GEÇMİŞ

1417 Kelimeler
Oturduğum koltukta, sanki bedenim orada ama ruhum başka bir yerdeydi. Kalbim öyle sert çarpıyordu ki, göğsümde yankı yapıyordu adeta. Karşımda oturan adama bakmamaya çalışıyordum. Bakınca daha çok nefret ediyordum. Gözleri beni tanımıyor gibiydi. Hiçbir sıcaklık yoktu, hiçbir tanıdıklık... Sadece hâkimiyet, sadece tehdit. Bana “kızım” demesi midemi bulandırdı. O kelime ağzından çıkarken sanki zehir dökülüyordu dilinden. Bir baba böyle mi olurdu? Senelerce yoktu. Doğum günümde ortaya çıkması bir ceza gibi olmuştu. Ve şimdi, karşımda oturmuş bir cellat gibi konuşuyordu. Oysa sabah uyandığımda her şey ne kadar da farklıydı. O parti, annemin gülümsemesi, Defne’nin sarılması... Hayatım belki sıradan, belki sessizdi ama en azından güvendeydim. En azından severek yaşadığım bir hayatım vardı. Şimdi her şey paramparça. Bu dört duvar arasında, gri duvarlara hapsolmuş gibiyim. Ve babam olduğunu iddia eden adam bana kurallar koyuyor. Kendi hayatım üzerindeki hakkı ona kim verdi? Ama annem… annem hâlâ onun elinde. Onun hayatı benim sessiz kalışıma bağlıysa, o zaman susmak zorundayım. Şimdilik. İçim kan ağlasa da, gözlerimi kaçırarak başımı eğdim. Sessizce. Onun kazanmasına izin veriyormuşum gibi görünmek zorundaydım. Ama içimde bir kıvılcım vardı. Bu böyle sürmeyecekti. Gözüm kapının olduğu yöne kaydı. Az önce beni buraya getiren kadın hâlâ ortalıkta yoktu. Belki duvarın hemen arkasında bir yerdeydi, belki kulak kabartıyordu konuşmalarımıza. Belki de gerçekten yalnızdım. Yalnız ve savunmasız. Yine de buranın her detayını hafızama kazımıştım: Şifreli kapılar, demir parmaklıklı pencereler, elleri silahlı adamlar... Burası dışarıdan bir malikâneye benzese de, içeriden soğuk bir cezaeviydi. Ve ben, buraya esir düşmüştüm. Ama annemin yaşaması için, şimdi susmalıydım. Bu savaşın kazananı hemen belli olmayacaktı. Onun kurallarına boyun eğiyor gibi görünmeliydim. Ama içimde bir isyan büyüyordu, sessizce, yavaşça… “İllaki bir kaçış olmalı…” diye düşündüm içimden, tırnaklarımı avuçlarımın içine geçirerek. Buradan bir yolunu bulup gitmeliydim. Bu duvarlar, bu parmaklıklar, bu kurallar… hiçbiri sonsuza dek kalamazdı. İçimde çığlık çığlığa bağıran o sesi susturmaya çalışıyor, aklımda kaçış planları kuruyordum. Belki koridordaki güvenliklerin değişim saatleri olurdu, belki şifreli kapıların bir açığı… Her şeyi, her detayı tek tek hafızama kazıyordum. Ama düşüncelerim daha derinleşemeden, buz gibi bir ses zihnimi delip geçti. “Ben.” Sadece bu kelimeyle bile odanın soğukluğu birkaç derece daha düşmüş gibiydi. Babamın sesi, bir komutan edasıyla, keskin ve kararlıydı. “Sana demin ne dedim ben? Her şeyi sadece bir kez anlatırım,” dedi, gözlerini yüzüme dikerek. “Şimdi kulaklarını iyi aç. Ve beni dikkatlice dinle.” Nefes bile almadan başımı hafifçe salladım. Gözlerimi yere indirmiştim ama kulaklarım bütün dikkatini onun sözlerine vermişti. Sesindeki ton değişmişti, sanki biraz daha kişisel bir şeye giriyordu ama hâlâ mesafeliydi, hâlâ sertti. “Annen bunları sana zamanında anlatmalıydı,” dedi. “Ama belli ki hiçbir şey anlatmamış. Hiçbir şey.” Bir an durdu. Bakışları uzaklaştı, geçmişin karanlığına gitti sanki. “Annenle biz evli değildik,” dedi. “Ama onu seviyordum. Hem de delicesine. Hayatıma ondan sonra hiçbir kadın almadım. Hiç kimseyi. Bir gün yanıma geldi ve bana hamile olduğunu söyledi. O günü asla unutmam. Sanki içimde yıllarca eksik olan bir parça tamamlanmış gibiydi. Ama…” Sesi çatallandı bir an. Sonra toparladı kendini. “Sevincim uzun sürmedi,” dedi. “Senin annen… benim sevdiğim kadın… seni bana karşı bir pazarlık malzemesi yaptı.” Bu cümle kulağıma öyle yabancı geldi ki… dudaklarım arasından istemsizce fısıldadım. “Nasıl yani?” O ise bakışlarını duvara çevirmişti, konuşmaya devam etti: “Bana hamile olduğunu söylediği günün ertesi… benden ayrılmak istediğini söyledi. Beni sevmediğini… artık bu hayatı istemediğini… Sanki o bebek—sen— sadece onun benden kurtulmak için elindeki kozdu.” Dişlerini sıktı. Yumruğu masanın üzerine hafifçe vurdu. “O an beynimden vurulmuşa döndüm. Hiçbir düşmanım bana bu kadar acı vermemişti.” Gözleri hâlâ duvarda sabitken, sesi kısıldı. “Ya ona ayrılması için izin verecektim… ya da seni aldıracaktı. Yani… seni doğmadan öldürecekti.” Boğazım düğümlendi. İçimde bir şey parçalandı. Gözlerim doldu ama tepki veremedim. Kıpırdayamadım. Annem… böyle bir şey söylemiş olabilir miydi? Bu doğru olabilir miydi? Yoksa bana yeni bir kurgu mu sunuluyordu? Babam devam etti. “İlk başta ikinizden de vazgeçmek istemedim. Anneni bir odaya kapattım. Günlerce… belki haftalarca. Ama o… seni de kendini de aç bıraktı. Yataktan kalkmadı. Sadece öylece yattı, konuşmadı. Sana bile süt içmedi. Sonunda… mecbur kaldım. Ona gitmesi için izin verdim. Ama bir şartla.” Bakışlarını o an bana çevirdi. “Tek bir şart koydum: Sen on sekiz yaşına bastığında, seni geri alacağım. Ve annen… bunu seve seve kabul etti. Hiç düşünmeden. Bir imza attı ve çekip gitti.” Nefesimi tuttum. Sanki içime koca bir kaya oturdu. Evet, annem hep saklamıştı detayları. Neden yalnız olduğumuzu, neden geçmişinden hiç bahsetmediğini… Ama… “Size bir ev aldım,” diye devam etti babam. “Bir pastane açtırdım. O işin arkasında ben vardım. On sekiz yıl boyunca her ihtiyacınızı ben karşıladım. O seni benden uzak büyüttü… ama o da biliyordu. Bugün, yani senin doğum günün… bu gün gelecekti.” Dudaklarım titrese de hiçbir şey söyleyemedim. İçimdeki boşluk büyüyordu. Anneme inanmak istiyordum… ama bu adamın her cümlesi bir taş gibi yüreğime oturuyordu. Gerçek neydi? Yalan nerede başlıyordu? Ama bir şeyden emindim. Ne yaşanırsa yaşansın, burası benim yerim değildi. Ve annem… ne yapmış olursa olsun… hâlâ onun kızıyım. “Neyse, geçmiş hakkında bu kadar konuşma yeter.” dedi aniden. Sesi öyle bir tondaydı ki, ne yumuşak ne sert… ama içinde kapanmış bir defterin son tokasını hissedebiliyordum. “Sonuçta adı üstünde geçmiş işte.” Ardından vücudunu hafifçe geriye yaslayarak ceketinin düğmesini açtı, kol saatine baktı ve gözlerini tekrar bana çevirdi. “Şimdi,” dedi. “Asıl meselemize dönelim.” Tüm vücudum tetikteydi. Gözlerim ondan gelen her kelimeye kilitlenmişti. “Bu akşam için odana kıyafet gönderdim,” dedi hiçbir açıklama yapmadan, sanki söylediği şey olağan bir bilgiymiş gibi. Kelimeleri duyduğum an kaşlarım çatıldı. “Bu akşam mı?” diye istemsizce fısıldadım. Bu cümlemle birlikte masaya elini sertçe vurarak ayağa kalktı. “Bana soru sorma!” diye kükredi. “Evet, bu akşam! Tabii ki bu akşam!” Sesi ofisin duvarlarında yankılanırken ben, olduğum yerde kalakalmıştım. “Bu akşam müstakbel eşinle tanışacaksın,” dedi. “Bu evlilik, iki ailenin gücünü birleştirecek ve benim imparatorluğum daha da büyüyecek!” Kelimeler beynimde çınladı. “Müstakbel eş…” “evlilik…” Boğazım düğümlendi. Mide bulantısı gibi bir huzursuzluk içime çöreklendi. İçimdeki korku bir anda yerini öfkeye bıraktı. Ayağa fırladım. Sandalyem geriye devrildi. “Bu kadarı da fazla!” dedim bağırarak. Nefesim hızlandı. Gözlerim dolu doluydu ama artık korkudan değil, öfkedendi. Parmağımı titreyen ellerimle babamın yüzüne doğrulttum. “Sen… sen çıldırmış olmalısın!” dedim. “Bu anlattıkların, tehditlerin, evlendirme saçmalığın—hepsi! Yeter artık! Eğer bu bir şakaysa, hiç komik değil!” Bir adım geri attım, sonra arkamı dönüp odanın kapısına doğru yürümeye başladım. “Ben buradan gidiyorum!” dedim dişlerimin arasından sıkarak. Ama daha kapıya yaklaşamadan, o çoktan önümdeydi. Ne ara yerinden kalktı, ne ara önüme geçti, hiçbir fikrim yoktu. O an sadece gözlerinin içinde büyüyen öfkeyi gördüm. Ve bir anda… “ŞAK!” Yanaklarımın biri alev alev yanmaya başladı. Tokatın gücüyle dengemi kaybettim. Yere, halının üzerine dizlerimin üzerine düşerken içimden bir feryat koptu. “Bu ne cüret?” diye kükredi. Sesindeki ton duvarları sarsacak kadar yüksekti. “Sen… hangi hakla benim emirlerime karşı gelirsin ha? Sen kendini ne zannediyorsun!” Artık parmağını bana uzatma sırası ondaydı. Tüm vücudu öfkeyle titriyordu. Yüzündeki damarlar belirginleşmişti, gözleri kararmış gibiydi. “Bana bak, seni küçük fare!” dedi, her kelimeyi öfkeyle tükürerek. “Ben ne diyorsam o olacak! Artık eski hayatın yok!” “Bu çatı altındayken benim kurallarıma uyacaksın… evlenene kadar benim sözüm geçer. Sonra… kocanın.” O an gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı ama onları silmedim. İnadına, onun görmesini istedim. Bu gözyaşlarının bir korkaklıktan değil, öfke ve çaresizlikten aktığını bilmesini istedim. “Şimdi kalk yerden,” dedi dişlerinin arasından. “Elbiseni giy. Hazırlan. Fazla zamanın yok.” Son sözlerini söyledikten sonra, sanki biraz önce hiçbir şey olmamış gibi koltuğuna dönüp oturdu. Oturduğu anda tüm varlığı tekrar sakinleşti. Ama içimde yanan ateş dinmemişti. Yavaşça, güçlükle yerden doğruldum. Dizlerim hâlâ titriyordu. Yanağımda yanma sürüyordu ama buna rağmen dimdik durmaya çalıştım. Kapıya yöneldim. Artık aynı kişi değildim. Az önce kaçmaya çalıştığım o kapı… şimdi bana, çıkmak istemediğim kadar soğuk geliyordu. Kapının hemen dışında, sabah olduğu gibi, beni buraya getiren o kadın bekliyordu. Yüzünde yine tek bir ifade yoktu. Sadece eliyle merdivenleri göstererek, kuru ve itaatkâr bir sesle fısıldadı: “Buyurun, hanımefendi.” Ona hiçbir şey söylemedim. Başımı dik tuttum ve merdivenlerden aşağı doğru yürümeye başladım. Ayağımın altındaki her basamak, içimde bir kararın daha netleşmesine neden oluyordu. Beni susturmaya çalışan her kelime, beni biraz daha güçlendiriyordu. Bu adam… bu yer… bu hayat benim kaderim olamazdı. Bu akşam o adamla tanışacaktım, evet. Ama bu hikâyeyi onun istediği gibi yazmasına asla izin vermeyecektim.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE