3 bilinmezlik

1721 Kelimeler
Mihra Ekinci Dışarıdan bakan biri, “Ne şanslı kız… Zengin bir aile, emrine amade hizmetçiler…” der. Ama gerçek hiç de öyle değil. Belki de hırçınlığım, sürekli suçlanmaktan. Hiçbir okulda uzun süre barınamadım. Tek sakin durduğum an, Nina ile mutfakta pasta yaptığımız zamanlar. Tabi Nina için aynı şey geçerli değil; çalışırken etrafı fazla dağıtmamdan şikâyet etse de, kendime zarar vermediğim sürece ses çıkarmaz. Dışarıda sorun çıkardığımda ise cezam keskindir, babam da hakkıyla keser cezamı. Nina, kırklı yaşlarında… Annem Meryem öldükten sonra, onu ablası gibi görüp annemin emanetine gözü gibi bakan bir kadın. Elime aldığım pasta kremasını yüzüne sürdüm. “Ah, deli kız… Beni değil pastayı sıvayacaksın.” diye söylendi, kırık Türkçesiyle. Annem yaşarken daha çok konuşurmuş; şimdi ise sadece ikimiz varsak konuşuyoruz. Bana Türkçeyi dedem öğretti, sekiz yaşıma kadar… O öldükten sonra babam tamamen bıraktı Türkçe konuşmayı. Dedem, Türk asıllı; yıllar önce buraya göçmüş, bir Gürcü kızıyla evlenmiş. Babam, annemle nasıl tanıştı, annem nasıl biriydi… bilmiyorum. Resmini bile görmedim. Babam asla anlatmadı, göstermedi; “Hak etmedin,” der. Annemi, sadece Nina’nın anlattığı kadar biliyorum: çok naif, zarif, sevgi dolu ve sakin bir kadınmış. Sevgi kısmı bende var, ama sakinlik… hiç yok. Gürcistan'ın ünlü iş adamı Mikhail Ekinci’nin yaramaz, şımarık kızı Mihra… Ne trajedi ama. Dedem öldükten sonra babam yeniden evlendi. Lalita, dengesiz oğlu Aras’la birlikte eve yerleşti. Hayatım onlardan sonra daha da çekilmez oldu. Benden beş yaş büyük Aras, neyse ki fazla durmadı; “En iyi okullarda okuması gerek,” diye buyurdu Kaltaklar Kraliçesi. Lisenin ilk yılında, “fazla taşkınlık yapıyorum” diye beni okuldan aldılar. Şimdi evin en alt katında Nina ile yaşıyorum. Bu evde hizmetçiler bile benden daha değerliymiş… Babam öyle söyler. Nina tezgâhın başında çırpma telini bırakıp yukarıdan gelen ayak seslerine baktı. Ben de anlamıştım; Lalita’nın o ince topuklarının tıkırtısını duymamak mümkün değildi. Mutfağın kapısında göründüğünde, baştan aşağı süzdü beni. Üzerimde eski bir tişört, saçlarım dağınıktı. “Mihra, hâlâ bu halde misin?” dedi, burun kıvırarak. “Bir misafir gelse… Rezil oluruz.” “Merak etme,” dedim, alaycı bir gülümsemeyle. “Kimse bu kata inmez.” Gözleri kısıldı, bana yaklaşırken dudak kenarı hafifçe kıvrıldı. “Sen hâlâ anlamadın… Bu evde nefes alman bile babanın lütfu. Ben olsam her adımına dikkat ederdim.” İçimde kaynayan öfkeyi bastırmak için elimdeki spatulayı tezgâha vurdum. Nina, araya girmeye çalışır gibi kıpırdandı ama Lalita’nın gözleri bende kilitliydi. “Üzgünüm ama,” dedim, gözlerimi hiç kaçırmadan, “ben lütufla değil, hakkımla yaşarım.” Bir anlık sessizlik… Sonra, yüzünde yapmacık bir tebessümle arkasını dönüp gitti. Arkasında bıraktığı parfüm kokusu bile içimi daralttı. Üst kattaki kapı gürültüyle açıldı. Az önceki topuk seslerinin yerini ağır adımlar aldı. Lalita, merdiven başında gülümseyerek bekliyordu. “Aras, canım! Ne iyi ettin de geldin.” Göz ucuyla merdivenlere baktım. Üzerinde markalı bir ceket, saçları düzgün taranmış, elinde deri bir çanta… Bana bakınca dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. “Bak bakalım, hâlâ hayatta,” dedi Lalita, göz ucuyla beni işaret ederek. “Evde kalmayı başarmış.” Aras, alaycı bir gülüşle başını salladı. “Sen hâlâ buradasın demek…” dedi, sesinde hafif bir küçümseme vardı. “Gitmedim,” dedim, gözlerimi kısarak. “Burası benim evim.” Aras’ın bakışları hiç iyi değildi. Gece yarısı… Ev sessizdi. Nina çoktan odasına çekilmişti. Mutfakta sadece buzdolabının uğultusu vardı. Dolaptan soğuk suyu alıp bardağa doldurdum. Tam yudumumu alacaktım ki, arkamdaki hafif ayak seslerini duydum. Arkamı döndüğümde Aras’ı gördüm. Üzerinde tişört kolları sıyrılmış, bakışları loş ışıkta daha da karanlık görünüyordu. “Uyumamışsın,” dedi, dudaklarının kenarında rahatsız edici bir gülümsemeyle. “Su içiyorum,” dedim kısa ve soğuk bir sesle. Tam geçip gidecektim ki, birden mutfak tezgâhıyla kendi gövdesi arasında beni sıkıştırdı. Sırtım sertçe mermer tezgâha çarptı. Burnuma ağır parfümüyle karışık ter kokusu geldi. “Elini çek,” dedim, bakışlarımı dikerek. Kahkaha atmadı ama dudakları kıvrıldı. “Sen hâlâ çocuk gibisin… Ama itiraf etmeliyim, büyümüşsün.” Öfke damarlarımı yaktı. Sağ kolumu kurtarmaya çalıştım, olmadı. O an dişlerimi koluna sapladım, öyle hafif değil, kanatacak kadar. Ama… geri çekilmek yerine, nefesini boğazıma yakın hissettim. Gözleri yarı kapalıydı, sanki bir şeyden besleniyordu. “Hmm…” diye mırıldandı. “Hırçınlık sana yakışıyor. Bu konuda çok iyisin." O an tüylerim diken diken oldu. Tüm gücümle göğsüne ittim. Bir adım geri attı ama gözlerini hiç çekmedi. “Bir daha dokunursan…” dedim, sesim titremeden, “bu sefer ısırmakla kalmam.” Aras sadece gülümsedi, "İstediğini yapabilirsin." dedi sonra karanlık koridora doğru yürüdü. Ben elimdeki bardağı öyle sıkmıştım ki, neredeyse cam çatlayacaktı. Sabah kahvaltı masasında Lalita porselen fincanını tutarken bana şöyle bir baktı. “Gece mutfakta gürültü yapmışsın,” dedi, sesi yumuşak ama gözleri buz gibiydi. “Misafir varken de böyle şeyler istemem.” Kaşlarımı çattım. “Misafir mi geliyor?” “Evet,” dedi, dudakları ince bir tebessümle kıvrılırken. “Bu akşam büyük bir davet var. Ve evin kızı olarak orada olacaksın.” İçimden “evin kızı” derken bile beni iğnelediğini hissediyordum. Ama itiraz etmedim. O akşam salon ışıl ışıldı, insanlar kahkahalarla şarap kadehlerini tokuşturuyordu. Lalita, misafirleriyle ilgilenirken Aras her fırsatta göz ucuyla beni takip etti. Bahane bulup kalabalığın arasından beni yan koridora çekti. “Üzerinde bu elbiseyle kaçmaya mı çalışıyorsun?” diye fısıldadı, kolunu sırtımın ardına koyarak geçişimi engelledi. Nefesi saç diplerimi yaktı. Beni kendine daha fazla çekti. Duvar ile arasına sıkıştım. Bu sapkından iyice korkmuştum. Elini bacağımda hissederken nefesini boynumda hissettim. kaskatı kesilmiş hareket edemez haldeydim. "Hadi karşılık versene." dedi. Bende gücümü toplayıp tekme attım. Kendimi kurtarıp kalabalığa geri döndüğümde bile kalbim hâlâ hızlı atıyordu. O an anladım: Bu evden kurtulma zamanı gelmişti. O gece odama kapanıp plan yapmaya başladım. Planımı kafamda çevirip duruyordum. Ama tek başıma olmazdı. Ertesi sabah, mutfakta kahvaltı hazırlayan Nina’nın yanına oturdum. “Buradan gitmem lazım,” dedim, fısıltıyla. “Yoksa daha kötü şeyler olacak.” Nina bir kaşı havada bana baktı. “Aras?” dedi anlamıştı birşeyler olduğunu. Cevap vermedim ama bakışlarım yeterince açıktı. Elleri tezgâhta durdu, sonra derin bir nefes aldı. “Mihra… Belki de gitmeden önce yapmamız gereken bir şey vardır.” Kaşlarımı kaldırdım. “Ne gibi?” Tabağa peynir dizerken gözlerini kaçırmadan, “Tavan arasına hiç çıkmadın, değil mi?” diye sordu. “Hayır, yasak.” “Orada annenin eşyaları var,” dedi, sesi biraz titreyerek. “Ve belki… Türkiye’deki ailesine ait bir şeyler de olabilir. Adres, mektup… bilmiyorum. Ama eğer bulursak, nereye gideceğini de bilirsin.” Bir an nefesim kesildi. Annem Meryem’in hakkında bildiklerim o kadar azdı ki, bu düşünce bile içimi yakıp geçti. “Peki oraya nasıl gireceğiz?” diye sordum. Nina, dudaklarının kenarına küçük bir gülümseme yerleştirip, “Anahtarın nerede olduğunu biliyorum,” dedi. Gece herkes odasına çekildiğinde Nina kapımı sessizce tıklattı. Elinde küçük bir el feneri ve paslı bir anahtar vardı. “Şimdi mi?” diye fısıldadım. “Başka zaman olmaz,” dedi kararlı bir sesle. Sessiz adımlarla koridoru geçtik. Merdiven boşluğunun ucunda dar, ahşap bir kapak vardı. Nina anahtarı çevirdiğinde eski kilit homurdanarak açıldı. Merdivenler gıcırdayarak yukarı uzanıyordu. Tavan arasına çıktığımızda, hava ağır ve tozluydu. Fenerin ışığında örümcek ağları, eski sandıklar, yıpranmış valizler ortaya çıktı. Her şey yıllardır dokunulmamış gibiydi. Nina, köşedeki büyük ahşap sandığı işaret etti. “Burası annenin,” dedi. Ellerim titreyerek kilidini açtım. Sandığın içinde eski bir şal, sararmış bir defter, birkaç fotoğraf ve zarfa konmuş bir tomar mektup vardı. Fotoğraflardan birinde annem genç, yanındaki yaşlı bir kadınla gülümserken… Arka tarafta, kalemle yazılmış bir adres: Artvin -Şavşat Nefesim boğazıma düğümlendi. “Burası… Türkiye sınırı…” diye fısıldadım. Nina bana baktı, gözleri parlıyordu. “Gitmek istiyorsan, işte yolun bu olabilir. Orası annenin ailesinin evi.” O an, kaçışım artık belirsiz bir hayal değil, elimde tuttuğum somut bir plan olmuştu. Tam sandığı kapatacakken alt kattan sert bir kapı kapanma sesi geldi. Ardından Lalita’nın topuk sesleri… Merdivenlere doğru yöneldi. Nina’nın yüzü anında gerildi. “Geliyor,” diye fısıldadı. Panikle etrafa baktım. Fotoğrafları ve mektupları kucağıma aldım. Defteri de şalın içine sardım. Sandığın kapağını sessizce kapattık. “Lambayı kapat,” dedim, feneri söndürdüm. İkimiz de nefesimizi tuttuk. Adımlar tavan arasının kapısına kadar geldi, durdu. Lalita’nın sesi duyuldu: “Burada ne varmış böyle…” Elini kapakta gezdirip hafifçe itti ama kilitliydi. Ardından, homurdanarak uzaklaştı. Topuk sesleri koridorda kaybolunca derin bir nefes aldık. “Az daha yakalanıyorduk,” dedim, kalbim hâlâ hızlı atarken. Nina başıyla kucağımdaki paketi işaret etti. “Hepsini aldın mı?” “Evet,” dedim, mektupları sımsıkı kavrayarak. “Annemin bana bıraktığı her şey, artık bende.” Bilmiyordum… o sararmış zarfların içinde, hayatımı değiştirecek gerçekler gizliydi. Babam ve Lalita, şehrin en büyük otellerinden birinde düzenlenen lüks bir kokteyle gitmişti. Evde sadece Nina, birkaç hizmetçi ve Aras vardı. Nina, mutfakta bulaşıklarla uğraşırken, ben ise odama çekilmiş, annemin mektuplarından birini okumaya çalışıyordum. Kapı aniden açıldı. Aras, kapının eşiğinde dikildi. Gözleri tehlikeli bir şekilde parlıyordu. “Seninle konuşmamız lazım,” dedi, kapıyı ardına kadar kapatıp üstüne kilitledi. Geri çekildim. “Defol odamdan.” O ise yaklaştı, dudaklarının kenarında iğrenç bir sırıtma. “Bu evde babanın kızı olman seni korumuyor… Hatta daha cazip yapıyor.” Üzerime atıldığında çığlık atmaya çalıştım ama elini ağzıma bastırdı. Bacaklarımın arasına yerleşirken boşta kalan eli ile baldırımı canımı acıtacak kadar sıkıyordu. Panikle yatağın kenarındaki küçük metal masa lambasını kaptım ve bütün gücümle kafasına indirdim. Bir an sendeledi ama yine üzerime gelmeye çalıştı. Bu kez elimdeki makasla kolunu derinlemesine kestim. Aras resmen zevkten inler gibi inledi yüzünde garip sadist bir gülümseme vardı. "Tam ağzıma layıksın bebeğim. Bana böyle geleceksin." dedi saldırmaya devam etti. ilk sert bir tokat yedim. Dudağımın kenarından kan süzülürken parmağı ile sıyırıp ağzına götürdü. "Tadına bakmak ister misin bebeğim." "iğrençsin." "Zevkliyim." diye üstledi. Üstüme gelirken tekme savurdum geriye düşüp kafasını yatağın ahşap kenarına vurunca bayıldı. O an kaçmam gerektiğini biliyordum. Dolabın arkasına sakladığım küçük sırt çantasını aldım. İçinde annemin mektupları, defteri, birkaç giysi ve bir miktar nakit vardı. Sessizce merdivenlerden indim. Nina beni mutfakta görünce gözleri büyüdü. “Şimdi mi?” diye sordu fısıldayarak. “Evet. Şimdi,” dedim. Nina, hizmet kapısının anahtarını verdi. “Bahçeden çık, arka yola sap. Kameralardan uzak dur. Kıyafetini değiştir, çöp kutusuna at. İz bırakma.” Bahçenin karanlığında, soğuk havada adımlarımı hızlandırdım. Önceden planladığım gibi, taksi yerine yürüyerek liman tarafına gittim. Oradan, Gürcistan sınırına giden eski bir kamyon şoförüne para verip yük kasasında saklandım. Sınır köyüne vardığımızda gece yarısını geçmişti. Resmî kapıdan geçmek imkânsızdı. Yaşlı bir balıkçı, verdiğim paranın karşılığında beni dere kenarındaki gizli patikadan geçirdi. Ay ışığında suyun soğukluğu kemiklerime işliyordu. Türkiye tarafına geçtiğimde ıslak, yorgun ama özgürdüm. Artvin’e giden minibüse binmeden önce son kez arkama baktım. Malikâne, Lalita, babam… hepsi artık gerideydi. Annemin memleketine doğru, beni bekleyen bilinmezliğe ilerliyordum.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE