3. Anlaşma Part 1

1841 Kelimeler
Umut ve Zümra, her zaman birbirine zıttı. Annem çekip gittiğinde umutla geri dönüşünü beklemek, babamın hastalığının geçmesini umutla beklemek hayatım boyunca beni hep yormuş ve hırpalamıştı ama garip bir şekilde bana zıt geldiğini bile bile hala içimde kocaman bir umut taşıyordum. Bir umutla o evden kaçmayı başarmıştım ama o umut, karşımdaki karadan da kara gözlü canavarın bakışlarında hapsoldu. "Yazık, sevincini kursağında mı bıraktım?" Sesindeki alay tınısı beni öfkelendirmek yerine korkutmaya başlamıştı. Gözlerindeki sinir beni buracıkta öldüreceğini söylerken korkuyla bir adım geriledim. "Biraz daha oynamak ister misin?" Sinirin sardığı ses telleriyle beni tehdit ederken bileğimin ağrısıyla dudaklarımdan küçük bir inleme firar etti. Yüzümü buruşturup derin bir nefes aldım ve gözlerine bakmadan etrafı incelemeye başladım. Sık ağaçların sardığı yerden hiçbir kaçış yolum yoktu. Tekrar canavara bakıp, "Bırak beni gideyim. Lütfen bırak. Benim hayallerim var, yapmak istediklerim, yaşamak istediğim bir hayat var, bırak, bırak beni hiçbir şey olmamış gibi gideyim. Söz... Söz kimseye beni kaçırdığını söylemem." Dedim, yalvararak. Tabi ki söyleyecektim. Şimdi sadece duygu sömürüsü yapıp canavarın beni azat etmesini sağlıyordum. Bakışlarını bir süre gözlerimden ayırmayıp düşündü. Sesli bir nefes verdiğinde küçük adımlarla bana doğru yaklaşmaya başladı. "Tamam." Dedi ve aramızda birkaç adım bırakarak durdu. Gözlerime bakarken içimdeki korku çığlıklarını susturup yine umutla dolgun biçimli dudaklarının arasından çıkacak kelimeye odaklandım. "Madem hayallerin ve amaçların var seni azat ediyorum küçük kız..." Kafasını kaldırıp arkama baktı. "Yola oradan çıkacaksın." Sonra kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. "Birazdan hava kararacak ama, hava kararmadan bu ormandan çıkarsan özgürsün." Sert ve ürkütücü bakışlarını gözlerime iliştirdiğinde sinirle, "Ama çıkamazsan o zaman şansına küs." Dedi ve arkasına bakmadan geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Şaşkınlıkla arkasından ona bakarken beni bu kadar çabuk bırakmasını anlamamıştım. Arkasına bakmadan yürümeye devam ederken bakışlarımı ondan çekip arkama baktım. Sonra ise gökyüzüne baktım. Yolun arkamda olduğunu söylemişti ve akşam olmadan buradan kaçmamı da ama ona güvenmiyordum. Madem yol arkamdaydı neden o karşımda yürüyordu? Beni kandırıp kendisi ormandan çıkacaktı ve bana yanlış yönü vermişti ki akşama kadar burada oyalanayım diye. Düşüncelerime hak verip onun arkasından yürümeye başladım. Şişen bileğim canımı inanılmaz derecede yakmasına rağmen pes etmeden arkasından yürümeye deva ettim. Gizlice arkasından yürürken beni fark etmemesi için aramızda mesafe bırakmış ve oldukça sessiz adım atıyordum. Varlığımı hissederse yolunu değiştirebilme ihtimali vardı ve bunu göze alamazdım. Hava kararmaya başlamış ve önümdeki canavar hala yorulmadan yürümeye devam ediyordu. Bileğimdeki ağrı yürümeme engel olurken ara ara afallayıp düşmek üzereyken zorla ayakta durabilmiştim. Yağmaya başlayan yağmur bedenimi üşütürken, bana büyük gelen şişme monta sıkıca sarılıp yürümeye devam ettim. Sık ağaçların ilerisinde gördüğüm ışıkla heyecanla soluklanıp yolu bulmamın umuduyla tüm gücümle yürümeye devam ettim. Yürürken ara ara yağan yağmurun ıslattığı saçımı arkaya itekleyip sağ bileğime fazla basmadan yavaşça duraksayıp dinleniyor ardından canavarı takip etmeye devam ediyordum. Hava sonunda kararmıştı ve sonunda ormanın sık ağaçlarını gerimizde bırakmıştık. Kurtulmanın heyecanıyla arkama dönüp geride bıraktığım ormana bakıp derin bir nefes verdim. "Kurtuldum." Diye mırıldandım heyecanla. "Önüne bak küçük kız... Bak bakalım kurtulmuş musun?" Arkamdaki sese irkilerek döndüğümde bu sabah kaçtığım ev karşımda bütün ışıkları yanar vaziyette duruyordu. Bakışlarımı evden çekip karşımdaki canavara baktığımda dudaklarının kenarını alayla yukarı kıvrıldı. "Se-Sen!" dedim ve sinirle yüzüne baktım. "Beni kandırdın!" Diye eklediğimde kafasını iki yana sallayıp, "Cık" ladı. "Seni kandırmadım, sen kendini kandırdın. Sana doğru yolu tarif etmiştim." Omuzlarını kaldırıp indirdiğinde bedenimi süzerek bakışlarını gözlerimde durdurdu. "Kaybettin ve şimdi önüme düş!" dedi sinirle. "Tabi ki de önüne düşmeyeceğim." Deyip ormana doğru topallayarak koşmaya başladım. Gücümün yettiği yere kadar koşacaktım, gerekirse geceyi o korkunç ormanda geçirir o yaratığın evine gitmeyecektim. Ormanın içine girdiğimde yağan yağmur yüzünden ıslanan elbiselerim bedenimi üşütmüştü. Sanırım buradan çıkmadan ölecektim. Koşmaktan hızlanan kalp atışlarım göğüs kafesimi delmek isterken, ne olduğunu anlamadan kendimi bir boşlukta bulmamla dudaklarından koca bir çığlık kaçtı. Karanlıkta gözüm hiçbir şey görmüyor ve bir şey yapamıyordum. Düştüğüm yerde acılar içinde kıvranırken yolun sonuna geldiğimi hissettim. Sabaha sağ çıkmam kesinlikle mucize olurdu. Kollarımı titreyen bedenime sıkıca sararken gökten bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun huzurunda biriken gözyaşlarımı serbest bıraktım. Ölüm bu kadar kolay olmamalı. Henüz değil, annemi bulmadan, babamı iyileştirmeden ölmek istemiyordum. Göz kapaklarım yanaklarımı ıslatan sıcak gözyaşlarımla birlikte kapanırken, bana kucak açan ölüme sarıldım ve gücümün tükenmesiyle daha fazla dayanamayıp gözlerimi yumdum. İçimden son dileğim ise, "Sabah sıcak yatağımda uyanmam ve bunların kötü bir kâbus olmasını" dilemem olmuştu. Ne zamandır bu kapanda olduğumu bilmiyordum, gözlerim kapalıydı ama zihnim dışarıdan gelen sesleri algılıyordu. Bedenimi neredeyse hissetmiyordum. Tenimi bıçak gibi kesen soğuk hava yüzünden dişlerim birbirine sürtünüp kontrolsüzce titriyordu. "Zümra!" Adımı duymamla bağırıp yardım istemek istiyordum ama maalesef göz kapaklarım kilitlenmiş gibi aralanmıyor ve uyuşan bedenimden dolayı kolumu bile kaldıramıyordum. "Yardım," dedim fısıltıyla çıkan sesimle. "Demir! Kızı buldum ayı tuzağına düşmüş." Ayak sesleri kesildiğinde tanımakta güçlülük çektiğim sesin sahibi yüzümü avuçlarının arasına alıp telaşla, "Yanıyor." Diye mırıldandı. "Ölmüş mü?" Bu ses celladımın sesiydi her ne kadar derinlerden ve boğuk çıkmış olsa bile onu tanımıştım. "Yaşıyor." Bacaklarımdan ve sırtımdan geçirdiği koluyla bedenimi havaya kaldırmasıyla düşmemek için kollarımı tanımadığım adamın göğsünden kazağını sıkıca tuttum. "Dayan küçük kız, iyileşeceksin." Diye fısıldadı kulağıma. "Mert vicdan yapmayı bırak da kızı bana uzat." Dedi canavar. Kucağında olduğum kişi Mert'miş. Onunla ilk karşılaşmamızda sıradan şirket çalışanları gibiydi. Psikoloji okumama rağmen o gece ikisinin de bu kadar cani olduklarını anlamamıştım. Demir'de soğukluk hissetmiştim ama fazla takılmamıştım. Mert bedenimi Demir'in kollarına bırakırken kollarımı sıkıca boynuna doladım. Titreyen soğuk bedenim kucağında yavaşça ısınırken burnuma dolan odunsu kokusu ölümün en güzel kokusunu çağrıştırıyordu. Celladımın sıcak göğsüne daha fazla sokulup bedenimi tekrar uykuya teslim ettim. İçime derin bir nefes aldığımda ciğerlerim nefesle buluştu ve kuru öksürükler ile gözlerimi yavaşça araladım. Öksürmeye devam ederken sussuzluğun kuruttuğu boğazım acımaya başlamış her öksürdüğümde suzsuzluktan çatlayan toprak gibi bir damla suya muhtaç hissediyordum. Görüş açıma giren Zehra'nın tedirgin ve korkak bakışlarıyla göz göze geldiğimde, "Su." Dedim güçlükle. Zehra hızla, "Su mu istiyorsun?" Diye sorunca kafamla onayladım. "Tamam kızım." Başucumdaki sürahiden bardağa su boşalttığında yavaşça uzandığım yerden doğrulup sırtımı yatak başlığına dayadım ama hareket ettiğimde sağ ayak bileğim ağrımış ve bu yüzden dudaklarımdan küçük bir "Ah." Kaçmıştı. Zehra elindeki bardağı bana uzatırken, "Şükürler olsun Allah'ım." Diye mırıldanıp tebessüm ederek gözlerime baktı. Elindeki bardağı alıp suyu kana kana içmeye başladığımda içimdeki ateşi söndürmeye yetmemiş birkaç bardak daha içmiştim. Üçüncü bardağı da içtiğimde İçimdeki yangın nihayet sönmüştü. Boğazım ve bileğim dışında gayet iyi hissediyordum. Zehra şefkatle, "Kızım iyi misin? Bileğin ağrıyor mu?" Diye sordu. "İyiyim desem inanır mısın?" Sertçe söyleyip gözlerine kızgınklıkla bakarken bütün siniri ondan çıkartmamak için derin bir nefes aldım. "Özür dilerim." Dedim sakin bir tonda. Zehra'nın gözlerinde bir anlık parıldama olurken, "İyiyim desen bile inanmam. Bu yaşadıkların çok korkunç ve zor. Demir bunu neden yapıyor bilmiyorum ama sana yardım etmek için elimden hiçbir şey gelmiyor ve gelmediği için kendime çok öfkeliyim." Zehra yanıma yaklaştığında elini alnıma koyup kısa bir süre bekleyip geri çekildi. "Ateşin düşmüş. Bir yerin ağrıyor mu? Demir seni buraya getirdiğinde ateşler içinde yanıyordun, iki gündür ateşin düşmek nedir bilmiyordu." Dedi endişeyle. Kapının açılmasıyla içeri giren mavi gözlü Mert ile göz göze geldiğimizde odanın kapısını kapatıp yatağa yaklaştı. Zehra bana yemek getireceğini söyleyip odadan çıktığında Mert ile yalnız kaldık. "Nasılsın?" diye sorup yanı başımda durdu. Gülümseyip, "Ah çok iyiyim, sorduğun için sağ ol ya," diye dalga geçtim. Karşımdaki adama anında kaşlarımı çatarken, "Aptal mısın? Oradan bakınca çok mu iyi görünüyorum?! Aklınızı kaybetmişsiniz! Bu yaptığınız çok büyük bir suç! İnsan alıkoymaktan ömür boyu hapis yatarsınız!" Sinirimi kustukça tahriş olan boğazım canımı yakıyordu. "Tamam küçük kız sinirlisin." Karşımda ukalaca gülümsediğinde gözlerimi devirip camdan dışarıya baktım. Hava yine kasvetli ve yağmurluydu ama odam değişmişti sanki. Hızla bakışlarımı odada gezdirdim. Diğer odaya göre bu daha büyük ve giyinme odası yoktu Yatağın karşısında siyah kocaman bir dolap, yatağın sağında yere kadar inen camlar ve solunda ise kapısı açık banyo bulunuyordu. Camın kenarına yerleştirilmiş iki tane tek kişilik siyah deri koltuk ile aralarına bırakılan siyah küçük bir masa canavarın siyah aşkını tekrar hatırlatmıştı. "Demir'in odası." Bakışlarımı Mert'in sırıtan yüzüne çevirdiğimde kaşlarımı çattım. "Evin dördüncü katındayız ve sana kötü haberim var, bu sefer balkondan atlamaman için balkonun kapısını kapattık," deyip, ellerini göğsünde birleştirirken, "Yalnız ikinci kata atlamana hayran kaldım." Dedi, hayretle. Gözlerimi ondan ayırıp, "Neden beni tekrar buraya getirdiniz? Neden orada bir başıma ölmeme izin vermediniz?" diye sordum. Yeşil irislerimi, mavi irislerine iliştirdiğimde usulca, "Neden beni öldürecek? Ben hiçbir şey yapmadım ki." Dedim, masumca. Dudaklarından çıkacak cümleleri beklerken konuşmak için dudaklarını aralayıp, tekrar kapattı. "Kafayı yiyeceğim!" Diye çıkıştığımda yüzüme düşen kahverengi saçımı geriye doğru itekledim. Birkaç saniye bana anlamsızca baktıktan sonra, nihayet duudaklarını araladı. "Demir birazdan gelir bunları onunla konuşursan iyi olur." Deyip, yanıma yavaşça yaklaştı. Üstümdeki yorganı kaldırıp bileğime baktığında ayaklarımı hızla karnıma çektim. Bileğimin ağrımasıyla tekrar dudaklarımdan bir inleme kaçmıştı. "Uzak dur benden!" Diye tısladım ama Mert uzak durmak yerine gülümseyip ayaklarımı yavaşça uzattı. "Şimdi öfkenin sırası değil küçük kız. Bırak da bileğine bakayım." Konuşmak için dudaklarımı tam aralayacakken, "İtiraz etsen bile bileğine bakmadan buradan çıkmayacağım." Deyip, doğrularak kapısı açık olan banyoya girdiğinde, açılıp kapanan dolap kapağı sesleri işittim. "İşte buradasınız." Deyip, banyodan çıktı. Elinde küçük ecza çantası ile bana yaklaşarak, çantayı yatağın boş kısmına bırakıp içinden sprey ile sargı bezi çıkarttı. "Bileğinin hızlı iyileşmesi için sürmem gerekiyor." Bana bakıp, "Sürebilir miyim?" Diye sordu. "Mümkünse hızlı sür ve bir an önce odadan çık." Dedim kollarımı göğsünde birleştirirken. Kafasıyla onaylayıp önüne döndüğünde sırıtıp bileğimdeki sargı bezini çıkarttı. "Bileğin gayet iyi şişliği de geçmiş. Akşam da ilaç sürersem ağrısı tamamen geçer." Diye konuştu. Hızla bileğime sprey sıkıp tekrar sardığında ayak ucumdan kalkıp yüzüme doğru gelmeye başladı. Bakışlarını bir an bile gözümden çekmeyince korkuyla Mert'e baktım. "Se-" "Alnındaki bandı da değiştirmem gerekiyor." Diye sözümü kestiğinde elimi anında alnıma götürüp varlığını yeni hissettiğim yara bandına dokundum. "Ayı tuzağına düşmüştün, seni bulduğumda ateşin vardı havale geçirmene az kalmıştı. Neyse ki şanslıymışsın bütün gece en azında yırtıcı hayvanlardan korunmuşsun," dedi, normal bir şey anlatıyormuş gibi konuşarak. "Yırtıcı mı?" diye sordum, uysallıkla. "Evet. Ormanda Ayı ve kurt var," dedi, kendini sohbete kaptırmış gibi. "Asıl yırtıcı sizsiniz!" dedim sertçe. Mert kahkaha atıp yara bandını değiştirdiğinde hâlâ kıkırdıyordu. "Gülme! Ciddiyim!" dedim, sinirle. "Sen de o Demir olacak canavar da ormandaki yırtıcılardan daha zararlı ve yırtıcısınız!" "Sen de pek uslu sayılmazsın ha küçük kız?" Doğrulup yatağa bıraktığı çantayı ile az önce değiştirdiği sargı bezini alıp banyoya girdi. Birkaç saniye sonra banyodan çıkarken, "Açım ben." Dedim. Mert bir anlık şaşırsa bile kısa sürede şaşkınlığın yerini kıkırdama aldı. "Zehra abla birazdan yeme-" Kapının açılmasıyla elinde tepsiyle odaya giren Zehra'ya bakıp, "Hah işte yemeğin geldi." Diyerek odadan çıktı. Çıkmadan önce afiyet olsun diyerek gülümsemeyi de ihmal etmemişti. Ne hoş ama değil mi? İkisi de kafayı yemişlerdi. Zehra elindeki tepsiyi kucağıma bırakıp odadan çıktığında getirdiği ayran çorbasını üfleyip içerek, bütün kaseyi kısa sürede bitirdim. Tamamen doyduğumu hissetmemle tepsiyi başucumdaki komodine bırakıp bakışlarımı yağan yağmura çevirdim. Amcamı, yengemi ile Batuhan'ı merak ediyordum. Yengem'in ne kadar üzgün olduğunu tahmin edebiliyordum ve bunu bilmek canımı yakıyordu. Amcam muhtemelen bana arabayı aldı diye Batuhan ise arabayı hızlı sürmemi istediği için şu an kendilerini suçlu hissediyorlardır. Onlara gidip yaşadığımı ve üzülmemelerini söylemek istiyordum ama kahretsin ki bu canavar canımı almadan rahatlamayacaktı. Kapının açılmasıyla bakışlarımı içeri giren Zehra'ya çektim. "Yemeğini bitirmişsin şimdi ilaç alman gerekiyor." Elindeki ilaçları bana uzatırken tepsinin üstündeki bardağı eline aldı. İtiraz etmeden ilaçları içtiğimde Zehra tepsiyi alıp odadan çıktı. Tekrar odada yalnız kalırken, yeni bir kaçış planı düşünmeye başladım. Bu sefer daha dikkatli olmam gerekiyordu.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE