GECE 2

2254 Kelimeler
“Sabah olmuştu ama hiçbir şey aydınlanmamıştı.” Vox Memoriam’ın ağır taş duvarları arasından sızan ışık, sabahın değil—başka bir şeyin habercisiydi. Gümüşi bir pus. Gözle görülmeyen bir sis gibi, odaların içine sinen sessizlik. Sanki ev, gecenin içinde bir şeyin kokusunu almıştı ve hâlâ onu sindirmeye çalışıyordu. Aren, ince yorganın altında kıpırdamadan yatıyordu. Uyanmıştı ama gözlerini açmamıştı. Göz kapaklarının arkasında, gördüğü rüyayı çiviler gibi hâlâ hissediyordu. Yine o. Gözleri olmayan bir siluet. Ellerini uzatıyor, dokunmuyor. Ama her şeyini biliyor. Ve en kötüsü: odasında biri vardı. Gerçekten. Bir ses duymuştu, bir kıpırtı, sonra çekmecenin kapanma sesi. Rüya değildi bu. Burnuna sabah sabah temizlik suyu karışık bir parfüm kokusu doldu. Tanıdı bu kokuyu. Parfüm değil... saç spreyi? Ve bir şey daha... plastik mi? Hayır. Naylon. Eldiven? Gözlerini açtı. Boştu oda. Ama hayır. Bir şey eksikti. Aren yavaşça doğruldu, bakışları çekmecelere kaydı. İç çamaşırları… Tarak… Annesinin eskiden verdiği o küçük taş kutu… Hepsi yerindeydi. Hepsi değil. Bir şey eksikti. Ne olduğunu bilmiyordu. Ama eksikti. Tam içinden, midene oturan o tanıdık duygu: Birinin seni izlediğini bildiğin ama ispatlayamadığın anlar gibi. Kapı açıldı. Tık tık. June. Yine aynı enerjiyle içeri daldı, ama bu sabah, gözlerinin arkasında tuhaf bir karanlık vardı. Uyumamış gibiydi, ya da... fazla derin uyumuş. “Yani düşünsene,” dedi June, hiçbir şey olmamış gibi, kollarını havaya savurarak. “Ben bu yatakta yatıyorum ama sabah kalktığımda duvar tarafındayım. Battaniye yok. Ayaklarım buz gibi. Ve en ilginci, saçımda çamur izi vardı. Bu ev gerçekten sapıkça şeyler yapıyor bize.” Gülümsedi. “Belki de ben uykuda yürüyorumdur ha?” Aren cevap vermedi. Saçının ucuna kadar tedirgindi. “Sen de kabus gördün mü?” diye sordu June. “Böyle... garip. Dokunuyormuş gibi ama değil. Yani, hissediyorsun ama uyuyorsun da.” Aren başını eğdi. "Kabustan daha fazlasıydı." June bir an durdu. Bu cümleyi sanki duydu ama işlememiş gibiydi. Sonra gülümsedi. “Neyse, kahvaltıya iniyoruz. Zil çalacak birazdan. Atlas yine ‘hadi çocuklar, yemek vakti’ tribine girmeden önce orada olalım.” Tam o an. Zil. Ev bir kez daha titreşti. Beden değil, iç titreşmesiydi bu. Her şeyin zorunlu olduğu bir ses. --- Salon – Yemek Masası Masadakiler, gece hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlardı. Tobias klasik kitaplarından birine gömülmüş, David sessizce çay karıştırıyor, Soraya ise kafasını kaldırmadan tabağındaki ekmeği kesiyordu. Sanki her biri bilinçli bir şekilde “unutmuş” gibi. Aren sandalyeye oturduğunda, karşısında Luca vardı. Kahvesini içerken göz ucuyla ona baktı. Sakin. Gereğinden fazla sakin. “Günaydın Aren,” dedi Luca. Sesi kadife gibi. Damarlarının altında yılan gibi sürünen bir şey taşıyormuş gibi. “Umarım dün gece rahatsız eden bir şey olmamıştır.” Bu cümlede fazla şey vardı. Aren'in midesi yeniden düğümlendi. June yanına oturup konuşmaya başladı, yine susmadan. Hakkında hiçbir şey hatırlamıyordu, ama rüyasındaki çığlık hâlâ kulaklarındaydı. Atlas ise uzak bir köşede duruyordu. Kadehinde sabah şarabı. Bakışları, Luca’nın arkasından geçiyor gibiydi. Ama gözleri, her şeyi görüyordu. Ve o an, Aren fark etti. Atlas'ın yumrukları sıkılıydı. --- June, sabah omletinden bir parça koparıp ağzına atmadan önce havaya kaldırdığı çatalla tiyatro sahnesi kurar gibi konuştu: “Sayım vakti! Haydi bakalım çocuklar! Vox ailesinin resmi yoklama listesi. Hazır olanlar ‘buradayım’ desin!” diye bağırdı. Yüzünde her zamanki muzır gülümsemesi vardı ama gözlerinin kenarında bir gölge kıvrılmıştı. “Bir. Ben. June. Malikanenin neşe kaynağı. Her gece garip rüyalar görse de sabahına hâlâ makyaj yapabilecek kadar ayık.” Kendi kendine güldü. Devam etti: “İki. Aren. Sessiz, güzel, bir o kadar da gizemli prensesimiz. Geceleri gölgelerle dans ediyor ama sabah kalkınca sadece kahve içiyor.” Aren ona yan gözle baktı ama gülümseyemedi. “Üç. Atlas. Malikânemizin sarkık kaşlı koruyucu meleği. Bizim karanlığa batmamamızı sağlıyor. Ya da belki bizi içeri kilitleyen asıl kişi? Hm, merak ettim şimdi.” Atlas bakmadan bir kaşını kaldırdı. “Dört. Tobias. Kitaplar harici kimseyle konuşmayan ama garip şekilde hep her şeyi bilen adam. Belki de sessizliğiyle bizi izleyen asıl tehlike odur, kim bilir?” Tobias gözlüğünün üzerinden bakıp sadece başını salladı. “Beş. Soraya. Gözlerinin içine bakınca evin fısıltılarını duyabiliyorsunuz. Bazen tek kelime etmeden, sadece yüz ifadesiyle küfrediyor. Sanat.” Soraya gözlerini devirdi, ama dudakları hafifçe kıvrıldı. “Altı. David. Sessiz. Çok sessiz. Klinik derecede sessiz. Muhtemelen evin bodrumuna en çok inen kişi. Ve buna rağmen en az çığlık atan.” David çatalını bırakmadan başıyla selamladı. “Yedi...” June bir an durdu. Gözleri yavaşça sağa sola kaydı. “...Luca.” Sandalyesi boştu. June kaşlarını çattı, gülümsemesi göğsünün altına çekildi. “Sekiz... Camille.” Bir sessizlik indi. Atlas bir an kıpırdadı, sonra durdu. “Ve...” June’ın sesi çatladı. “Dokuzuncu olarak Atlas’ı zaten saymıştım. Ama... Camille nerede?” Masaya ağırlık çöktü. Herkes bir anda başını çevirip birbirine baktı. Gerçek, June’ın şaka gibi başlayan yoklamasının ortasına çivi gibi çakılmıştı: Camille yoktu. Gece onlarla birlikteydi. Ama sabah... Sanki hiç olmamış gibi. --- Sabahın soğukluğu henüz çözülememişti. Vera Vox’un taş duvarları arasında yankılanan adımlar, birer hüküm gibi dağılıyordu koridora. Atlas en önde yürüyordu. Omuzları, alışıldık gerginliğinden daha fazlasını taşıyordu bu kez — bir şeyin kokusunu almış gibi, avını takip eden bir hayvan gibi tetikteydi. Arkasında dizilen altı kişi. June’ın sesi kısıldı, Aren’in içi buz gibi, Tobias’ın gözleri hesaplar yapıyordu. Soraya dua eder gibi yürüyordu. David bile bu sefer gölgelerin arasına bakmaktan kendini alamıyordu. Camille’in odası koridorun sonunda, duvara yaslı büyük siyah bir kapının ardındaydı. Kapının üzerinde kimin astığı bilinmeyen küçük, yıpranmış bir tabelada silik harflerle "Lilium" yazıyordu. Beyaz bir çiçek ismi. Camille’in çocukluğundan beri sevdiği şey — masumiyetin ve ölümü çağıran sessizliğin simgesi. Atlas kapının önünde durdu. Bir an herkes nefesini tuttu. Çünkü orada, eşiğinde... Camille’in neredeyse hiç bırakmadığı, o sararmış pembe elbise giymiş, tek gözü hafif yamulmuş oyuncak bebeği duruyordu. Yere bırakılmış gibi değil. Biri onu oraya koymuş gibiydi. Bilerek. Sessizce. O bebek Camille’in ellerinden bile ayrı düşmezdi. Geceleri bile kucağında uyurdu. Ağlamasın diye, ya da belki yalnız kalmasın diye. Ama şimdi... Bebek vardı. Camille yoktu. Atlas kapıyı itti. Gıcırtı, içlerindeki gerilimden bir parça kopardı. Oda düzenliydi. Hatta fazlasıyla. Yatak düzeltilmişti. Yastığın kenarında, Camille’in ördüğü küçük dantel örtü vardı. Komodinin üstünde bir bardak su. Su hâlâ buğuluydu. Camille’in saç tokaları, fırçası, defteri, küçük aynası... Hepsi yerli yerindeydi. Ama Camille yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Sanki sadece çıkmamış değil de, hiç var olmamış gibiydi. June kapının eşiğinde kaldı. “Bu... bu olamaz,” diye fısıldadı. “Camille... Camille her sabah saçını örerdi. Aynı saatte uyanırdı. Daha az önce... yani... dün... onunla konuştuk.” “Ve Luca nerede?” diye sordu Soraya. O an herkesin boğazına takılan yumru daha da büyüdü. Aren bir adım geri çekildi. Birden... bir şey anımsıyor gibiydi. Gözlerinin önünde Camille’in siluetini gördü, ama yüzü yoktu. Sadece elleri. Ellerinde bir kutu vardı. Küçük, siyah, kadife bir kutu. Ama görüntü bir anda dağıldı. Aren sendeledi. Atlas hâlâ odadaydı. Gözleri yerdeki bebeğe takılıydı. Sonra yavaşça başını çevirip diğerlerine baktı. “Hiçbir yere yalnız gitmeyin,” dedi. Sesi düşüktü ama içindeki buyruk kesin ve tartışmasızdı. “Bu ev... birini yutmaya başladıysa... diğerlerini de beklemez.” --- Camille’den geriye kalan tek şey, oyuncak bebeğin gözündeki küçük çizikti. Sanki birisi onu cebinden çıkarmış, dikkatlice yere bırakmıştı. İpliği sökülmüş kucağında duruyor, gözlerinden biri düşmek üzereyken hâlâ kıza bakıyormuş gibi hissediliyordu. June içeri ilk girendi. Ve bu sefer susmuştu. Elinde tuttuğu, kahvaltıdan çaldığı incir reçeli kavanozu neredeyse düşüyordu yere. “Camille?” diye fısıldadı. Ama sesi, odadaki boğuk sessizlikte emilip gitti. Atlas arkasından içeri girdiğinde iç çekti, bakışları direkt yatağa kaydı. Yorgan dümdüzdü. Kızın saç tokası başucunda bırakılmıştı. Ayakkabıları hâlâ kapının yanındaydı. Kaçmamıştı. Biri onu götürmüştü. “Hazır olun,” dedi Atlas. Gözleri ince bir çizgi gibi daralmıştı. “Ev kendi kurallarına geçti artık.” Raya ürperdi. Tobias başını çevirip duvara yazılmış bir şeyi işaret etti. Kırmızıyla, tırnak izleri gibi karalanmıştı: “IX — MNEMOS.” David hafifçe öne çıktı, sesi kısık ama netti. “Efsaneler doğruysa… bu ev, hafızayla oynar. Bazen kimseyi affetmez.” Tavanın üzerindeki küçük bir ışık yanıp söndü. Biri nefes alıyor gibiydi evin içinden, sanki mekanizma değil de göğsü kalkıp inen bir varlık vardı. Sonra zil çaldı. Ama bu sefer yemek için değil. Bu sesi daha önce duymamışlardı. “Kapı açılıyor...” dedi June. Ama hala Camille’in bebeğine bakıyordu. Sanki o küçük, kirli plastik gözler kendisine bir şey anlatmaya çalışıyordu. Koridorun sonunda, asla açılmayan doğu kanadının karanlık ucunda, bir ışık sızdı. Duvar çatladı. Taş yerinden oynadı. Ve paslı bir levha kendini gösterdi: Oda No: IX — MNEMOS Kapının üzerindeki sembol, bir beyin lobuna benziyordu. Ama organik değildi. Metalik hatlar, çarpık çizgiler, sanki içeride düşünceler değil de anılar işleniyormuş gibiydi. Atlas bir adım öne çıktı. “Girmeyeceğiz,” dedi. “Henüz değil.” Ama ev başka fikirdeydi. Kapı yavaşça açıldı. Ve içeri bir koku sızdı: Nemli toprak, eski defter yaprakları ve... yanan saç. Tobias gözlerini kıstı. “Burası... bir simülasyon odası olabilir. Beyne doğrudan erişim sağlayan... deney alanı gibi.” June yine konuştu. Hızlı, cıvıldayan sesi birden patladı: “Bir dakika, bir dakika, bu sayı neden IX? Ben her sabah herkesin yerini sayarım! Atlas, David, Soraya, Tobias, Luca, Camille, ben, Aren... sekiz. Sekiziz biz! Ama bu oda neden dokuz numara?” Bir sessizlik oldu. Gözler birbirine döndü. Kimse cevap veremedi. Çünkü eksik olan sadece Camille değildi. Luca da ortada yoktu. June’un gülümsemesi yüzünden silindi. “Şey... Luca?” diye fısıldadı. “Belki Camille’in peşinden gitmiştir?” Ama kimse o kadar naif değildi artık. Atlas kapıya yaklaştı. “Camille tek başına gitmedi. Ve Luca’nın orada olup olmadığını... öğrenmek zorundayız.” Gözleri, eskiyi hatırlayan bir adam gibi karardı. Sanki bu anı, yıllar önce yaşamıştı. Aren’in içi çekildi. Kalbi hızlandı. Birden— başka bir şey daha hatırladı. Çok eski, çok karanlık bir anı. Yedi yaşındayken... bir kutu açmışlardı. Kum saatine benzeyen bir şey. Ve gölgeler. Ama görüntü hemen silindi. Beyni onu korumaya çalışıyordu. “Bu oda... bizi çağırıyor,” dedi David. Ama sanki kendi bile ne dediğini anlamamıştı. O sırada odanın içinden bir tıkırtı geldi. Sanki minik bir ayak... taş zemine çarpmıştı. Camille miydi? Yoksa sadece evin başka bir yüzü mü? Atlas yumruğunu sıktı. “Hazırlanın. Bu gece biri o kapıdan içeri girecek.” --- Tam kapının eşiğine vardıklarında, yerin altından gelen bir uğultu başladı. Sanki taşlar birbirine sürtünüyor, ev içindeki kemiklerini esnetiyor gibiydi. Herkes bir adım gerideydi. Atlas öndeydi. Aren’in kalbi boğazında atıyor, June elini sımsıkı kavrıyordu. Tobias defterine bir şeyler karalıyordu ama parmakları titriyordu. Camille ortada yoktu. Luca da. Ve şimdi… biri daha geliyordu. Kapıdan içeriye ilk adım atılmadan, içeriden çıkan biri oldu. Ayak sesleri… değil, daha çok bir sürünme sesi. Kuru, lifli bir kumaşın taşa sürtünmesi gibi. Sonra bir gölge göründü. Ve gölge— yürümüyordu. Süzülüyordu. Eliah. Bembeyaz bir hasta gömleği vardı üstünde. Ama beyazlığı çoktan gitmişti. Kurumuş kan lekeleri, kolundaki sayısız iğne izi, ve ayaklarının çıplak topuklarındaki yara kabukları görünüyordu. June çığlık atamadı. Sadece eliyle ağzını kapattı. Eliah... bir hayal gibi durmuştu kapının eşiğinde. Saçları keçeleşmişti. Tırnakları siyaha çalıyordu. Ve o kokusu— ölüm gibiydi. Nemli bir mezarın kokusu. Kapanmamış bir yaradan sızan anılar gibi. Aren geriye çekildi, gözleri irileşti. Ama Eliah’ın gözleri... çoktan boştu. Ve ağzı açıldığında, ses… insan gibi değildi. Boğazı yırtılmış bir kemanın çıkardığı ses gibiydi. > “Beni neden bıraktınız?” “Beni... neden unuttunuz...?” Sessizlik. Herkesin aklından aynı cümle geçiyordu ama kimse söyleyemiyordu: “Seni hatırlamıyoruz.” Atlas ilk kıpırdayan oldu. Ama adım atarken bile temkinliydi. “Adın ne?” dedi. “Adını hatırlıyor musun?” Eliah başını eğdi. Ve hafifçe güldü. Gülüşü, kırılmış bir saat gibiydi— ritimsiz, sebepsiz. > “Ben... IX numaraydım. Hatırlamanız gerekiyordu.” June araya girdi, sesi titreyerek: “Hayır... biz sekiz kişiyiz. Sekiziz biz! Hep öyleydik! Sen... sen yoktun!” Eliah başını ona çevirdi. O an... odadaki hava değişti. Tavan bile nefes almayı bıraktı. > “Beni sandığın içine siz ittiniz,” dedi. “Benim üzerimi siz örttünüz.” “Beni... bu evin unutulmuş katına gömen sizdiniz.” Ve sonra başı yana düştü. Bacakları titredi. Atlas onu tutmaya çalıştı ama kolu... buz gibiydi. Eliah bayılmış gibi yığıldı. Ama yüzünde bir ifade vardı: Zafer. Çünkü geri dönmüştü. Ve şimdi artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. --- “Siz beni bir sandığa koydunuz,” dedi Eliah, kanepeye uzatılmış haldeyken. Sesindeki çıtırtı, nemli bir kâğıdın yanarken çıkardığı ses gibiydi. “Üzerime kelimeler örttünüz. Anılarınızı değil— yalanlarınızı bastırdınız.” Atlas gözlerini kısıp onu izliyordu. Oda loştu. Şöminenin yanındaki lambayı açmak kimsenin aklına gelmemişti. Tobias, defterine hiçbir şey yazmıyordu. İlk defa. June ise tedirgindi. Eliah’a yaklaştıkça burnunu kapatıyor, ama bir yandan da sanki onu tanıyormuş gibi gözlerini ondan alamıyordu. > “Bu mümkün değil,” dedi Raya, ilk defa gerçekten sesi çıktığında. “Yani… buradaydın da biz nasıl unuttuk?” Eliah başını çevirdi, yavaşça. Sanki gözleriyle değil, hafızasıyla bakıyordu insanlara. > “Çünkü unutmak, sizin ödemeniz gereken bedeldi.” --- Aren, Atlas’ın hemen arkasında duruyordu. Sırtı dik ama içi allak bullaktı. Her gece kendisini izleyen o şey… bir gölge… Belki de hep Eliah’tı. Ama Eliah’ın bakışları, onunkini geçmiyor, üzerinden kayıp gidiyordu. Sanki onu bile tanımıyordu. Ya da… tanımak istemiyordu. > “Camille nerede?” diye sordu Tobias. “Eğer o kapı açıldıysa ve sen çıktıysan… Camille nereye gitti?” Eliah hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme, dişleri eksik bir anının iç yüzü gibiydi. > “Camille, yerin altındaki odaya gitti.” “Hafıza sandığına…” “Kimin yerine, kim olmak isterse… o odaya girer.” Atlas hemen ayağa kalktı. Kapıya yönelirken bir an durdu. > “Oraya kimse tek başına girmeyecek,” dedi. “Bu sefer değil.” June mırıldandı: > “Bu sefer mi?” Eliah ise artık konuşmuyordu. Gözleri boşluğa takılmıştı. Ama dudakları kıpırdıyordu. Aren, sadece ona en yakın olan kişi olarak duydu ne dediğini. > “Beni... ilk unutan sendin, Aren.” Aren’in kanı çekildi. Gözleri büyüdü. Ama o anda Atlas, onu kolundan çekti. > “Yalnız kalma. Bu ev… yalnızlara iyi davranmaz.” ---
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE