BÖLÜM 6

2931 Kelimeler
Sığınak dedikleri yer, dar ve uzundu. Bu dar geçit, ahırların ve kümeslerin bulunduğu avlunun altından başlayıp, evin arka tarafına denk düşen kiler bölümüne kadar uzanıyordu. Geçidin duvarlarına belli aralıklarla açılmış küçük oyuklar, içeriye az da olsa hava girmesini sağlıyordu. Karşılıklı iki duvarda düzgünce dizilmiş taşlar, buranın usta eller tarafından örüldüğünü belli ediyordu. Adam henüz bu karanlık geçidin detaylarına tanıklık etmemişti. Burnu hâlâ örtülü olmasına rağmen yoğun bir kokuyu hissedebiliyor, bir yandan da Esengül’ün korkusunu bastırmaya çalışırken hızla alıp verdiği düzensiz soluklarını duyuyordu. Etraflarında sağa sola kaçışan küçük yaratıkların çıkardığı tıkırtıları saymazsa, nerede olduklarına dair en ufak bir fikri yoktu. Esengül ise ayakkabısının üzerinden sıçrayarak geçen hayvanları düşündükçe içten içe çıldıracak gibi oluyor, korkuyla olması gerekenden çok daha fazla adama sokuluyordu. Kim olduğunu bile bilmediği bir yabancıya böylesine yakın durmak aklıyla çelişse de, göremediği ortamda başka bir yol aramıyordu. Korkusu, mantığını bastırmıştı. Adamın sabrı taşmak üzereydi. Hem düşmanının karanlık ve havasız sığınağına kendi ayaklarıyla girmişti hem de şimdi bu genç kızın panik hâliyle uğraşıyordu. Üstelik bu kız, kendisinden bile beterdi. İnatçı, dağınık, korkmuş... ve sinir bozucu şekilde sessizliğin ortasında varlığını hissettiren. Birbiriyle ilgisiz iki yabancı, hiç olmadık bir yerde ve zifiri karanlıkta, beş dakikadan uzun bir süre boyunca dip dibe bekledi. Dışarıdan gelen ayak sesleri ve karışık bağırışlar yankılanırken, ikisi de kendilerini bir suç ortağı gibi hissederek nefeslerini tutmuş dinliyorlardı. Adamın kulağı dışarıdaki seslerdeydi ama aklı, yanındaki kızdaydı. Bu kadar korkuyorsa, neden burada, onunla, üstelik düşmanının sığınağında aynı karanlığı paylaşıyordu? Anlam veremiyordu. Ve anlamadıkça, siniri artıyordu. Sonunda, derin ve tok sesiyle kıza seslendi. Tam sesi duyulur duyulmaz, Esengül irkildi. Sanki ona bir şey olması için hazır bekliyormuş gibi, tiz bir çığlık döküldü ağzından. Adam daha da sinirlendi. El yordamıyla kıza uzandı, kolundan çekti. “Ver şunu!” diyerek azarladı. “Çıkar kibriti. Yak!” Eli ayağı birbirine dolaşmış halde cebini karıştıran Esengül, tek hamlede kibriti çıkardı ve yaktı. Alevin yanmasıyla karanlık sığınağın duvarları bir anlığına aydınlandı. Nefesleri burun buruna karışacak kadar yakındılar. Biri mavi, diğeri kahverengi iki çift göz bir anlığına birbirine dokundu. Sonra alev titredi, sönmeden önce bir anlığına gözbebeklerinde birbirlerini yansıttı. Ve ardından karanlık geri döndü. Genç adam, buraya gelirken olacakları böyle hayal etmemişti. Düşmanının inine inip, sahip olduğu her şeyi tek tek elinden almak niyetiyle yola çıkmıştı. Ama bir tırpanın açacağı yarayı hesaba katmamıştı. Asıl sorun yara değil, oradan ılık ılık akan kandı. Bütün planı, bütün soğukkanlılığı o kanla birlikte eksilmişti. Ayrıca aklını zorlayan başka bir şey daha vardı: Esengül. Düşmanının kardeşiydi. Ama şimdi, ona yardım eden de oydu. Şayet şu lanet baş dönmesi ve ayaklarının titremesi olmasaydı, o ahırdan çoktan çıkmış, belki bu boz kızın derdi neymiş, sakin bir anda anlayıp öyle hareket ederdi. “Tekrar yak şunu! Neyi bekliyorsun?” diye dişlerini sıkarak azarladı. Esengül, adamın sert tutumuna karşı söyleyecek çok şeyi olmasına rağmen susuyordu. Sadece yorgun değildi, kötü durumdaydı. Elinde tuttuğu kibrit sanki avuçlarında dans ediyor, parmakları titredikçe kibrit de huzursuzca kıpırdanıyordu. Sürekli ayaklarını yukarı çekiyor, yanında duran düşmanına tutunmak zorunda kalıyordu. Üzerindeki abaya sarılıyor, bir sağa bir sola yönünü değiştiriyordu. Karanlığın içinde sürüngenler ve fareler cirit atarken nefesi hem korkudan hem tiksintiden düzensizleşmişti. Her seferinde adama çarptığında, onun unutmaya çalıştığı yarasından sanki bardaktan boşanırcasına kan fışkırıyormuş gibi hissetti. Bu düşünce, adamı değil onu felakete sürüklüyordu. Bacaklarındaki titreme dayanılmaz bir hâl aldı. Direnemeyip iki büklüm oldu ve olduğu yere birden oturuverdi. Esengül’ün bu ani hareketi bir çığlık daha getirdi beraberinde. “N’oldu?!” diye seslendi boğuk bir sesle adam, bağırışının yankılanacağını hiç umursamadan. Artık sabrı tükenen sadece o değildi. “Hayvan herif! Ne bağırıyorsun?” dedi Esengül, sesi çatallaşmıştı. “Al sen yak!” diyerek ani bir öfkeyle elindeki kibrit kutusunu adamın yüzüne fırlattı. Tam o anda, ayağına dolanan sürüngenin yarattığı iğrenç hissiyat ile adamın dudaklarından dökülen küfürler birbiriyle çatıştı. İşte şimdi ödüyordu ağabeyinin günahlarını. Bu saatte yatağında ruhsuz bedeniyle uyuması gerekirken, kendisini karanlığın ortasında, ağzı bozuk, iri yarı, yüzü gizli bir adam ve yüzlerce fare ile baş başa bırakmıştı. Üstelik kimse zorlamamıştı. Kendi ayaklarıyla gelmişti bu lanetin içine. Eğer bu bir günah paylaşımı değilse ne olabilirdi? “Ses ver! Allah’ın cezası, ses ver kime diyorum!” diye nefes nefese bağırdı. Ancak bu çığlık, karanlıkta birbirlerine bu kadar yakınken sadece kendilerine erişebildi. Cevap gelmedi. O sırada, yumuşak ve kaygan bir varlık, ayağının üzerinden bacağına doğru dolanırken soluğu kesildi. Olduğu yerde âdeta taşa döndü. Yılan ona zarar vermeden önce, o kalpten gidecekti. Öyle görünüyordu. Demek ki, ölümü bu şekilde olacaktı. Ve bu bilinmez sığınakta, cesedini kimse bulamayacaktı. Peki ya yanındaki adam? Gerçekten düşmandı demek. Çünkü tek bir tepki vermiyordu. Hiç kımıldamadan içinden dualar okumaya başladı. Yıllarca ağabeyinin yaptığı kötülüklere sessiz kaldığı için Allah’tan af diledi. Vicdanı içini kemiriyor, sesi yankılanıyordu sanki: “Demek ki işkence karşısında sessiz kalmak böyle bir şeymiş. Şimdi sen de yaşa da gör,” diye alay ediyordu kendisiyle. Derken, bulundukları sığınağın içi yeniden cılız bir ışıkla aydınlandı. Dakikalardır tek kelime etmeyen, sessizliğiyle sabrını sınayan adam, şimdi elindeki kibritle ortamı aydınlatıyordu. Esengül’ün bacağındaki yılan hareketlenince artık dayanamadı. Adamın kibritine umut bağlayarak bastı çığlığı. Bir şey yapmasını bekledi. Fakat kibrit aniden söndü. Karanlık, ürperti gibi üzerlerine yeniden çöktü. Bu kez durmadı. Bacağını telaşla sallamaya başladı. Yılanın orayı terk etmesi için çırpındı. Korku iliklerine kadar işlemişti. Bu şekilde ölmemeliydi. Hayatından her ne kadar ümidini kesmiş olsa da, bir yılan ısırığıyla ölmek... Asla kabul edebileceği bir son değildi. İkinci kez aydınlandığında, adam bir elinde kibrit çöpü, diğeriyle yılanın başını kavramıştı. Sertçe sıktı. Esengül’ün bacağındaki baskı hafifleyince âdeta tonlarca yük boşalmış gibi hissetti. Ama kibrit yine söndü. Bu lanet gaz lambasını bir türlü yakamıyorlardı. “Bana ver!” dedi heyecanla. Elini adamın olduğu tarafa doğru uzattı. Adam, onun bileğini el yordamıyla kavradı. Ve elinde tuttuğu, neredeyse iki metreye yakın, kaygan ve soğuk varlığı usulca kızın avucuna bıraktı. Esengül, avucunun içinde yılanın varlığını hissettiği an, dehşetle fırlattı ve çığlığı yankı gibi karanlık sığınağa yayıldı. “Allah’ın malı! Pislik, adi herif! Sana yılanı mı ver dedim?! Kibriti kastediyorum! Bilerek yaptın değil mi kara öküz!” Yılana temas eden elini eteğine sertçe silerken neredeyse kumaşı parçalayacaktı. Adam, yarasını unutmuş olacak ki yanında kıkırdamaya başlamıştı. Gülüşü alaycıydı. Karanlığın içinde yankılandıktan sonra sustu. Nefesini toparladı. Ardından sesi değişti. Tok ve sert bir tonla konuştu: “Ulan boz kız... Azrail’in kanlı canlı yanına oturmaktan korkmuyorsun da, Allah’ın dilsiz, ayaksız yarattığı şu zavallı mahlûktan mı korkuyorsun?” Tanımadan, sorgulamaya fırsat bulamadan; mallarına, mülklerine kastetmiş bir adamı kimsenin bilmediği bu mahzene alırken, Esengül’ün aklı neredeydi bilmiyordu. Bu adam her hâliyle bağırıyordu aslında: Ben tehlikeyim. Ben ateşim. Ben başınıza musallat olmuş kara bir belayım. Ama öyle tuhaf bir şey vardı ki içinde… Yıllardır köyde adı dahi anılmayan, varlığı yokluğuyla yarışan bu genç kız, şimdi her şeye sessiz kalmış hayatına ilk kez birinin adım atmasına kayıtsız kalamıyordu. En çok da… Kim olabilirdi bu adam? merakıyla yanıp tutuşuyordu. Kimdi ki, kasabada gelmiş geçmiş en gaddar adamlardan biri olan ağabeyine pabuç bırakmıyordu? Çocukluğundan bugüne içinde büyüttüğü kin, bu adamın gelişiyle yüzeye çıkmıştı. Belki de onunla birlikte kendine bir yandaş bulmuştu. Herkes gibi o da ağabeyinin işlediği tüm suçların cezasını çekmesini istiyordu. O yüzden... Onu ele vermeyecekti. Yeter ki kendisine haddini aşacak bir hamlede bulunmasındı… Ne söylerse, ne yaparsa yapsın; Esengül bu adamın derdini öğrenecek, bu köye ve köylüye gerçekten faydası olacaksa, ilk kez bir şeyi görmezden gelmeye razı olacaktı. Sırtını duvara vermişti. Sağ ayağını sek sek oynar gibi hafifçe duvara dayamış, sağ elini ağzına götürmüştü. Gözleri zifiri karanlığın boşluğuna dikiliydi. Düşünüyordu. Dışarıda fırtına kopuyordu. Kendi içindeki sessizlik ise yankılanan bir boşluk gibiydi. Halasından başka kimse yokluğunu fark etmezdi. Bundan emindi. Zaten o da bu karışıklıkta Esengül’ü en son düşünecek kişiydi. Tek derdi ağabeyini bir şekilde dizginleyebilmek olurdu. Esengül'ün her zamanki gibi kendi başının çaresine bakması gerekiyordu. Yerde oturan adamdan da neredeyse yarım saattir tek kelime çıkmamıştı. Sadece nefes alışları... derin, ağır, düşünceli. Bir kibriti yakmayı bile becerememişlerdi bu süre içinde. Ve karanlıkla birlikte zaman da bekliyordu. İlk sesi yine Esengül çıkardı. “Şu lanet lambayı yak artık,” dedi. Kendinden emin gibi görünmek istiyordu ama sesindeki ton daha çok artık sabrım kalmadı der gibiydi. Sesini duyan adam yerinden hafifçe kıpırdadı. Emre uyarcasına, itirazsız, sessizce kibriti yaktı. Esengül, yerde duran gaz lambasını ışık hızında kibrite yaklaştırarak alevin lambayı tutuşturmasına yardımcı oldu. Nihayet… başarmışlardı. Ortalık loş bir ışıkla aydınlandı. Karanlığın sükûtuyla birlikte saklanan küçük misafirler, sessizce yuvalarına çekildi. Adamın eli, sanki kaslarının hafızasında yazılıymışçasına yeniden omzuna gitti. Nasıl bir yaraysa bu, gözle görülecek kadar güçlü, iri yapılı bir adamı böylesine küçültüyordu. Esengül’ün aklı almıyordu. Elini omzundan çekse, o anda ruhu da çekilecekmiş gibi davranıyordu adam. Dahası, yüzünün tek açık yeri olan gözleriyle de ona —sert, parçalayacak gibi— bakıyordu. O bakışların ardındaki anlamı çözmek, bu adamın ne yaşadığını öğrenmek için buradan sağ çıkmaları gerekiyordu. Her ikisinin de. Buraya geldiklerinden bu yana tüm hamleler ondan gelmişti. Ve tuhaf bir şekilde, ne düşündüğünü, karşısındaki adamın ne yorumlayacağını umursamadan hareket ediyordu. Adamın kesik omzuna doğru yaklaştı. Eteğini dizlerinin arasına sıkıştırarak çömeldi. Başına gelişigüzel attığı şalı eline aldı. Adam dikkat kesilmiş, sessizce onu izliyordu. “Bak, senin kim olduğunu hâlâ bilmiyorum,” dedi, sesi sabırlı ama ölçülü bir merak taşıyordu. “Ama ipek şalımı senin kanına bulayacak kadar da merak ediyorum. Şimdi izin ver, şunu sarayım. Yoksa kim olduğunu öğrenemeden ölüp gideceksin —ki ben sonunu görmeden buna izin veremem.” Elindeki şalı gösterdi. İçinde öyle büyük bir fırtına kopuyordu ki; ama ne merakını, ne korkusunu, ne de tedirginliğini dışına yansıtmamak için olağanüstü bir çaba sarf ettiğini düşünüyordu. Herkesin tanıdığı o donuk, ketum kız kimliğine sarılarak yaklaştı adama. Biraz fazla taviz verdiğinin farkındaydı, bu yüzden her adımında temkinli olmaya da çabalıyordu. Adam hâlâ konuşmuyordu. Yüzüne baktı. Uzun uzun. Sanki yüz hatlarını, her mimiği ezberlemek ister gibiydi. Belki de sadece bakıyordu, ama o bakışın içinde kelimeler yerine geçen sessiz bir kayıt cihazı çalışıyordu. Keşke, dedi içinden Esengül, keşke ben de senin baktığın gibi bakabilseydim yüzüne. En azından, neye benzediğini bir bilseydim. Eğildi, yüzüne biraz daha yaklaştı. Bu kez sesi daha netti. “Sana diyorum. Saralım mı yaranı?” Adam başını hafifçe geri çekti. Omzunu döndürüp yönünü başka tarafa çevirdi. Dudaklarının arasından, neredeyse diş gıcırdatarak gelen bir cevap çıktı: “Yap ne yapacaksan.” dedi. Aklının alamadığı bir sebeple… o adama duyduğu güven, garip biçimde cesaretini de artırıyordu. Bu yolun nereye çıkacağını kestiremese de, sanki ağabeyine karşı oynanan gecikmiş bir intikam oyununun içindeydi ve bu da içinde gizlice hoşuna giden bir huzursuzluk yaratıyordu. Çünkü yıllardır karşısında durması gereken adamın gölgesinden kaçarken, şimdi onun karşısında dimdik duran birini izliyor ve ilk kez kendini yalnız hissetmiyordu. Az önce kendisine sert çıkışlarda bulunmuş, zehirli diliyle sinir uçlarını yakmış olan adam şimdi sessizdi. Çökmüş gibiydi. Esengül bunun hayra alamet olmadığını düşündü. Yarası büyük değildi—biliyordu. Görüyordu. Eğer öyle olsaydı, çoktan yerinden kıpırdayamaz hâle gelirdi. Hatta bu adam, gerçekten tehlikeli ve kararlı biriyse, çoktan kaçmış bile olabilirdi. Ama kaçmamıştı. Hem de kendisine güvenmeyi seçmiş, arkasına düşüp bu karanlığa girmişti. Bu düşünceler zihnine döne döne vurdukça, kafasını elleriyle sıkıştırmak ister gibi oluyordu. Acaba... kan mı tutuyordu bu adamı? Olabilir miydi? Adamdan başıyla onay alınca, elindeki şalı önce dizlerinin üzerine bıraktı. “İzin ver, önce şu üzerindeki kalın ceketi çıkaralım,” dedi. Adam sessizce, duvarda yaslandığı yerden uzaklaştı ve yaralı kolunu ona doğru uzattı. Esengül gözlerini devirdi. Yardım ediyordu evet, ama bu kadarı da fazlaydı. “Bir ceketi çıkarmak da mı zor artık?” diye içinden homurdandı. Sinirli bir şekilde adamın kolunu kendine doğru çekip, ceketin bileğinden tutarak asıldı. Ama adam inatçıydı; zerre kıpırdamıyordu. Zorlukla çıkardığı tek kolun ardından sıra içine giydiği sarımtırak keten gömleğe gelmişti. O gömleği çıkarmak, şu anda onun gözünde ölmekten beterdi. Aklında bir cümle yankılandı: Ailesinin düşmanı olduğunu düşündüğü bir adamı, kendi elleriyle getirdiği sığınakta, şimdi yine kendi elleriyle soyuyordu. Ve o lanet adam, gri gözleriyle öyle bir bakıyordu ki… Sanki “bunu yapmak zorundasın” der gibiydi. Esengül’ün kanı çekildi. Yüzünde soğuk bir ter birikti. Ödün veriyordu, evet; ama ne tuhaftı ki mecbur kalmadığı hâlde kendi iradesiyle yaklaşıyordu. Eli, gömleğin düğmelerine değdiğinde fark etti. Titriyordu. Ve nefesi, adamın yüzündeki siyah peçeye kadar ulaşmıştı. İlk düğmeyi çözdü. İkincisine geldiğinde, dikkati dağılsın diye saçma sapan şeyler düşünmeye başladı. Belki de adam fakirdi. Gömleği üzerine dar gelmişti. Belki kumaşa para yetmemişti de, bir beden küçük diktirmişti. Lanet olsun! Esengül kafayı yemek üzereydi. Bu düşünceler bile onu ikna edemiyordu çünkü biliyordu: Bu, fakirlikten değildi. Adam, taş gibi bir vücuda sahipti. Ve işin kötüsü, bunu ilk kez bu kadar yakından fark ediyordu. Hayatında ilk kez, ağabeyi ve babası dışında bir adama bu kadar yakındı. Gözlerini kaçırdı. Hafif kıllı, sert göğsü ve bedeninden yayılan sıcak kokuyu hissetmemek adına bakışlarını o mühim yaraya odakladı. Ve oradan gözlerini hiç ayırmadı. Gömleği koldan sıyırınca, tırpanın açtığı yara nihayet tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Esengül’ün tahmin ettiği gibi, deri yüzeyden sıyrılmıştı. Derin değildi, ama hâlâ kanıyordu. Adam, dakikalardır olduğu gibi bu kez de gözünü kaçırmadan, dişlerinin arasından tıslayarak konuştu: “Haydi, yap artık ne yapacaksan.” Bu kez susma sırası Esengül’deydi. Onun kanı akarken, kendisinden de ter boşalıyordu. Elindeki şalı ince ve uzun bir şekilde katlayarak adamın yarasına sarmaya başladı. Adam neredeyse onun beli kadar iriydi. Soğuk ve ince parmakları, şalı her sardığında ister istemez tenine dokunuyordu. Her temasında adam sanki kesik yeniden açılmış gibi irkiliyordu. Esengül bunu fark ettikçe, içten içe adamın içinde taşıdığı kini tartmaya başladı. Ağabeyine duyduğu nefretten olsa gerek, ona dokunmasını bile hazmedemiyordu. Nefes nefese işine devam ederken, gözlerini omzundan kaldırıp adamın ensesine sabitledi — ama bu hiç de akıllıca bir hareket değildi. Ceketin çıkmasıyla başında boşlukta kalmış sarığa benzeyen kasket, yüzüne inmiş siyah peçeyle uyumunu yitirmişti. O karmaşık bütünün içinde, ensesinden sarkan kalın ve nemli saç tutamları dikkatini çekti. Bu kendisi miydi gerçekten? Bir adamın karşısında böyle terli, bu denli yakın ve onun soluk alışlarını duyacak kadar mesafesiz durmak… Hem de bu bir yabancıydı. Üstelik ailesine düşman biri. Normalde tiksinmesi, parmağının ucunu dahi değdirmemesi gerekirdi. Ama bu gece… gerekmeyen ne varsa, mecburiyet kılıfına bürünmüştü. Zaman, sanki bir saat geçmiş gibiydi. Oysa dakikalar içindeydi tüm olanlar. Son hamlesini yaptı: Şalı sıkıca bağladı. Bütün gücünü tüketmişçesine geri çekildi. Ayağa kalktı. Sonra adamın bir adımlık ötesine, onun oturduğu gibi, sırtını duvara vererek oturdu. Nefeslenirken gözleri farkında olmadan yaptığı işe kaydı. Sarılı şalın altından sızan kan pıhtıları arasında bir şey dikkatini çekti. Gözleri kocaman açıldı. Dehşeti yaradan ya da kandan değildi… Hayır. Kırmızıya karışmış şekilde, bilekten dirseğe kadar deriye işlenmiş bir yazı vardı. Başını biraz uzatarak dikkatle baktı. Adam gömleğini giymeye çalışırken onun bu sessiz çözümlemesinden habersizdi. Gözlerini kıstı. Harfler, eğik bükük ve eskiydi; çivilerle kazınmış gibiydi. Sanki üzerine siyah mürekkep sürülmüş gibiydi ama zamanla dağılarak etin içine işlemişti. Yazı, büyük harflerle tek kelimeydi: KANSU. Fısıltı hâlinde şaşkınca yineledi: “Kansu...” Adamın omuzları bir anda gerildi. Sert bakışları keskin bir bıçak gibi Esengül’ü buldu. Öylesine delip geçiyordu ki, kız az önce yaşadığı tüm korkuyu iki katıyla tekrar hissetti. “Kansu kim?” dedi. Sesinin çatladığını fark etmemeye çalışarak. Ardından cesaretinin kırıntılarını toplayıp ekledi: “Adın Kansu mu?” Adam dişlerinin arasından dökülen tek kelimelik yanıt yerine, karanlığın içinden Esengül’ün yüreğine inen bir bakış gönderdi. Ağır, karmaşık, suskunlukla hükmeden bir bakıştı bu. Ve ardından bir küfür fısıldadı. Esengül duymamış gibi yaptı. “Kes sesini! İşin bitti, yeter artık!” diye çıkıştı adam, sesi eskiye göre daha sertti ama içinde bir şey kırılmış gibiydi. Ancak Esengül, yakaladığı ipin ucunu bırakacak niyette değildi. “Kim Kansu? Sen misin, yoksa başka biri mi?” dedi, sesinde hem merak hem de şaşkınlık vardı. Adam, onun sözünü tamamlamasına fırsat bırakmadan birden fırladı ve elleri boğazına uzandı. Dakikalardır sabırla yarasını sarmaya çalışan Esengül, şimdi aniden kendini bu adamın boğazında hissettiği ellerin arasında bulmuştu. Yardım ettiği adam, bir anda tüm öfkesini üzerine boşaltmış gibiydi. “Ya şimdi buradan çekip gidersin,” dedi adam, sesi boğuk ve tehditkârdı, “ya da senin için biçtiğim değeri zamanı gelmeden ödersin.” Bir anda geriye adım atmak istese de, artık çok geçti. Ağabeyinin ipliğini çekebilmek için hiç tanımadığı bir adamı bu kadar yakınına almakla ne büyük hata ettiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Belki de hayatında ilk kez, birine kendi gönlüyle yardım etmişti. Ne garipti ki, o yardımı sunduğu kişi şimdi nefesini kesmeye niyetlenmişti. Gözleri sulandı. Her iki eliyle adamın güçlü, kemikli ellerini boğazından uzaklaştırmaya çalıştı. Ama baskı arttıkça, ciğerleri yanmaya başladı. Adamın bakışları, tıpkı elleri gibi acımasızdı. Sıktıkça gözlerine işleyen öfke, bir yumak gibi boğazına dolanıyordu. Yine de direndi. Gözyaşlarını tutmak zorundaydı. O yaştaydı artık — korktuğunu belli edecek kadar zayıf olmamalıydı. Başını eğmedi. Adam, sanki onu sınayan bir avcı gibiydi. Tek bir hamle bekliyordu. “Gidecek misin? Yoksa sıkayım mı biraz daha?” dedi, alaycı bir tonla. “Ya da farklı bir ceza mı vereyim sana... Ne dersin, boz kız? O her şeyi bilen ağabeyin sana hiç mi tembih etmedi? Bilmediğin adamlara güvenme demedi mi? Hiç mi uyarmadı seni? Bakma öyle... Yalan mı?” Söyledikleri, Esengül’ün kulağında yangın gibi çınlıyordu. Ağabeyinden bile duymadığı laflardı bunlar. Ama içeride başka bir şey daha vardı. Adamın sesi yaklaşırken, yüzüne eğildi, peçenin arkasından onun kızarmış yanaklarına doğru hafifçe yaklaştı, hatta fark edilmeyecek bir dokunuşla burnunu yanağına sürttü. Yaklaşmadaki amaç neydi, hissedilen tuhaf bir sınır ihlali mi, yoksa saf bir tehdit mi? bunu ayırt etmek bile zordu. Ve o an, kırılma anıydı. Esengül, boğazına sarılı bu ellere rağmen zihnini toparladı. Nefes almakta zorlanırken tek fırsatının ne olduğunu fark etti. Adamın yüzüne tükürürcesine sarf ettiği sözlerden sonra bedenini yaklaştırıp, sürtünmesi Esengül’ü çileden çıkaran son hamle oldu. Duyguları karman çorman olmuş, içinde hissettiği korku ve canının yanmasıyla başını sağa sola sallayarak dikkatini dağıtmaya çalıştı. Adamın boğazına sarıldığı iki elinin dolu olmasından faydalanarak, münasip yerine diziyle var gücünü kullanarak tekme attı. Adam ağzının içinden okkalı bir küfür savurarak ellerini gevşetti ve can havliyle yere çöküp orasını tuttu. Esengül kurtulunca önce duvara yaslandı sonra da nefesini düzenlemeye çalıştı. Dar sığınakta yankılanan iki acılı soluğun sesi bir süre yankı yaptı. Kendini ilk toplayan adamdı. Bu boz suratlı kızın başına bela olacağını biliyordu da bu denli ağrı yapacağını kestirememişti.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE