GERİ DÖNÜŞ YOK

1208 Kelimeler
O sabah… Her şeyin değiştiği, hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmayacağı o sabah… Her zamanki gibi erkenden uyandım. Gözlerimi araladığımda odanın loş ışığında etrafı zar zor seçebiliyordum. Göz kapaklarım hâlâ ağırdı, yastığın sıcaklığı gitmek istemiyor gibiydi ama bugün farklıydı. Bugün büyük gündü. 18 yaşıma girmiştim artık. Resmen bir yetişkindim. Ve bu akşam pastanede küçük ama anlamlı bir doğum günü partisi verilecekti. En yakın arkadaşım Defne gelecekti, annem benim için pasta yapacaktı. Tüm o hayallerle dolu, geleceğe umutla bakan bir kız olarak yataktan kalktım. Yarı uykulu bir hâlde kapımı açıp, karşımdaki banyoya doğru yürümeye başladım. Ama tam o sırada, evin alt katından gelen sesler beni durdurdu. Duraksadım. Gözlerimi kırpıştırarak kulak kesildim. Erkek sesleri… Hem de sert, yabancı, tehditkâr tonlarda. Kalbim sıkıştı birden. Biz bu evde annemle yalnız yaşıyorduk. Bu saatte, bu evde erkek sesi olamazdı. Olmamalıydı. Banyoya gitmekten vazgeçip yavaşça merdivenlere yöneldim. Kalbim, göğsümde deli gibi atıyordu. Titreyen adımlarla, sessizce basamakları inmeye başladım. Aşağıya her adım attığımda sesler daha net, daha anlaşılır hâle geliyordu. Bir kavga vardı. Annemin sesi… ağlıyordu. “Hayır, ne olur… biraz daha zaman…” diyordu. Sesi titriyordu. Cümleleri bölük pörçüktü, çaresizdi. Merdivenin ortalarına geldiğimde salonu tam olarak görebileceğim noktaya ulaştım. Ve o an… gözlerim de, kalbim de dondu. Annem… yere çökmüş, elleriyle yüzünü kapatmaya çalışıyordu. Karşısında üç adam vardı. Takım elbiseliydiler, siyah giyinmişlerdi. Tehdit edici bir ciddiyet vardı üzerlerinde. İçlerinden biri diğerlerinden daha yaşlıydı. Yüzünde hiçbir duygu yoktu. Donuktu. Ve tam o anda… o adam elini kaldırıp anneme şiddetli bir tokat attı. Tokatın sesi evin duvarlarında yankılandı. Annem yere düştü. Ağzımdan, istemsizce kopan bir çığlık yükseldi. “ANNEEEE!” Ayaklarım beni dinlemeden, delirmiş gibi merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Koşuyordum. Sadece anneme ulaşmak, onu o adamların elinden kurtarmak istiyordum. Gözyaşlarım yanaklarıma karışmıştı bile. Ama annem, yerde yatarken başını kaldırıp bana baktı. Gözleri kan çanağı gibiydi. Ve titreyen sesiyle sadece bir kelime söyledi: “İlayda… kaç!” O kelime beynimde çınladı. Annem bana hep ne olursa olsun onun sözünü dinlememi öğretmişti. Şimdi de öyle yaptım. Bacaklarım titreyerek geri döndü, hızla az önce indiğim merdivenlere yöneldim. Ama geç kalmıştım. İki adam hemen arkamdan yetişip beni kollarımdan yakaladı. Tırnaklarımı geçirmeye çalıştım, tekme attım ama nafileydi. Beni kolayca sürükleyerek o yaşlı adamın karşısına getirdiler. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. “Bırakın beni!” diye çığlık attım. “Kim lan siz?! Ne istiyorsunuz bizden?! ANNEME NE YAPTINIZ!” Gözlerim yaşla doluydu. Aklımdan geçen her küfrü savurmaya başladım. “Pislik! Şerefsiz! Orospu çocuğu!” dedim. Beni tutan adamlar hiç tepki vermedi. Ama o yaşlı adam… Sadece beni izliyordu. Soğuk, taş gibi gözlerle. Ne öfke vardı yüzünde, ne de üzüntü. Sessizdi. Ve bir anda… gözümün önünde bir ışık çaktı. Tokat. Tokatın şiddetiyle başım yana savruldu. Ağzımdan bir inleme çıktı. Dudağımın patladığını hissettim. Metalik bir tat yayıldı ağzıma… kan. Gözümden yaş değil, adeta alev akıyordu. Adam, sakin bir şekilde konuştu: “Annen sana babanla nasıl konuşman gerektiğini öğretmemiş anlaşılan.” Duyduğum cümle beynimde yankılandı. Babanla… Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Dudağım kan içinde ama titreyerek fısıldadım: “Ne… ne dedin sen?” Adam başını hafifçe eğdi. “Evet. Ben senin babanım, İlayda. Ve artık benimle geliyorsun.” Donakaldım. Nefes alamadım. Gözlerimi anneme çevirdim. Hâlâ yerdeydi. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Adamın ayaklarına kapanmış, elleriyle ceketine tutunmuş, yalvarıyordu. “Lütfen… lütfen kızımı bırak… ne olur. İstediğin her şeyi yaparım, ama İlayda’yı bırak…” Ama adam anneme bile bakmıyordu. Sadece beni izliyordu. Sanki hayatımın iplerini bir gecede eline almış, daha önce hiç bilmediğim bir karanlığın içine çekiyordu. O an orada… o evde… 18 yaşındaki bir kız çocuğu olmayı bırakmıştım. Ve içimde bir yer, sessizce fısıldıyordu: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. “Yeter artık. Gidiyoruz,” dedi o adam. Sesi keskin bir bıçak gibi havayı yardı. Ardında tartışma, gözyaşı ve yılların sessizliğini bırakarak ağır adımlarla kapıya yöneldi. İki adam beni hala sımsıkı kollarımdan tutuyordu. Parmakları adeta tenime gömülmüş, kaçmam ihtimalini ortadan kaldırmışlardı. Nefesim hızlanmıştı. İçimde boğazıma kadar tırmanan bir çığlık vardı ama sesim çatallaşıyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu. O anda annem yerden doğrulmaya çalıştı. Gözleri yaşlıydı, dizleri titriyordu. Ama bütün o güçsüzlüğüne rağmen, kızına, bana uzandı. “Hayır… hayır, İlayda…!” İki adam beni sürüklemeye başladığında annem elimi yakaladı. Sıcaktı eli. Tırnakları avcuma battı, titriyordu. “Lütfen… bırakmayın… ne olur bırakın… kızım benimle kalacak…” dedi annem, sesi çaresizlikle boğulmuştu. Ben de onun eline daha sıkı sarıldım. “Anne… bırakma beni… ne olur… anne, lütfen…” Ayaklarımı yere vura vura direndim. Kendimi geriye çektim. Bacaklarımın her kası gerilmişti. Sanki bu şekilde yırtılıp anneme doğru fırlayabilecekmişim gibi… Ama adamların kolları demir gibiydi. Ne kadar debelensem de, bağırıp çağırsam da bedenim onların kontrolündeydi. Her adımda annemin eli parmaklarımdan kayıyordu. Gözyaşlarım artık çenemden süzülüp boynuma akıyordu. “Anne… annneee… BIRAKIN BENİ!” Annem hâlâ elimden tutuyordu. Göz göze geldik. Gözlerinde öyle bir acı vardı ki, kelimelerle anlatılamazdı. Benim için ölmeye hazır bir annenin bakışıydı bu. Ama o an… o cehennem anında… babam olduğunu iddia eden o adam durdu. Geriye döndü. Adımları yavaş ama amansızdı. Annemin eline doğru yürüdü. Annem hâlâ yere diz çökmüş hâlde, elleriyle beni bırakmamak için mücadele ediyordu. Ve sonra… birden ayağını kaldırdı. “Yeter artık!” diye bağırdı. “Bu günün geleceğini sen biliyordun!” Ayağını tüm gücüyle annemin eline ve omzuna savurdu. Annem çığlıkla yere savruldu. Sol tarafına düştü. Ellerini karnına bastırdı. Yüzü acıyla buruşmuştu. “ANNNEEEE!” Ciğerim parçalanıyordu. Gözüm karardı. Nefesim kesildi. Ama o adam, en ufak bir vicdan belirtisi göstermedi. Hiçbir şey olmamış gibi bana döndü. Gözleri buz gibi bakıyordu, sesi ise ruhsuzdu: “İtaatsizliğinin bedelini ödeyeceksin.” O cümleyi kurduktan sonra elini kaldırdığını gördüm. Daha ne olacağını anlayamadan gözlerim karardı. Dünya sessizleşti. Annemin çığlıkları, adamların ayak sesleri, kalbimin çırpınışı… hepsi uzaklaştı. Ve sonra… karanlık. Bayılmış olmalıydım. Son hatırladığım şey annemin bana uzanan elleriydi. Ve onun gözlerinde gördüğüm o sonsuz korku… o çaresizlik… Annemin beni bırakmak zorunda kalışı… ama gönlünden asla vazgeçmeyişi. Göz kapaklarım ağırdı… ama içimde yavaşça kıpırdanan bir merak, bir uyanış vardı. Gözlerimin altındaki karanlık, artık bir rüyanın değil, gerçeğin soğuk gölgesiydi. Nefes aldım. Yavaş… kontrollü… Hâlâ yaşıyordum. Gözlerimi araladım. İlk gördüğüm şey, puslu bir ışığın cama çarparak içeri süzülüşü oldu. Işık hareket ediyordu… tıpkı altımdaki zemin gibi. Başım sarsılıyordu, ama yumuşak bir şekilde. Bir arabanın içindeydim. Camdan dışarı bakmaya çalıştım ama gördüğüm tek şey… yoldan başka bir şey değildi. Sonsuz bir gri şerit gibi uzanıyordu asfalt, önümüzden hiç durmadan akıyor, akıyor, akıyordu. Yol kenarları belirsizdi. Ne ağaç vardı, ne bir tabela, ne de tanıdık bir bina. Sadece yoldaydık. Sadece ilerliyorduk. Nereye gittiğimizi bilmiyordum. Ne kadar süredir böyle yol aldığımızı da... İçimde giderek büyüyen bir sıkışma vardı. Sanki bu yol… bir yere değil de, beni benden uzaklaştıran bir boşluğa doğru uzanıyordu. Başımı çevirdim. Camdan içeri süzülen ışık yüzümde dans ediyordu ama araba hâlâ karanlıktı. Koltuklar siyah deriydi. Ön koltukta iki adam oturuyordu. Sadece arkadan görebiliyordum. Konuşmuyorlardı artık. Sanki biri hâlâ uyanık olup olmadığımı kontrol ediyor gibiydi. Gözlerimi hemen kapattım. Derin bir nefes aldım. Henüz hazır değildim. Onlarla yüzleşmeye… yeniden konuşmaya… ya da “baba” dediğim adamla aynı havayı solumaya… İçimde tarifsiz bir boşluk vardı. Sanki hâlâ düşüyordum. Sanki hâlâ elim annemin elindeydi… ama her saniye biraz daha kopuyordu… O tokat… o tekme… o çığlık… her biri tekrar tekrar zihnime çarpıyordu. Ve şimdi… ben bir arabanın içinde… bilinmezliğe doğru akıp giden bir yolun üzerinde… sadece yutkunabiliyordum. Ne bir tabela… Ne bir çıkış… Sadece yol. Ve içimde doğan keskin bir his: Geri dönüş yok.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE