SAAT: 02.21
Atlas odanın penceresini aralık bırakmıştı.
Rüzgâr içeri sızarken, tül perde usulca kıpırdıyordu.
Gecenin soluğu gibiydi.
Soğuk, nemli, geçmişle dolu.
Aren, yatağın ortasında yatıyordu.
Sırtı dümdüz, kolları bedeninin iki yanında — sanki hala o mezarın taş soğukluğunu hissediyormuş gibi.
Yüzü solgundu. Dudakları kurumuş, gözkapaklarının altında ince morluklar belirmişti.
Atlas onun başucunda oturuyordu.
Elleri birbirine kenetli, parmak boğumları bembeyaz.
Ne sigara içiyordu bu kez, ne şarap dokunmuştu dudaklarına.
Bekliyordu.
Sessizliğin içinde sadece bir ses vardı:
Aren’in çok hafif, neredeyse duyulmaz nefesi.
Bir de saat.
Duvara asılı saat…
Tik tak.
Tik tak.
Sanki zaman da onunla birlikte donmuştu.
Tobias bir kez uğramış, “şimdilik stabil, ama bu bir trans, sıradan bir uyku değil” demişti.
Atlas cevapsız kalmıştı.
Konuşmamıştı.
Çünkü anlatacak bir şey kalmamıştı.
Her şey olmuştu.
Görmüştü.
Camille’in kurban edilişini, Luca’nın gerçek yüzünü, Eliah’ın mezarına hapsoluşunu...
Ve Aren’in gözleri kapanmadan önce son söylediği şeyi:
“Atlas…”
Bir fısıltı.
Bir yakarış.
Belki de son kalan insanlığıydı Vera Vox’un.
Atlas başını eğdi.
Parmaklarını Aren’in saçlarına daldırdı usulca.
Güçlü elleri ürkekti bu kez.
Dokunmaya çekinen, kırmaktan korkan bir çocuğun elleri gibi.
“Beni bırakma.”
Bu kelimeler onun dudaklarından çıkmadı.
Ama gözlerinin içine yerleşmişti.
Soluk aldığı her an, içinden geçiyordu.
Beni bırakma.
Bu kadar yaklaştık, ne olur bu sefer bırakma.
Aren’in kirpikleri kımıldamadı.
Ama alnındaki ter damlaları artmaya başladı.
Teninde bir titreme vardı artık.
Sanki bir şey görüyordu orada… içeride, transın içinde.
Belki geçmişini.
Belki ilk günahı.
Belki Camille’i.
Atlas kalktı, pencereyi kapattı.
Gecenin uğultusunu dışarıda bıraktı.
Sonra döndü…
Yavaşça yatağın yanına tekrar çömeldi.
Aren’in elini aldı.
Soğuktu.
“Hatırlaman gerekiyorsa…” dedi, sesinde bastırılmış bir kırılma,
“…o zaman hatırla. Ama ne olursa olsun, dön. Beni burada bırakma.”
Ve sonra...
O an.
Duvar çatladı.
Hayır — taş çatlamadı.
Bir ses geldi.
Bir şey fısıldadı.
“O artık senin değil.”
Atlas başını çevirdi.
Ama odada başka kimse yoktu.
Sadece aynadan yansıyan kendi yorgunluğu.
Ve Aren’in hâlâ uyanmayan, ama içten içe çırpınan bedeni.
---
PART- AREN
Karanlık.
Ama sıradan bir karanlık değildi bu.
Bir rüyanın çöküşü gibiydi.
İçine doğru çekiliyordu.
Bildiği her şeyin yerini bilmediği bir yokluk almıştı.
Aren gözlerini açmak istedi ama gözleri yoktu.
Bedenini aradı ama elleri yoktu.
Bir ses…
Yankı gibi…
Boğuk, kırık, kanla yıkanmış bir ses:
“Aren…”
Annesinin sesiydi.
Ama değil gibiydi.
Bir duvarın ardından gelen, çatlamış bir kaydın içinden akan bozuk bir tınıydı bu.
Sesi tanıyordu ama yüz yoktu.
Aren bir adım attı — ya da attığını sandı.
Yer yoktu.
Yön yoktu.
Sadece anılar vardı.
Ve o anıların içinde boğulan başka sesler.
“Beni neden bıraktınız?”
“Camille… hayır… hayır!”
“Kapıyı KAPAT!”
Bunlar onun sesleri değildi.
Ama sanki zihnine kazınmış eski yankılar gibiydi.
Her biri bir başka duvarın içinden geliyordu.
Bir başka çığlıktan, bir başka gece yarısından.
Ve sonra… ışık.
Birden.
Göz kamaştırıcı bir ışık patladı.
Ve o ışığın ortasında Eliah duruyordu.
Üzerinde hâlâ toprağın izleri vardı.
Çamurlu, yırtık kıyafetleri.
Simsiyah gözleriyle Aren’e bakıyordu.
Ama ağzı yoktu.
Yüzü boştu.
Sadece gözleri vardı.
“Açma.”
“Hatırlama.”
“Görme.”
Aren geri çekilmek istedi.
Ama arkasında mezarlar vardı.
Yedi tane.
Ve hepsinin üstünde isimler kazılıydı:
“Raya…”
“June…”
“Tobias…”
“Soraya…”
“David…”
“Atlas…”
Ve en üstte...
“AREN”
Kendi adını görünce soluk soluğa kaldı.
Ama nefes de yoktu burada.
Yalnızca düşünceler vardı.
Ve onları bile çürütmeye çalışan gölgeler.
Eliah o sırada o eski mezarına geri girdi.
Taşlar kendi kendine kapandı.
Ve Aren yalnız kaldı.
Kendi mezarının başında.
Kendi adına yazılmış bir taşın karşısında.
Bir çocuk ağlaması duyuldu.
Zihnine saplanan bir çığlık.
Camille’in çığlığıydı bu.
“Yardım et! O burada, LÜTFEN!”
Aren dönmek istedi ama dönülecek bir yön yoktu.
Yalnızca yukarıdan aşağıya dökülen bir görüntü vardı.
Bir yeraltı odası.
Demir bir kapı.
Yerde sürünen bir beden.
Ve başucunda duran bir adam.
Luca.
Aren tanımıştı onu.
Ama o gözler... başkasının yüzünde saklanıyordu şimdi.
“İzliyordum sizi,” dedi adam.
Ama sesi Luca’ya ait değildi.
Sanki her kurbanın boğazından geçip, sonuna kadar çürümüş bir sesten oluşmuştu.
“Ben her zaman buradaydım. Siz unutsanız da…”
Aren çığlık atmak istedi ama sesi çıkmadı.
Bir adım daha attı ve dünya değişti.
Bembeyaz bir odadaydı şimdi.
Tavan yok. Duvar yok.
Sadece aynalar.
Her aynada bir anı:
Camille’in gülüşü.
Atlas’ın ilk dokunuşu.
Annesinin sesi.
Bir laboratuvar odası.
Kırmızı sıvı.
Kilitli bir sandık.
Aren aynalardan birine yaklaştı.
Ve o an gördü:
Kendisi değilmiş gibi görünen kendisini.
Küçük bir kız çocuğunun önünde duruyordu.
Ağzı “hayır” diyordu.
Ama elinde bir şey vardı:
Kırmızıya bulanmış bir anahtar.
Sonra bir şey oldu.
Tüm aynalar aynı anda patladı.
Her biri, içindeki anıyla birlikte.
Ve sonra bir fısıltı…
Duvarlardan değil.
Kendi içinden gelen, kıpkırmızı bir fısıltı:
“Hatırlarsan… ölürsün.”
---
Birden…
Boğazına kadar dolmuş bir çığlık gibi,
Işıksız bir patlama gibi,
Bir mezarın içinden fırlayan ilk nefes gibi…
Aren’in gözleri açıldı.
Göz kapakları paslı bir kilit gibi aralandı.
Tavan dönüyordu.
Tavan değil — dünya.
Yüzüne vurmuş loş bir ışık vardı, sanki gece henüz uyanmamıştı.
Ve hava…
Pas, kan ve…
Tütün.
Dudaklarının kenarında bir kuruluk.
Göğsünde hâlâ başka bir dünyanın yankısı.
Ama her şeyden önce…
Yanında biri vardı.
Atlas.
Yüzü ellerinin arasına gömülmüş.
Kıpırtısız.
Ama hâlâ burada.
Hâlâ yanında.
Dizlerinin üzerine çökmüş, sanki dünyanın bütün yükünü taşıyan bir günahkâr gibi.
Aren başını biraz çevirdi.
Boynu tutulmuştu.
Zihni hâlâ o beyaz odadaydı.
O aynalar.
Camille.
Luca.
Mezarlar.
Boğazı yanıyordu.
Ama içinden, göğsünden, beyninin en arkasından gelen bir şey vardı.
Bir cümle.
Dilinin ucuna gelmedi.
Oraya kazınmış gibiydi.
Aren fısıltı gibi konuştu.
Nefes alır gibi, haykırır gibi:
"Unutursan… ölürsün."
Atlas başını kaldırdı.
Gözleri kıpkırmızı.
Uyumamış.
Gitmemiş.
Vazgeçmemişti.
Göz göze geldiklerinde, bir anlığına her şey durdu.
Sessizlik, fısıltıları bastırdı.
Aren’in alnından ter damlıyordu.
Ama vücudu titremiyordu artık.
Aksine, içi bir tür garip güçle doluydu.
Sanki trans hâli bir şey bırakmıştı geriye.
Aren doğrulmaya çalıştı, Atlas onu tuttu.
Elleri titriyordu, ama bu defa korkudan değil.
"Aren…" dedi Atlas.
Sesi boğuktu.
Sanki tek bir kelimeye bin tane duygu sığdırmaya çalışıyordu.
Aren’in elleri, Atlas’ın yüzüne uzandı.
Parmak uçları, onun terli alnına dokunduğunda fısıldar gibi söyledi:
"Bizi unutmaya zorladılar Atlas. Ama biz hatırlayacağız… ve buradan çıkacağız."
O an…
O cümle, odadaki duvarlara kazındı sanki.
Tavana, yere, Atlas’ın göğsüne.
Ve Aren’in gözlerine.
Bir şey değişmişti.
Küçük ama sarsıcı bir kıvılcım gibi.
Dışarıdan bir çıtırtı duyuldu.
Tahtaların çatlaması mı?
Yoksa…
Bir kilidin açılışı mı?
Atlas gözlerini Aren'den ayırmadan fısıldadı:
"Sana bir şey oldu... Değiştin."
Aren, kısık bir gülümsemeyle cevapladı:
"Hatırlamak... değiştirir."
---
Mutfak hâlâ sessizdi.
Duvardaki saat, geceyle sabah arasındaki çizgiye çakılmış gibi ilerliyordu.
Kapı aralığından süzülen ışık, içeri girmeye tereddüt eder gibiydi.
Masa, yarım kalmış tabaklar ve bitmemiş sorularla doluydu.
Ama bu sabah... biri yürüyerek geldi.
Aren.
Ayak sesleri koridordan mutfağa kadar yankılandı.
Çıplak ayakları soğuk taş zemine her bastığında, bir şey hatırlanıyor gibiydi.
Omuzları dik.
Gözlerinde yorgun ama keskin bir parıltı.
Atlas onu sessizce takip etti.
Eliah yoktu. June sessizdi.
Tobias kitaplarına gömülmüş, başını zar zor kaldırdı.
Masadaki herkes bir an için başlarını kaldırıp Aren’e baktı.
Sanki hâlâ hayatta olduğunu görmek için.
Ve o yürüdü…
Direkt masanın ucundaki sandalyeye.
Kimse konuşmadı.
Çatal bıçak sesleri bile yoktu.
Sadece kalp atışları.
Ve fısıltıya benzeyen bir şey.
"Kurtulmanın tek yolu..."
Aren’in sesi, ince bir cam gibi odanın ortasında titredi.
"...hatırlamak."
June gözlerini kısıp fısıldadı:
"Hatırlamak mı? Peki ya hatırlarsak... ne olacağını bilmiyoruz."
Aren, onunla göz göze geldi.
Bakışı buz gibi bir kesinlikle doluydu.
Sesi bir çıtırtı gibi ama netti:
"Bizi unutturmak için inşa edilmiş bu yer. Her oda, her çığlık, her mezar... Anılarımızı gömmek için. Ama biz gömülmeyi reddedeceğiz."
Tobias başını eğdi.
Parmakları, masasındaki eski bir kitabın kenarını sımsıkı kavramıştı.
"Aren… Bazı şeyleri hatırlarsak… geri dönemeyebiliriz."
"Zaten dönecek bir yerimiz kalmadı Tobias," dedi Atlas.
Masaya bir sessizlik daha çöktü.
Ama bu defa korkudan değil.
Bu defa karar sessizliğiydi bu.
Aren yumruğunu hafifçe masaya koydu.
Yüzünde ilk kez geceyi aydınlatan bir parıltı vardı.
"Camille öldü."
"Eliah bizi uyandırmak için kendini feda etti."
"Luca... bu evin parçası bile değildi."
June’in yüzü bembeyaz kesildi.
Raya kafasını çevirdi.
Tobias hâlâ sessizdi.
Aren devam etti:
"Unutmak... bizi bu hâle getirdi. Hatırlamak, cehennem gibi bir şey olabilir. Ama cehennemin içinden geçmeden cennet çıkmaz."
Atlas ona baktı.
Bir an için, çocuklukları geldi gözünün önüne.
Kumsalda, dizlerine kadar çamur içinde, babalarının bağırışları ardında kalmış… o iki çocuk.
Ve şimdi?
İkisinden biri mezardan çıkmış gibiydi.
Tobias sonunda başını kaldırdı.
"O zaman... senin odanı açmamız gerek."
Aren yutkundu.
"Evet."
June gözlerini devirdi.
"Geceden sonra mı gerçekten, buna hazır mıyız?"
Aren’in gözleri ona döndü.
"Hazır olmak gerekmiyor. Ya hatırlarız ya da hepimiz unutarak ölürüz."
O anda, evin derinliklerinden yine bir ses geldi.
Uğultu gibi.
Fısıltı gibi.
Bir kapı daha açılıyordu.
Ama bu kez kimse yerinden kalkmadı.
Önce göz göze geldiler.
Sonra karar verildi.
Hatırlanacak. Ne pahasına olursa olsun.
---