Bulanık anıların tarumar ettiği zihnimde çıkış yolunu arıyordum. Uyanmak için dirensem de yine karanlığa düşüyordum. Karanlık beni okyanus gibi içine alıp derinlerine çekiyordu. Yüzeye ulaşmak için ne kadar kulaç atıp çırpınsam da her denememde başarısız oluyordum.
Pes ettim.
Karanlığa teslim oldum.
Beni içine aldı.
Kendiyle, karanlığı ile kapladı artık yoktum.
Işığı gördüğümde ise aydınlığa yüzdüm. Işığa ulaşıp karanlıktan ne olursa olsun kurtulmak için yüzdüm. Göz kapaklarım aralandığında ışığı davetsiz bir misafir gibi karşılayarak geri kapanmışlardı. O uzun eziyetli kabuslardan sonra uyanmak kurumuş boğazından aşağıya su akıtmak kadar ferahlatıcı gelmişti.
Hâlâ on yedi yaşındaydım.
Clara hâlâ tanıdığım en yakın arkadaşımdı.
O garip olayların birini dahi yaşamamıştım.
Ağırlığımı rahat bir nefes alarak yatağa verdim. Zihnen dinlenmiş gibi hissetsem de bedenim iflas etmişti. Bedenimdeki her bir kas isyan bayrağını çekmişti. Yana düşmüş yüzümü kaldırıp gözlerimi aralayarak tavana diktim. Aydınlığa ikinci defasında alışmışlardı.
Kilise pencerelerin de yada duvarlarında olan melek siluetleri tavana kabartmalar halinde yerleştirilmişlerdi. Üzüm bağlarının tokuşturulup mor renkli üzüm şaraplarının içildiği ve mahrem yerlerinin asma yaprakları ile kapatılan insanları gördüğümde elimle gözlerimi kapadım.
"Lanet olsun." diye fısıldadım evimde değildim. Kimin evinde olduğumu dahi bilmiyordum. Benim odamdaki tavan soluk beyazdı. Babam asla böyle tablo benzeri bir resmi tavana yaptırmazdı. Sanattan nefret ederdi bilime daha ilgiliydi.
Artık üç şeyden kesinlikle emin olmuştum. Birincisi gerçekten on sekiz yaşıma girmiştim. İkincisi o olayların her biri yaşanmıştı. Sonuncusu ise güvende değildim, tehlikedeydim. Hayati bir tehlike de. Elimle sırtımı yokladım, organ mafyası olabilirlerdi. Ama soğuk tenim dışında orada bir şey yoktu. Ne dikiş izi ne de bir eksik.
Aldığım nefesler göğüs kafesimi şişirirken içimden bıçak darbeleri yercesine bir acı saplandı. İnledim. Acıdan dolayı nerdeyse ağlayacaktım. Yatak başlığına koyduğum elimin yardımıyla doğruldum. Bir tekme darbesi kadar sertti çektiğim acı. Üstelik açtım. Kaç saattir yemek yememiştim acaba?
Ayaklarımı yere sarkıttım. Ayak parmak uçlarım yere dahi değmedi. Yatak yüksekti. Kucağımdaki ipekten örtüyü yatağa doğru iteledim. Beynim derin bulanık anıların oluşturduğu bir sis tabakasının üzerine çöktüğü için düşünmekte zorlanıyordu. Düşünmeyi bırak daha bulunduğum odanın içini yeni yeni keşfediyordum.
Köşede maun bir masa üzerinde kristal vazo ve içlerinde kokusunun burnuma kadar ulaştığı beyaz güller vardı. Odanın içini bu hoş koku kuşatmıştı.
Çekili perdelerin arasından sızan gün ışığı yüzüme çarptı. Perdeler tavandan yere kadar uzanıyordu. Odanın geneli eski tarzda döşenmişti. Orijinal mi bilmezdim ama her duvarda yağlı boya ile çizilmiş tablolar vardı.
Zemin koyu renkli tahta döşeme ile kaplanmıştı. Duvarlar şu tavanda gördüğüm resmin karışık ama birbiriyle uyumlu renklerine boyanmıştı. Yatakta ayaklarım zemine varana kadar kaydım. Ayağa kalkmak istedim ancak ayak bileklerim ağırlığımı taşıyacak kadar kuvvetli değildi.
Duvardan destek alıp ayaklandım. Bedenimin neyi vardı böyle? Çok yorgun ve bitkindim. Sırtımı duvara verip göğüs kafesimi acıtsa bile derin bir soluk aldım. Elim kalbime gitti o dahi acıyordu. Adım atmak için hareket ettiğimde yere kapaklandım.
Dizlerim birbirine çarparak yeri buldu. Acıyla inledim yeniden. Bu odadan çıkmam gerekiyordu. Clara'yı bulmalıydım. Bana vereceği bir çok cevap vardı.
Başımı yatağa yasladım.
En son bu kadar kötü hissettiğimde dışarıda kar yağıyordu. Kar topu oynuyorduk, annemle. Beni kalın giydirmesine rağmen hasta olmayı başarmıştım Çocuktum o zaman bağışıklığım güçsüzdü ancak şu anda o halimi de aratmıyordu. Öksürdüm.
Ateşim yoktu kontrol ettim.
Dengemi sağlayarak ayağa kalktığımda ayaklarım beni oturmak için zorladı ancak bu odadan bir an önce çıkmalıydım. Ağır ve yavaş olsam da kapıya ulaşmayı başardım. Kulpu çevirirken sessiz olmaya özellikle dikkat ettim. Nerede olduğumu bilmezken, bilinmezliğe doğru da giderken başıma daha fazla bela açmak istemezdim.
Odayı arkamda bıraktım kapıyı dahi kapamadım. Acıyan bedenimi taş duvarlara devirdim. Önümde uzanan koridorun derinlerine ilerliyordum. Karanlıktı tek ışık kaynağı ise yanan meşalelerdi. Sanki attığım her adım beni bir yüz yıl geriye götürüyordu. Yirmi birinci yüz yılda elektriğin ulaşamadığı yerlerde vardı.
Pencere ya da kapı yoktu. Gözlerimi açtığım odayı arkamda bırakalı dakikalar olmuştu. Ateş dışında başka bir ışık kaynağı aradı gözlerim.
Taş duvarların arasında bir açıklık gördüm ışık sızıyordu karanlığa. Adımlarım hızlandı. Işığa giderken müziğin sesi kulağıma ilişti. Klasik müzikti Beethoven'dan Violin Concrete'su çalıyordu. Bu besteyi piyanodan çalardım en sevdiğim sayılmazdı ama yine de güzel bir parçaydı.
Taş duvarların sonuna geldiğimde karanlığa ışık sızdıran aralığın taşlarla örülmüş kemerli bir kapı olduğunu gördüm. Burnuma pişen etin kokusu geldiğinde karnım guruldadı. Açtım. İçerden anladığım kadarıyla bir adama ait mırıltı sesleri geliyordu. Clara neredeydi?
Ellerimi duvara yaslayıp kapının söve sayılabilecek taş kemerinden tutunarak kendimi kapının ardını görebileceğim konuma getirdim.
Tavada cızırdayan etin sesini duydum. Odanın içi yoğun tereyağı ve değişik baharatların kokusunun hakim olduğu bir bulut tabakası kaplamıştı. Omzumu duvara verirken öksürdüm. Dizlerim titriyordu. Olduğum yere az kalsın yığılacaktım. Etin kokusu bile beni kendime getiremiyordu.
"Clara!" diye seslendim içeriye "Clara neredesin?"
Daha fazla direnecek gücüm kalmamıştı. Sırtımı yasladığım taştan kemerin dibine çöktüm.
"Mia?" diyerek bir adam geldi yanıma. Çalan klasik müziğin sesi kesilmişti.
Adam eğilip kolumdan tutmak için hamle yaptığında yerde geriye doğru sürüklenip, "Dokunma!" diye bağırmıştım adama "LANET OLSUN! Kimsin sen!? Clara nerede? Ben neredeyim?"
Gözyaşlarım yanaklarıma aktı. Katlanılmaz acım arttı. Kalbim daralıyordu. Elim boynuma gitti. Kolye hâlâ ordaydı zincirinden tutup çektim. Zincir koptu taş elimde kaldı. Sakin ol çocuğum. Adamın yüzüne bakıyordum sesini duyduğumda dudakları oynamamıştı. İç sesini bana duyurmaktan çekinmedi o da biliyordu her şeyi. Yere benden bir metre öteye diz çöktü. Elleri havadaydı.
"Sakın dokunma." dedim kaşlarımı çatarak. Korkmadığımı göstermeye çalışıyordum.
"Merak etme sana dokunmayacağım adım Aaron, Aaron Blayke." diye kendini tanıttı . Adamın açık kahve saçları, yakışıklı kemikli hatlara sahip bir suratı ve komik duran keçi sakalı vardı. "Bir doktorum. Seni ben tedavi ettim. Seni iyileştirdim, sana zarar vermeyeceğim. Bana güvenebilirsin Mia."
Gülümsemesi güvenilir sayılırdı.
Bağırdım. "Clara nerede?" Aha, kesin organ mafyasıydı. Arkadaşım ne haldeydi kim bilir? Tek mantıklı sebep buydu. Yani kesin bu olmalıydı.
"O gelecek, kalenin batı kısmında olmalı. Gelecek, ama bırak önce sana bir bakayım. İyi görünmüyorsun."
Yutkundum. Buraya gelene kadar epey bir güç harcamıştım. Bedenim alev topu kadar sıcaktı. Ateşim olabilirdi. Adam gömlek cebinden sarkan mendili alarak bana uzattı. Tereddüt ederek aldım. Alnımdan akan sıcak teri sildim.
Düşüncelerimi, yani iç sesimi duyuyor musun? diye sordu.
"Evet." dedim düz bir sesle "Ama benimle bu yolla iletişim kurma. Garip hissettiriyor."
"Özür dilerim." dedi mahcup bir sesle. Elimdeki taşa düşünceli bakışlar ile gözleri ilişti sonra bana baktı. "Şimdi nasıl hissediyorsun?"
Adamı tersledim. "Harika, mükemmel, iyi. Sizce nasıl hissediyor olabilirim!?" Bağırışım önceki bağırışlarım gibi taş duvarlarda koridorun içinde yankılandı. "Neredeyim ben?"
"Transilvanya-Bran." diye cevap verdi bana. "Blayke Kalesindesin burası benim evim." Gülümsedi. "Ve size yemin ederim ki Valentina burası çok güvenli bir yerdir. Tehlikede değilsiniz."
"Transylvanya? Romanya mı?" Bunlar yurt dışına açılmış görünüyordu. Değerli organlarımı kimseye vermeye niyetli değildim.
"Coğrafya konusunda epey bilgilisin." dedi alayla. Adamın yüzüne çatık kaşlarım ve irileşmiş gözlerimle bakakaldım.
"Kaçırıldım." dedim tek kelimeyle.
"Hayır, hayır... Teknik olarak buraya evime isteğiniz dışında getirildin ama bu elbette kaçırılma sayılmaz."
Tabii tabii konuktum. Hepsini polise verecek sürüm sürüm süründürecektim. Babamın parası ve pahalı avukatları ilk kez işe yarayacaktı. "Clara?" dedim bir kez daha. "Clara'yı görmek istiyorum."
"Tamam onu çağıracağım ama ilk önce sizi buradan kaldıralım. Daha rahat bir yere oturun."
Kolumdan tutarak çekti. "Kendim kalkarım." diyerek yardımını reddettim elini çekti. Kalkmak istediğimde yapamadım. Gücüm yoktu. Konuşurken dahi zorlanıyordum.
Adam, "Evergarden." dedi tekrar gülümseyerek. "Onların inatçılığını almışsın."
Dediğinden bir şey anlamamıştım yada umursamamıştım. Bir kez daha yardım için kolumdan tuttuğunda adama karşı gelmedim. Yardım etmesine izin verdim. İçeri girdik.
Odanın içi fazlasıyla aydınlıktı. Güneş sanki burada parlıyordu. Geniş pencerelerin göze sunduğu manzara inanılmaz derecede güzeldi. Zirveleri kar tutmuş dağlar. Gür orman, dağdan gelip ormanın içine akan nehir. Hiçbirini şehirde göremezdim. Manzaraya hayranlıkla dalmışken adam beni çoktan koyu kırmızı renkli kanepelerden birine oturtmuş sonra hemen geri çekilmişti.
Dik oturmaya çalışsam da sırtım acıyordu bu yüzden sırtımı kanepeye yaslamak durumunda kaldım.
İlaç alması gerekiyor diye düşündü.
Adamın düşüncesini duyduğumda, "Acıyı geçirecek mi?" diye sordum.
Başıyla sessizce onayladı. Titrek bir sesle, "Lütfen." dedim "Acımı geçirin." Adam bir şey demeden büyük odanın diğer ucuna giderek vazoda duran çiçeğin yapraklarını kopardı ve sürahiden bardağa doldurduğu suyun içine attı ve birkaç saniye içinde yapraklar eriyerek yok oldu. Yanıma geri geldiğinde bardağı bana uzattı. "Bu nedir?"
"Casia." dedi kalın bir aksanla. Bardağı elinden aldım. "Çiçeğe verilen isim. Ağrıları büyük bir oranda keser-" Bardağı sözüne bitirmesine izin vermeden diktim. Suyun son damlasına kadar içmiştim. Korkunç acı veren ağrılarımı kesecekse her şeyi içerdim.
"Teşekkür ederim." dedim. Ama adama pek minnet duyduğum söylenemezdi.
"Clara. Onu görmek istiyorum." diye isteğimi belirttiğimde Aaron isimli o adam, "Ona sakın kızma." dedi ilk kez benimle sert bir üslupla konuşmuştu. Bunun dışında tanıştığımız son bir kaç dakikayı göz önünde bulundurursak adamın sesi hayatım boyunca duyduğum en naif ve nazik sesti. "O seni korumaya çalışıyordu. Bunun için kendi hayatını bile tehlikeye attı. Sırf senin için. Bu yüzden onu suçlamadan önce iki defa düşün. Lütfen." Bardağı kanepenin önünde duran sehpaya bırakarak biraz eğildi. Ne yaptığımı anlamam bir saniye sürdü. Avuç içimi elleri arasına almış kapanık parmaklarımı açmış ve bana taşı göstermişti. "Bu, Mia Valentina, bu senin kaderin. Bu taş senin. Sen onu o ise seni seçti. Bu senin ailenin unutulmuş mirası. Asırlardan sonra geçmişe gömülmüş ama sonunda aydınlığa kavuşmuş sana geçen hak." İçtenlikle gülümsedi ilk taşa sonra bana baktı. "Taş sonunda taşıyıcını buldu."
Ayağa kalktı ve dışarı yöneldi.
Odadan çıkıp gitti. Gitmeden önce "Clara'yı getireceğim." demişti.
Taştan bahsederken gözleri parıldamıştı. Yaptığı açıklamalar aklımdaki soru işaretlerini yok etmemişti tam tersine arttırmıştı. Bu taşın ve onca olanın ailemle ne ilgisi vardı? Saniyeler dakikaları kovaladı. Ağrılarım mucizevi bir şekilde geçti. Ağırlık yok oldu kendimi tüy kadar hafif iyi bir uyku çekip uyandığım her sabahta ki halimden bile daha enerjik hissetmiştim. Ama stres içimi kemirip bitiyordu ve açlık. Tırnağımı dişimle kemiriyordum.
Ayağa kalkmak için yeterli kudretimin olduğuna emin olduktan sonra ayaklandım. Doğa ananın sunduğu manzaraya dalarak camın dibine kadar geldim. Kollarımı huzur veren manzaraya rağmen sıkıntılı bir iç çekişle göğüslerimin altında birleştirdim.
Ağlamak istemiyordum ama göz yaşlarım benden izinsiz dışarı nüfus ediyordu. Yanaklarım ıslandı. Çenemden aşağı akan yaşlar keten elbisenin yakalarını ıslattı. O mavi elbise üzerimde yoktu onlar değiştirmiş olmalıydı. Bir erkeğin çıplak bedenimi görmesi sorun edeceğim son şey olurdu. Sanırım. Başımı gökyüzüne diktim. Sonra tavana baktım. Tanrıçaya benzeyen som altın sarısı saçlara sahip gözleri safirleri andıran teni ay ışığı gibi beyaz bir kadın gördüm. Annemdi bu. Buraya kusursuzca resmedilmişti.
"Mia."
İsmimi tanıdık sesten işittiğimde irkilip arkamı sesin geldiği tarafa döndüm. Clara tam karşımdaydı.
Hüzünle tebessüm etti.
"Merhaba." Sesi titredi. Elindeki başka bir renkteki taş kendi rengiyle ışıklarını saçtı. Ve o ışık Clara'nın etrafını sardı. Karşımdaki başkasıydı. Bu genç bir kadındı.
Siyah gözlerin yerini siyah irisleri büyük mavi gözler, kömür karası saçları omuzlarına tel tel dökülen koyu kahve saç telleri ve buğday teni kar beyazı bir ten aldı. Bu yabancıydı. Clara değildi. Buz kestim. Olduğum yerde dona kalmıştım. Mavi gözlerin her birinden birer yaş süzüldü pembeleşmiş yanaklarının üzerinse. Melek gibiydi. Eşsiz bir güzelliğe sahipti.
"Clara?" dedim dilim tutulmadan hemen önce.
Dilim konuşmayı reddetti. Böyle bir anda ne diyebilirdi ki?Ama Clara konuştu. Kendini takdim ederek bir adım öne geldi. Yutkundu. Derin bir soluk aldı. Konuştu duymaya alışık olmadığım mükemmel bir aksan ve ses ile. "Gerçek adım Beatrice Everganden. Ve sen Anna Maria Mia Valentina benim sevgili biricik torunumsun. Valentina ve Everganden ailelerinin ilk doğanısın. Ben annen Roselyn’nin annesi senin ise büyükannenim."
Tamam, en büyüdüğünde siktir!
İyi yanından bakılırsa organ mafyası değillerdi. Ve benden en fazla beş yaş büyükannem olmuştu.
⚜⚜⚜
Damarlarımda akan kanın suçu muydu yoksa?
Her ikisiydi belki de...
Kaderin hayatımın üzerinden oynadığı kumarı kaybetmek gibi bir şansım yoktu. Şansım bile var mı bundan şüpheliydim. Emin olduğum tek konu bilinmezlikti. Bilinmezlik diğerleri gibi kalemin surlarını kuşatan bir düşmandı. Kazdığım geniş ve derin hendekleri aşmaya çalışan bir tehditti.
"Gerçek adım Beatrice Everganden. Sen de Anna Maria Mia Valentina benim sevgili biricik torunumsun. Valentina ve Everganden ailelerinin ilk doğanısın. Ben senin annen Rosa'n annesi senin ise büyükannenim."
Yalan söylüyorsun!
Sana inanmak istemiyorum! diye bağırmak istedim.
Söylediklerine onun yüzünden yaşadıklarımdan sonra nasıl inanabilirdim ki?
Ama inanmamak için de kendime itiraz edemiyordum.
Hayır Mia. O yalancının teki ona inanma. Sana yalan söyledi. Dedi içimdeki ses.
Sonra biri daha konuştu.
Mia.O seni her şeyden çok seviyor. Seni korumak için her şeyi yaptı, yapmaya da devam ediyor. Ona sakın kızma Mia. Beatrice'e anlatması için bir şans ver. En azından bunu hak ediyor, değil mi? Aaron'dı bu. Düşünceleri ile konuşuyordu benimle. Seni bulmak seni korumak ve karşına çıkmak için edindiği cesareti toplamak için yıllarını harcadı. Bırak da yıllardır senin için sürdürdüğü uğraşlarının, emeklerinin karşılığını alsın. Ona bu hakkı ver Mia.
Dudaklarım mühürlenmişti. Sessizlik üzerimdeki hükmünü sürdürüyordu. Yıllardır tanıdığım aslında tanımadığım yabancı kadın karşımda dikiliyordu. Bildiğim sandığım ama bilmediğim dünyada insana benzeyen insanlardan daha farklı ve mistik varlıklar yaşamını sürdürüyordu. Mistik varlıklara büyük köpeklerde dahildi.
Aaron'ın söyledikleri beynime sivri uçlu bir kazık ile kazındı. Söylediklerinin haklı ve haksız tarafları vardı. Haklı tarafları daha ağır basıyordu. Haksız olan tek tarafı bu kadar aksiyona gerek olmamasıydı karşıma çıkıp gerçekleri anlatması yeterli olurdu. Anlatsaydı da buna inanma olasılığım çok düşük bir ihtimal olması da başka bir gerçeklikti.
Kaç kişinin en yakın arkadaşı, büyükannesi çıkardı?
Yada kimin büyükannesi Clara diye sahte bir isimle başka bir bedende yıllarca sizinle samimi bağlar ile yakın arkadaşlık yapardı ki?
Aaron dikildiği kapı ağzından içeri geldi. Sessizliğimize o da ortaktı. Ne zamandan beri orda bizi izlediğini bilmiyordum kadının konuşmasından sonra dakikalar geçmiş olmalıydı. Sessizliğimizi gözlerimizin içlerine bakarak koruduk.
Söz hakkı bendeydi.
Benim konuşmam gerekiyordu. Ama ne diyebilirdim ki? Diyeceklerimi aklımda tarttım. Klasik bir merhaba ile başlamalıydım, öfkeli bir tarzda mı konuşmalıydım yada hesap mı sormalı mıydım? Kararsızlığım yine tutmuştu. Derin bir iç çektim. Uzun bir zamandan sonra verdiğim ilk tepki oldu.
Başımı kaldırıp tavana baktım, annemin resmide bana bakıyordu. "Neden?" diye sordum soru sormak mantıklı görünüyordu. Sorular sormak mantıklı görünüyor desem daha doğru olurdu.
"Neden yıllarca saklandın benden? Neden bana hiç bir şey anlatmadın? Neden şimdi böyle bodoslama girdin hayatıma?” Yumruklarımı sıktım. “Benden en fazla beş yaş büyüksündür nasıl büyükannem olabilirsin ki? Bunlar mantığıma uymuyor."
Konuşmak çoğu insanı rahatlatırdı. Benim ise daha çok gerilmeme neden oldu. Cevaplarını duymayı beklediğim o kadar soru varken şimdi bu cevapları duyacağım için korkuyordum. "Mia." dedi kadın çaresizce. Yüzüne baktım yeniden. Beklemediğim bir anda bana sarıldığında dişlerimi kırmak uğruna olsa da sırf ağlamamak için sıktım. Kollarını boynuma daha sıkı doladı. Başını omzuma yaslarken iniltiyle ağlayışını duydum. Gözyaşları üzerimdeki keten elbisenin kumaşını delip geçti derime kadar gelip nüfus etti.
Onun için çok zor. dedi Aaron düşünceleriyle. Kendi kızını, yani anneni kaybettiğinden beri yastaydı. Ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Ama Beatrice'in herhangi bir suçu yok.
Annemin ölümüne dair bir şey de bilmiyordum ki. Babam annem öldükten sonra benimle annem hakkında ısrarlarıma rağmen hiç konuşmadı. Normal baba kız ilişkimizde yoktu. Hayatım hedefi her konuda birinci olmak ve başarı kazanmak olan bir oyun gibiydi. Babamın yönettiği benimse yönetildiğim bir oyun.
Sende sarıl dedi Aaron tebessüm ederek.
Fiziksel yakınlığa yada sevgiye alışık değildim. Sevgi ilgi yada şefkat gibi duygulardan yoksun bir çocukluk geçirerek büyümüştüm. Bu tür duygulara asla muhtaçta hissetmemiştim. Çünkü bana bu duyguları tattıracak ebeveynlerim olmamıştı. İnsan daha önce tatmadığı bir hisse muhtaçlık hissetmezdi. Avuçlarım ipeksi saç telleri ile dolup taştı. Kollarım ince belini sardı. Her şeye rağmen hâlâ bu duygulara karşın tecrübem olmasa da haberim vardı.
Ellerimin titremesini parmaklarımı yumruk yaparak gizlemeye çalıştım. Kokusunu çektim içime. Hâlâ Clara gibi kokuyordu. Değişmeyen şey çilek yada bir demet kır çiçeği gibi kokan kokusuydu. Daha sıkı sarıldım. Buna zorunda hissettiğim için değil ilk kez muhtaç gibi hissettiğim ve ihtiyaç duyduğum için sarıldım.
Tanımadığım kadın bana sarıldığı andan itibaren bu duyguların içimdeki derin, benim üzerini örttüğüm, en azından örtmeye çalıştığım uçurumu yeniden hatırlattı. O uçurumun üzerini örtmeye çalışmamalıydım artık karşıya geçmek için köprü örmeliydim. Belki de karşı taraf bu taraftan kat ve kat daha iyiydi. Bunu ancak tecrübe ederek öğrenebilirdim.
"Anlat bana." dedim. "Lütfen artık bu işkenceye son ver, zihnimde bağırıp çağıran soruları sustur seninle bağım olan geçmişi ver. Kanıtla bana."
⚜⚜⚜
•GÖRÜŞ•
Kız annesinin eteğinin yamacına koştuğunda annesi kollarını kızına sarıp kucakladı. Kız neşeyle attığı kahkahalarını dört bir yana yayarken annesi de içtenlikle tebessüm etti. Nerede olduğumu bilmiyordum. Ama bu anne ve kızı gördüğümde nerede olduğumu bilmediğimi umursamadım. Huzur ve sevgi nedir, göster deseler bu anne kızı gösterirdim.
Kızın som altın saçları açık gökyüzünde parlayan güneşten daha da çok parlıyordu. Kızın küçük yaşına rağmen saçları benim saçlarımdan bile uzundu. Annesi kucağındaki kızını havaya kaldırıp etrafında kendiyle bir dönmüştü. İkisi de çayırdaki çimlerin üzerine gülerken yığıldıklarında kadın kızını kucağına çekti. Kollarını sarıp kızının alnına öpücük bıraktı.
Uyu benim güzelim.
Anneciğin yanında .
Seni seviyor.
İblislerden, kötü cadılardan, büyücü, canavarlardan ve kötü yaratıklardan seni koruyor.
Uyu benim güzel kızım.
Sakın korkma, endişe duyma.
Annen yanında.
Koruyacak seni tüm kötü ruhlardan.
Sadece gülümse tüm benliğinle.
Işılda karanlıkta.
Sakın korkma endişe duyma.
Sonsuza kadar annen yanında.
Fani yaşamında ve ölümden sonra ebedi hayatında.
Sesi söylediği ninnide o kadar mistik büyüleyici bir tona büründü ki beni içine çekti. Uyuşturdu bedenimi, zihnimi kapıldım o sese bilmeden.
Tanıdık geldi. Kadın bilindikti küçük kız her zaman özlemini duyduğum kişinin ta kendisiydi. Onlara gitmek istedim ancak durdurdu beni. Etrafımı saran mavi ışıkla kendimi başka bir bilinmezlikle buldum.
Bir adam vardı. Sarışın yılana benzer yeşil gözleriyle beni süzüyordu. Yanılmıştım sanrı olan bedenimin içinden geçip giden küçük kıza bakıyordu. Bedenimin varlığı oradaki görünmez bir hayaletten ibaretti sadece.
Kız, "Baba!" diyerek atıldı adamın kollarına. Kadın geldi geçti sanrı bedenimin yanından görünmezdin onların yanında.
Hayalettim, sadece bir izleyici.
Kadın ve adam küçük kızlarının ellerinden tuttular. Yürüdüler eski yüzyıllardan görebileceğiniz şatoya.
Sonra yine mavi ışık sardı etrafımı. Gördüğüm iki gündüzden sonra vakit şimdi geceydi. Ama karanlığı aydınlatıyordu ateş. Şato yanıyordu. Ateş her yeri kaplamıştı. Cehennemden bir kor sanki yeryüzüne düşmüş yeryüzünü ateşe bulamıştı.
Tanımadığım adamlar vardı yanan ateş sadece o adamların karanlık sulietlerini siyah gölgeleri eşliğinde belli ediyordu. Bir ağlayış duydum. Döndüm arkama, sesin geldiği tarafa. Kadın siyah cübbesinden dahi belli olan kan lekeleri içindeydi kucağında kızı vardı koşuyordu. Kaçıyordu desem daha doğru olurdu. Adam yoktu.
Gitmek istedim peşlerinden. Engel oldu bilmediğim bir güç. Gece aniden gündüze döndüğünde kızı gördüm büyümüştü. Saçlarından tanıdım içi gülen gözleri solmuştu. Benim yaşlarımda sayılırdı. Annesine çayırlıkta bir ağacın altında şarkı söylüyordu bülbül gibi şakıyordu. Annesinden duyduğum o ninniyi şimdi kızı söylüyordu.
Uyu benim güzelim.
Anneciğin yanında .
Seni seviyor.
İblislerden, kötü cadılardan, büyücü, canavarlardan ve kötü yaratıklardan seni koruyor.
Uyu benim güzel kızım.
Sakın korkma, endişe duyma.
Annen yanında.
Koruyacak seni tüm kötü ruhlardan.
Sadece gülümse tüm benliğinle.
Işılda karanlıkta.
Sakın korkma endişe duyma.
Sonsuza kadar annen yanında.
Fani yaşamında ve ölümden sonra uyu ebedi hayatında.
Gülümsedi kız karanlığa gülümser gibi. Başını annesinin kucağına koydu. Annesi okşadı som altın saçları ilk gördüğüm gibi değil şimdi acı acı tebessüm ediyordu. "Seni seviyorum anne."
"Bende seni seviyorum kızım." dedi kadın.
"Ben birini daha seviyorum anne."
"Kimi?"
"Bir adamı. Aşık oldum ona."
Kadın gülümsedi. "Aşk, senin yaşında kanılabilecek kolay ve geçici bir hayaldir. Her zaman her yakışıklı yüzde görebileceğin bir sanrıdır."
"Ne hayal nede sanrı anne. Bu gerçek aşk." dedi kız sonra ninniyi yeniden söylemeye başladı. Bu sefer kız kucağındaki küçük bebeğe söylüyordu bu ninniyi. Bambaşka bir odada buldum kendimi. Kız kucağındaki bebekle sallanan bir sandalyede bebeğin beşiğinin yanı başında oturuyordu. Ninniyi mırıldandı.
Uyu benim güzelim.
Anneciğin yanında .
Seni seviyor.
İblislerden, kötü cadılardan, büyücü, canavarlardan ve kötü yaratıklardan seni koruyor.
Uyu benim güzel kızım.
Sakın korkma, endişe duyma.
Annen yanında.
Koruyacak seni tüm kötü ruhlardan.
Sadece gülümse tüm benliğinle.
Işılda karanlıkta.
Sakın korkma endişe duyma.
Sonsuza kadar uyu ebedi yanında.
Fani yaşamında ve ölümden sonra uyu ebedi hayatında.
"Mia." diye mırıldandı harmonik sesiyle "Uyu güzel kızım. Babamla aynı kaderi paylaşacak olsam bile seni koruyacağıma yemin ederim. Kimse zarar veremez sana, ne bir iblis ne bir canavar nede bir Ruling asla."
Yaşamadığım anıların şahidiydim artık. Bu anılar benim yaşamadığım geçmişten birer parçamdı. Annem o küçük sarı saçlı kızdı. Büyükannem Beatice Everganden. Büyük babam ise o sarışın yangında öldürülen adını bilmediğim adam.