklarımın kıvrımı, hatta gülüşüm bile bir yabancının hatırasına dönüşmüştü. Kendimden uzaklaştıkça, benliğimin sesi de kısılıyordu.
Miskin, çantasından beyaz bir paket çıkardı. Üzerinde yazılar olan, köşeleri buruşturulmuş, hafifçe yıpranmış bir şeydi. Bana uzattı ve ilk kez konuşarak,
“Bunu küloduna tak,” dedi.
Şaşkınlığımın doğallığını tarif edecek başka bir şey olamazdı. Bu kadının sesini ilk kez duyuyordum. Kulaklarım, meğerse varlığını unuttuğu bir sese kavuşmuş gibiydi. Demek bir dili, bir sesi vardı.
Gözlerim, bir elinde tuttuğu pakete, sonra tekrar Miskin’in yüzüne gidip geliyordu. Dudakları hala kapalıydı ama az önce çıkan o kelimeler zihnimde yankılanmaya devam ediyordu.
Sonunda fısıltıya yakın bir sesle sorabildim:
“Bu… ne?”
“Tak,” dedi buyurgan, sert bir sesle.
Sesindeki öfkeyi hissettiğim anda, paketi hemen alıp açtım. Ellerimin titremesine alışık olduğumdan, bu bana zor gelmedi. Yüzünü yana çeviren Miskin’e göz ucuyla baktım. Bana şimdiye kadar mahremiyet alanı tanıyan bu kadına ne olduğunu merak ediyordum.
Elimdeki şeye odaklanıp, nasıl kullanılacağını anlamaya çalıştım. Doğru mu, yanlış mı yapıyorum bilmiyordum ama söylediğini yapıp, iç çamaşırıma yapıştırdım. Çamaşırımı yerine çektiğimde, bacak aramdaki fazlalık tuhaf, yabancı bir his verdi.
Sanki bedenime ait olmayan, ama orada bulunması zorunlu kılınmış bir şeydi bu. Tenim ona alışkın değildi; her adımda, her kıpırdayışta varlığını hatırlatacaktı.
O an, neye alışmam gerektiğini düşündüm. Sadece bu garip nesneye mi, yoksa başıma gelen her şeye mi? Miskin’in yüzü hâlâ yana dönüktü, sesi kesilmişti. Sanki söylediklerinin fazlası zarardı.
İçimde bir yer, bu sessizlikten ürküyordu. Yabancı his sadece bacak aramda değil, tüm bedenimde, hatta ruhumun içinde büyüyordu.
Eğer bilseydim başıma gelecekleri…
O gün, o dakika, Miskin’in ayaklarına kapanırdım.
Tırnaklarımı yere geçirip, onu bırakmamaya çalışırdım.
Beni kurtarması için, ağzımdan dökülen her kelime gözyaşına bulanırdı.
Kulu, kölesi, ne isterse o olmaya razı gelirdim.
Beni neyle sınayacağını bilmeden, boynumu onun ipine geçirirdim.
Ama bilmiyordum.
Ve bilmemek, o an bana en büyük ihanet oldu.
Gitti…
Miskin, beni yeniden o soğuk, küf kokusuna bulanmış, nefretle dolu o yere bıraktı.
Beni acılara mahkûm eden, zincirlerine vurup gitti.
Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum.
Belki dakikalar, belki saatler…
Ama uzun değildi.
Ve sonra…
O geldi.
Canavarım…
Celladım…
Ruhumu emen iblisim…
Üzerinde yine kusursuz takım elbisesi vardı. Bordo rengi takımın, altında kardan bile beyaz, ütüsü bıçak gibi keskin gömlek… Adımını attığında, görüş alanıma böyle girdi.
Elinde, yuvarlak bir tabak… Çevresi meyvelerle süslenmiş, ortasında ne olduğunu anlayamadığım garip bir şey duruyordu.
Zaman zaman, ona göre “uslu” davrandığımda — ki onun gözünde ne zaman uslu bir kız olduğumu asla bilemedim — bana hiç tatmadığım, adını bilmediğim yiyecekler getirirdi. Şimdi de elinde tuttuğu bu yabancı şeyin neden burada olduğunu bilmiyordum.
Meyvelerin parlak kabuklarından yayılan koku tatlıydı ama ortadaki şeyin kokusu yabancıydı… hafif ekşimsi, hafif de yakıcı.
Bilmiyordum… Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Sanki uzak bir yerin, hiç duymadığım bir sofradan kopup gelmiş gibiydi.
Tabaktaki meyveler canlı renkleriyle göz alırken, ortadaki şey karanlık bir gölge gibi duruyordu.
Onun gözleri, tabaktan çok bana odaklıydı. Sanki yiyeceğin ne olduğu değil, onu nasıl yiyeceğim önemliydi.
“Tebrikler, tatlım. Bugün kadınlığa ilk adımını atmışsın,” dedi ve o çarpık gülüşünü yüzüne yerleştirdi.
Elindeki tabağı bana doğru uzattı. “Bir ödülü hak ettin.”
Tabağı arkamdaki masaya bıraktı, sonra kapıya yöneldi.
Ardından, tekerlekleri olan, üstünde tabak, bıçak, çatal ve katlanmış bir peçete duran garip bir sehpa çekerek geri döndü.
O “ödül” dediği yiyeceği kesmeye başladı.
Bense kadınlık üzerine düşünmeye dalmıştım.
Kadın olmaya ilk adımı… ben nasıl atmıştım?
Bir adım mıydı gerçekten, yoksa biri beni bilmediğim bir eşiğin ötesine mi itmişti?
Belki de hiç atmak istemediğim, hatta varlığından bile haberdar olmadığım bir adımdı bu.
İçimde garip bir boşluk vardı; ne sevinç, ne gurur…
Sadece, sessizce büyüyen bir kayıp hissi.
Her bıçak darbesinde, o ödül dedikleri şeyin değil, içimdeki masumiyetin parça parça kesildiğini bilmiyordum...
Ellerimi çözdü, bileğimden yakalayıp beni kaldırdı.
Onun gözlerinin içine uzun uzun bakmam yasaktı; bunu kendisine saygısızlık sayar, beni terbiyesizlikle suçlardı.
Ve ardından… canımı yakan cezalar verirdi.
O yüzden hemen başımı öne eğdim.
Dediği gibi itaat ettim.
Onu kızdırmak istemiyordum.
Bir elini belime doladı.
Sıkıca sardı.
Bana doğru eğildi…
Ve alnıma, beklenmedik bir yumuşaklıkla bir öpücük kondurdu.
O an, bu temasın sıcaklığı ile içimdeki soğuk korku birbirine karıştı.
Hangisi daha ağırdı, ayırt edemedim.
Uzundu… Çok uzundu.
Geniş omuzları, takım elbisesinin keskin hatlarının bile saklayamadığı şişkin kasları vardı.
Zümrüt yeşili gözleri, bakışını üzerimde gezdirdiğinde içimde ürpertiden başka bir şey bırakmazdı.
Yüzünde tek bir leke, tek bir iz yoktu; sanki kusursuzluğu, insan olma ihtimalini ortadan kaldırıyordu.
Bazen yanıma yalnızca iç çamaşırıyla uzanırdı.
O anlarda, teninde siyah mürekkep gibi duran, anlam veremediğim şekiller ve harfler seçerdim.
Parmaklarının üzerinde de, yine anlamını çözemediğim işaretler vardı—sanki başka bir dünyadan getirilmiş mühürler gibi.
“Artık çocuk değilsin, güzelim… Artık çocuk değilsin.”
Sesi, eski bir anının tozunu havalandırdı zihnimde.
Bir zamanlar, ateşim çıktığında beni böyle kucağına alır, soğuk suyun altına götürürdü.
O anlarda, kendimi güvende sanırdım.
Şimdi ise aynı kollar, bambaşka bir ağırlık taşıyordu.
Bir elini sırtıma kaydırdı, diğerini dizlerimin altından geçirip beni havalandırdı.
Beni yüzüne hizaladı, alnını alnıma dayadı.
Zümrüt gözlerindeki sert parıltı, tenimi yakıyordu.
“Artık… sana özgürce dokunabilirim.”
Fısıltısı, kulağımdan değil, damarlarımın derinliklerinden geldi.
Ve o an, geçmişteki tüm güven duygum, buz gibi bir suya atılmış cam gibi kırıldı.