Kalabalığın arasında mutlak bir sessizlik hâkimdi. Gözler üzerimizdeydi. Işıklar biraz daha parlak yandı, fotoğraf makineleri sessizce deklanşöre bastı, fakat kimse nefes almaya bile cesaret edemiyor gibiydi. Herkes, nefesini tutmuş, bu iki ailenin birleşimine şahitlik ediyordu.
Ben ve Kenan, yan yana duruyorduk. Babam ve onun ortağı, arkamızda bir yerde, gururla ama buz gibi surat ifadeleriyle dikiliyorlardı. Nikâh memuru, önümüzdeki küçük kürsüde hazırlıklarını tamamladıktan sonra başını kaldırdı.
Gözleri önce bana, sonra Kenan’a gitti.
“Hoş geldiniz. İki aile arasında yapılan bu birliktelik kararı çerçevesinde bugün burada, evlilik akdini gerçekleştirmek için toplandık.”
Sesi mikrofondan yayılırken kulaklarım uğulduyordu. Kalbim, göğüs kafesime sığmıyor gibiydi. Ellerimi birleştirmiş, parmak uçlarımı sıkıyordum. Kenan dimdik durmuş, gözleri ileriye sabitlenmişti. Tüm bedeninden, tüm o katı görüntüsünden adeta “kontrol bende” diye haykıran bir enerji yükseliyordu. Ama benim içimde... fırtına.
Nikâh memuru belgeleri önüne aldı. Sonra kafasını kaldırdı ve ilk soruyu yöneltti:
“Kenan Demirsoy, hiçbir baskı altında kalmadan, kendi özgür iradenizle burada bulunan İlayda Yalçınkaya ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
Saniyeler... Sessizlik.
İçimden “hayır de... ne olur hayır de...” diye geçirdim.
Ama Kenan'ın sesi kararlı, net ve sarsılmaz bir şekilde salonun içinde yankılandı:
“Evet.”
Kalbim, boğazıma kadar yükseldi. Tüm bedenim titredi o tek kelimenin ardından. Gözlerim yere sabitlendi. Bacaklarımın altından dünya çekiliyor gibiydi.
Nikâh memuru, bakışlarını bana çevirdi. Artık herkesin bakışları üzerimdeydi. Hiçbir kaçış yoktu.
“İlayda Yalçınkaya, hiçbir baskı altında kalmadan, kendi özgür iradenizle burada bulunan Kenan Demirsoy ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
Boğazım düğüm düğümdü. İçimde çığlıklar atıyor, bağırıyor, kaçmak istiyordu. Ama dışımda, buz kesmiş bir ifade vardı.
Gözlerim Kenan’a kaydı. O ise bana değil, ileriye bakıyordu. Bir an, sadece bir an, onun profiline baktım ve düşündüm: “Buraya kadar geldik... Artık dönüş yok.”
Derin bir nefes aldım. Kelimeler boğazımdan, acıyla süzülerek çıktı:
“Evet.”
O an kalabalık alkışlamaya başladı. Herkesin gözünde bir başarı, bir kutlama ifadesi vardı. Ama benim içimde... sadece boşluk.
Nikâh memuru kağıtları mühürledi, ardından yüzüğün getirilmesini istedi. Bir görevli hızla yaklaştı ve kutuyu getirdi. Kenan yüzüğü aldı, parmağıma taktı. Ardından ben de onunkini taktım. Ellerimiz bir anlık temas ettiğinde, elim titredi. Kenan’ın parmakları hâlâ soğuktu, ama tok ve güçlüydü.
Son olarak nikâh memuru gülümsedi:
“Artık resmen karı-kocasınız.”
Ve o an... içimde her şey sustu.
Gözlerim kapanmadı ama dünya bir perdenin arkasına gizlenmiş gibi oldu. Gülümseyen yüzler, çınlayan kadehler, çiçekler ve alkışlar... Hepsi bulanık, hepsi uzaktan gelen bir gürültü gibiydi.
Çünkü ben… sadece içimden “bitti” diyordum.
Ama biliyordum… bu sadece başlangıçtı.
Düğün töreninin hemen ardından büyük salonun kapıları açılmış, içerideki kalabalık parti alanına yönlendirilmişti. Işıklar daha loş, müzik daha neşeliydi artık. Herkes eğlenmeye başlamıştı; kadehler kalkıyor, dans eden çiftler pisti dolduruyordu. Ama ben... o kalabalığın tam ortasında yalnız kalmıştım.
Kenan kolumdan tuttuğu gibi beni salona soktu. Hiçbir şey söylemeden, sanki bir kadeh şarap ya da bir iş evrakı taşıyormuşum gibi davranıyordu. O bir eş değil, bir gölge gibiydi yanımda. Arada bir insanlar yaklaşıyor, “Gelin çok güzel olmuş” diyorlardı. Kenan ise tek kelime etmeden başıyla onaylıyor, ardından beni bir başka grupla tanıştırmak için sürüklüyordu.
Bir ara tanınmış bir iş adamının yanında durduk. “Bu da eşim İlayda,” dedi yalnızca. Gözleri başka yöne bakıyordu. Elimi sıkarken bile yüzümdeki ifadeye bakmadı. O an, ben bir insan değil, onun arkasında durması gereken bir süs eşyasıydım adeta. Göz göze gelmemeye özen gösteriyor, gülümsemiyor, benimle tek kelime bile etmiyordu. Görevini tamamlamaya çalışan biri gibiydi. Ve en kötüsü de, bunu en iyi ben hissediyordum.
Aradan bir süre geçtikten sonra kulağıma doğru eğildi, “Bir iş konuşmam var. Birkaç dakika beni idare et,” dedi kısa ve kesik bir tonla. Cümlesinin sonunda bile bir eşe değil, bir çalışanına seslenir gibiydi. Ardından hiçbir şey demeden arkasını dönüp kalabalığa karıştı.
Kalakaldım.
Etrafımdaki insanlar kahkahalarla gülüyor, dans ediyor, kutlama yapıyordu. Ama benim içimdeki yalnızlık, etrafımdaki müzikten daha gürültülüydü. Sanki herkesin maskesi vardı ve o maskelerin altında gerçek yüzler görünmüyordu.
Tam o anda biri yaklaştı. Uzun boylu, zarif giyimli, ama Kenan’dan daha genç ve daha sıcak bir yüz ifadesine sahip bir adamdı. Gözleri bende takılı kaldı.
“Gecenin yıldızı burada yalnız mı duruyor?” dedi, gülümseyerek.
Şaşırdım. Sonunda biri bana insan gibi yaklaşmıştı. “Galiba...” dedim utangaç bir ifadeyle.
Adam elini uzattı. “Ben Yiğit. Kenan’ın kardeşiyim.”
Duyduklarıma inanamıyordum. Gözlerim büyüdü. Kenan’ın kardeşi mi?
Yiğit, gülümseyerek elimi sıkarken eğildi ve kulağıma “Seni bunca kalabalığın arasında yalnız bırakmalarına gönlüm razı gelmedi,” diye fısıldadı. İçimde bir şeyler kıpırdadı. Bu ilgi, bu sıcaklık… günler sonra ilk kez birine güvendiğimi hissettim.
Ama bu his, sadece birkaç saniye sürdü. Çünkü arkamdan tanıdık bir sessizlik geldi. Gözlerim Yiğit'in omzunun üstünden geçerken, Kenan’ı gördüm.
Orada duruyordu. Gözleri karanlık bir gecenin ortasındaki fırtına gibiydi.
Ve o an dünya bir kez daha sessizliğe gömüldü.
Yiğit’in parmakları elimin üzerinde bir an daha kalmıştı ki Kenan’ın yaklaşan adımları duyuldu. Havadaki hava bile değişmişti sanki. Sırtımdan aşağıya kadar inen bir ürperti hissettim. Kenan’ın gözleri, Yiğit’in elimi tuttuğunu görünce adeta alev aldı. Soğuk ve donuk bakan gözleri bir anda öfkenin en koyu tonuna bürünmüştü.
Yanımıza geldiğinde, etraf sanki bir anda sessizliğe gömüldü. Kalabalığın içindeki herkesin sesi ve müziği hâlâ devam etse de, benim için tek gerçek şey Kenan’ın varlığı ve içime işleyen bakışlarıydı.
Yiğit hâlâ rahat ve gülümseyerek duruyordu. Abisine döndü, sesi neşeli ve alaycı bir tondaydı: “Ooo, damat bey... sonunda. Tebrik ederim.”
O an Yiğit, elini benim elimden çekti ve Kenan’a uzattı. Kenan birkaç saniye tereddüt ettikten sonra elini sıktı ama bu bir kardeş selamı değil, bir sınır çizme hareketiydi sanki. O tokalaşmada bile bir savaşın gölgesi vardı.
“Tamam Yiğit, tebriklerini sonra sakla,” dedi Kenan sert bir ses tonuyla. “Yarın sabah malikanede ol, işimiz var.”
Sonra hiç beklenmedik bir şey yaptı: Belimden tuttu. Soğuk ama sahiplenici bir dokunuştu bu. Sert parmakları belime oturmuştu ve beni kendisine doğru çekti. Şaşkınlıkla gözlerimi açtım, ama tek kelime edemedim. Kenan göz göze gelmekten kaçınıyor, sadece öfkesini ve kontrolünü korumaya çalışıyordu.
Yiğit'e ya da bana bir daha tek kelime etmeden beni kolunun arasında adeta sürüklemeye başladı. Onunla aynı tempoda yürümek imkânsızdı. Bacaklarım onun uzun adımlarına yetişmeye çalışırken topuklu ayakkabılarım yere vuruyor, etrafımızdaki bakışlara rağmen beni çeke çeke ilerletiyordu.
Bir an durdu. Nefes bile alamadan çarpmamak için refleksle geriye çekildim ama o anda başımı kaldırdığımda çıkış kapısında olduğumuzu fark ettim. Kenan ilk kez sesini yükseltti, ama bu ses salonun her köşesine ulaştı:
“Beyler, bayanlar... geldiğiniz için hepinize teşekkür ederiz. Bu yeni evli genç çift artık ayrılıyor. Siz partinin tadını çıkarmaya devam edin.”
Sözleri bir komut gibiydi. Arkasından gelen şey ise bir alkış tufanıydı. İnsanlar gülümsüyor, mutlu görünüyordu. Ama içimde büyüyen karanlık onların neşesini boğuyordu. Onlar yeni bir aşkın kutlamasını yaptığını sanıyorlardı. Oysa bu, sessiz bir tutsaklığın ilanıydı.
Kenan hâlâ belimi sımsıkı tutuyordu. Hiçbir söz etmeden, bakış atmadan çıkış kapısından ilerlemeye başladı. Ben ise yalnızca onun yöneldiği yöne doğru, sessizce ve usulca sürüklenmeye devam ettim. Onun öfkesi, dokunuşu kadar soğuk ve kesin bir karardı artık:
Kenan, kalabalığın arasından beni yanına alıp sert adımlarla ilerlemeye devam etti. Malikanenin önündeki mermer basamaklardan indikten sonra, geniş ve loş ışıklarla aydınlatılmış araç bölümüne ulaştık. Etrafta en az beş altı farklı araç vardı ama o, hiç tereddüt etmeden siyah, camları koyu renkli ve yüksek gövdeli büyük bir cipin önünde durdu. Bu araç bile onun karakterini yansıtıyor gibiydi: sert, karanlık ve ulaşılmaz.
Cipin yolcu kapısının olduğu tarafa geçti. Elini yine belime attı ve hiçbir şey söylemeden beni yukarı kaldırarak koltuğa oturttu. Hareketi nazik olmaktan çok uzaktı, ama alışılmış bir sahipleniş taşıyordu. Sanki o an, bir eşya gibi yerleştiriliyordum o koltuğa. Kapıyı hızla kapattı ve direksiyon tarafına geçip güçlü bir hareketle kendi kapısını açarak koltuğuna oturdu.
Araç içi sessizdi, motor henüz çalışmamıştı ama Kenan’ın bakışları içeriyi alev gibi ısıtıyordu. Yüzüne baktığımda öfkesinin hâlâ dinmediğini açıkça görebiliyordum. Yumrukları direksiyonun üzerinde sıkılıydı. Sonra aniden bana döndü. Nefes alışım hızlandı, omuzlarım gerildi. Gözlerim refleksle kapandı ama kaçamadım.
Kenan, bir anda bana doğru eğildi. Yüzü yüzüme çok yakındı. Elini yüzüme uzattı ve çenemi sertçe kavradı. Parmakları, canımı yakacak kadar bastırıyordu. Gözlerim doldu ama ağlamamak için kendimi sıktım.
“Kural iki,” dedi; sesi hırıltılıydı, neredeyse dişlerinin arasından çıkıyordu, “sana benden başka bir erkeğin eli dokunmayacak.”
Gözlerimi açtım, ona bakmaya çalıştım ama çenem öylesine sıkılmıştı ki kelime çıkarmak bile acı veriyordu.
“Kenan...” dedim zorla, “O... sadece kardeşin... sadece tebrik etti.”
“Sus!” diye kesti sözümü, çenemi biraz daha sıkarak. Acı, gözlerimi yaşarttı. “Kardeşimmiş... babammış... senin babanmış... artık fark etmez. Hiç kimse—hiç kimse!—sana dokunamaz. Artık sen bana aitsin, sadece bana.”
Bu sözleri öyle bir tonda söyledi ki... Ne öfke ne de sevgi barındırıyordu. Sanki bir anlaşmanın maddelerini okuyordu. Sahiplenici, keskin ve tehditkâr.
“Bunu neden yapıyorsun?” dedim gözyaşlarımı tutamayarak. “Ben böyle bir hayatı istemiyorum.”
Çenemi bıraktığında parmaklarının izi yanaklarıma kazınmış gibiydi. Elini yavaşça geri çekti ama bakışları hâlâ üzerimdeydi. Gözlerini gözlerime dikti.
“İstemek,” dedi soğuk bir şekilde, “artık senin için geçerli bir kavram değil. Artık hayatın, benim kurallarımla şekillenecek. Ve sen bu oyunu benimle oynamayı öğreneceksin... ya severek, ya sürünerek.”
Ardından gözlerini önümdeki yola çevirdi. Aracı çalıştırdı. Motorun homurtusu içimdeki korkuyla yarışır gibiydi. Gözlerimi dışarı çevirdim ama camlardan yolun dışında hiçbir şey görünmüyordu.
Kenan ise tek kelime etmeden direksiyonu çevirdi. Karanlık yollarda, bilinmezliğe doğru ilerlemeye başladık…
Camdan dışarıya bakıyordum. Yolun iki yanında sıralanmış ağaçlar, gecenin sessizliğinde sanki bana eşlik ediyor gibiydi. Işıklar birer birer geçip gidiyordu, ama hiçbirini tam seçemiyordum. Sadece geçip giden gölgelerdi hepsi. Sanki tüm hayatım, bu camın diğer tarafından akıp giden bir film şeridiydi. Elim, fark etmeden yüzümdeki kızarıklığın üzerine gitti. Acı hâlâ oradaydı. Ama asıl acı dışarıdan değil, içimden geliyordu. Derin bir yerden… Bastırmaya çalıştıkça daha da büyüyen bir yerden.
Ne olmuştu bana? Ne zaman her şey bu kadar sarpa sardı? Daha birkaç gün önce annemle pastanede çalışıyor, üniversite hayalleri kuruyordum. O sabah uyandığımda, hayatımın böyle altüst olacağını, hiç tanımadığım bir adamın gelip babam olduğunu söyleyeceğini, beni evimden zorla alacağını, nefes aldığım her şeyi arkada bırakacağımı... bilemezdim. Kim bilebilirdi ki?
O ilk tokadı hatırlıyorum. Ne kadar sertti, ne kadar gurur kırıcı. Ama asıl canımı yakan, annemin yerde sürüklenmesi oldu. Onun gözlerinde o an gördüğüm korkuyu, çaresizliği… O görüntü zihnime bir bıçak gibi kazındı. Sonra… sonra araçlar, koridorlar, kalın duvarlar… kilitli kapılar. Ve şimdi bu araç… Bu adam… Bu gece…
Kenan.
Adını bile anarken içimde bir ürperti yükseliyor. Yüzü donuk, sesi keskin. Gözlerinde his yok. Belki de çok fazla his var, ama hepsi buz gibi. Ona bakınca ne hissetmem gerektiğini bile bilmiyorum. Öfke? Korku? Merak?
Belki hepsi.
Ama bir şey var… Emin olduğum tek şey: Onun yanında asla güvende hissetmiyorum. Sanki her an beni parçalara ayırabilir, sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edebilir.
Ve şimdi… Evlilik. Koca bir sahte hayat. Seçme hakkım olmayan, rızam dışında inşa edilen bir gelecek. Herkes benim üzerimden güç savaşları yapıyor. Babam beni bir satranç taşı gibi hareket ettiriyor. Kenan için ise sanki ben bir ödülüm. Bir "görev". İçimde bağıran sesleri bastırmakta zorlanıyorum. Ama dışarıdan sadece sessizim. Camdan dışarı bakan, hiçbir şey demeyen, söz dinleyen bir figürüm artık.
Araba hafifçe yavaşladı. Dikkatimi çeken bir şey oldu. Kapının üzerindeki tabela...
"Demirsoy Malikanesi" yazıyordu.
İşte burasıydı.
Yeni hayatımın başlayacağı yer.
Ya da...
Beni yavaş yavaş yok edecek olan.