Sinan ağır adımlarla amcasının oturduğu odaya doğru ilerledi. Mardin’deki konağın taşlarla çevrili geniş avlusunda yankılanan adımları, suskunluğunu ve içinde biriken öfkeyi yansıtır gibiydi. Aşiretin ağırlığını omuzlarında taşıyan genç adam, amcasının kapısına vardığında derin bir nefes alarak içeri girdi. Oda, eski zamanlardan kalma bir şekilde düzenlenmişti; yer minderleri, köşedeki bakır cezve ve ağır bir tütün kokusu... Amcası Halit Ağa, köşedeki yer minderine oturmuş, elleriyle kehribar tespihini yavaşça çekiyordu. Bakışları yere odaklanmış, yüzündeki sert ifadeyle derin düşüncelere dalmıştı.
Sinan, içeri girer girmez saygıyla eğilerek amcasının elini öpmek için ileri atıldı. Halit Ağa, tespihini bir an durdurup elini uzattı. Sinan, amcasının elini öptü ve oturmak için bir işaret bekledi.
Halit Ağa, "Gel oğlum, otur hele," dedi, sesi otoriter ama bir o kadar da davetkârdı.
Sinan, amcasının dizinin dibine, yere oturdu. Gözleri Halit Ağa’nın sert ve yılların ağırlığını taşıyan yüzüne kilitlendi. O, aşiretin ileri gelenlerinden biriydi, sözü dinlenirdi. Ama bugün, Halit Ağa’nın yüzü her zamankinden daha karanlıktı.
“Büyükler kararını verdi, duydun değil mi?” dedi Halit Ağa, derin bir nefes alarak. Gözleri hala yerdeydi, ama sesindeki öfke dalga dalga odayı dolduruyordu.
Sinan, başını yavaşça sallayarak, “Evet, amca,” dedi. Sesi, saygılı bir tonda, ama içinde büyüyen huzursuzluğu gizleyemiyordu.
Halit Ağa, tespihini bir kenara koyup, ellerini dizlerine vurdu. “Ben o gün de konuştum, Sinan. Ama büyük amcanlar beni dinlemedi. Söyledim, kan, kanla ödenir. Kan berdelle ödenmez. Ağa değil paşa gelse bu kanun değişmez. Kardeşin Simya’yı İbrahim Ağa’ya gelin edip, aşiretin onurunu iki paralık ettiler.”
Halit Ağa’nın sesi yükseldikçe, Sinan’ın içinde biriken öfke de aynı oranda artıyordu. Yumruğunu sıkarak başını önüne eğdi. Aşiretin gururu, ailesinin adı, hepsi yanlış bir kararla lekenmişti. Kan davası, Mardin’in tozlu sokaklarında yankılanan bir adalet biçimiydi ve Sinan, şimdi bu davanın tam da ortasındaydı.
“Ben,” diye devam etti Halit Ağa, sesi bu kez daha sert bir tınıyla yankılandı, “bu karara baştan beri karşıydım. Bu kadar.”
Sinan, amcasının haklılığını onaylarcasına başını salladı. Gözleri yere odaklanmıştı, ama zihninde fırtınalar kopuyordu. Halit Ağa, yeğeninin tepkilerini ölçtü ve bir süre sustu. Tespihini tekrar eline aldı, ama bu kez çekmeden sadece avuçlarında evirip çevirdi.
“Oğlum,” dedi amca, sesini biraz daha yumuşatarak, “şimdi buraya geldin ya, artık bu işi hallederiz. Babanın kanını da aşiretin onurunu da yerde bırakmayız.”
Halit Ağa, elini Sinan’ın sırtına sertçe vurdu. Bu bir nevi güvenceydi, bir nevi güç verme çabası. Sinan, amcasının güvenini hissederek başını kaldırdı ve ona baktı.
“Doğru dersin, amca,” dedi Sinan, bu kez sesi daha güçlüydü. Ama içinde kabaran öfke ve intikam arzusu, gözlerinden okunuyordu.
Halit Ağa, bir süre sustu. Sinan’a baktı, onun kararlı duruşunu inceledi. Sonunda, tespihini tekrar eline alıp, sessizce çekmeye devam etti. Sinan, amcasının yanından kalkmadan önce bir süre daha orada, onun dizinin dibinde oturdu. Oda sessizdi, ama bu sessizlik, ağır bir kararın sessizliğiydi.
Sinan, Halit Ağa’nın sözlerinin ağırlığını omuzlarında hissederek odadan çıktı. İçinde kaynayan öfkeye rağmen, adımları her zamanki gibi saygılı ve sakindi. Aşirette yetişmiş olmanın getirdiği disiplinle, Halit Ağa’nın otoritesine boyun eğmek zorunda olduğunu biliyordu. Odanın dışına çıkıp koridorda yürürken derin bir nefes aldı, ama bu nefes bile kafasındaki karışıklığı yatıştıramadı.
Kaldığı odaya vardığında kapıyı arkasından kapatıp kendini yatağa bıraktı. Gözlerini tavana dikti, bir anlığına geçmişin hayaletleri zihninde dolaşmaya başladı. Başı ellerinin arasında, derin düşüncelere daldı.
Sinan her zaman Halit Ağa’nın oğlu gibi büyütülmüştü. Onun otoriter ama şefkatli elinde, aşiretin tüm değerlerini öğrenmiş, hayatını bu kurallar çerçevesinde şekillendirmişti. Ama gerçekte, Halit Ağa’nın oğlu değildi. Kendi babası, Mehmet, aşiretin onuruna ihanet ederek başka bir aşiretten bir kadınla evlenmiş, bu yüzden dışlanmış bir adamdı. Sinan ve Simya, o kadından doğan ikizlerdi. Fakat Halit Ağa, bu soysuz kadının Sinan’ı büyütmesine razı gelmemişti.
Daha bebekken Halit Ağa, Sinan’ı kendi yanına almış ve aşiretin kurallarıyla yetiştirmişti. Babası Mehmet, bu duruma başta karşı çıksa da, aşiretin baskısı ve tehditleri karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştı. Sinan ise bu durumun farkında olmadan büyümüş, gerçek babasına hep yabancı kalmıştı. Halit Ağa ona gerçek bir baba gibi olmuş, hatta onun okumasını desteklemek için Diyarbakır’a bile göndermişti.
“Her şeyimi ona borçluyum,” diye mırıldandı Sinan, tavanı izlerken. Amcasına olan minnettarlığı, içindeki her kararı şekillendiriyordu. Aşiret hayatı, bireyin değil topluluğun değerlerini yücelten bir hayat tarzıydı. Bu yüzden Sinan, Halit Ağa’nın ona verdiği emekleri de düşününce, onun isteklerine karşı çıkmayı aklının ucundan bile geçiremiyordu.
Bir süre önce babasının vurulduğunu haber aldığında, Sinan bu durumu çok önemsememişti. Aşiretler böyle meseleleri genelde kendi arasında çözerdi; Sinan, aşiret düzeninin bu tür olayları bir şekilde halledeceğini düşünmüştü. Ama işler beklediği gibi gitmemiş, aşiretin büyükleri bu meseleyi berdelle çözmeye karar vermişti. Bu, Halit Ağa için kabul edilemez bir durumdu ve Sinan’ı , Diyarbakır’dan, okuduğu okuldan, çağırmasının sebebi de buydu.
Yine de, gerçek ailesiyle ilgili hissettikleri karmaşıktı. Babası Mehmet, onun gözünde bir yabancıdan farksızdı. Bu yüzden onun ölümüne çok da üzülmüş değildi. Ama amcası, onun için canından kıymetliydi. Ve şimdi, aşiretin onurunu kurtarmak için kendisine düşen bir görev vardı. Halit Ağa, Simya’nın berdelle İbrahim Ağa’ya verilmesini asla kabullenmemişti. Bunun kanla çözülmesi gerektiğine inanıyordu. Ve Sinan, amcasının bu isteğini yerine getirmek için çağrılmıştı.
“Muhtemelen yaşım küçük olduğu için az hapis yatarım,” diye düşündü Sinan, sıkıntıyla iç çekerek. Halit Ağa’nın onu bu yüzden seçtiğinden emindi. Amcası, aşiretin onurunu kurtarmak için gereken her şeyi yapacak biriydi ve Sinan da bu düzenin bir parçasıydı.
Sinan bir süre yatağında sessizce oturdu. Dışarıdaki cırcır böceklerinin sesleri odaya dolarken, içindeki karışıklığı bir nebze olsun yatıştırmaya çalıştı. Ama amcasının kararlı sesi hala kulaklarında yankılanıyordu: *Kan, kanla ödenir. Bu kadar.*
Bu sözler, Sinan’ın zihninde dönüp duruyordu. Bir yandan amcasına olan minnettarlığı, bir yandan aşiretin onuru, bir yandan da kardeşi Simya’nın durumunu düşünüyordu. Ama Halit Ağa’nın dediğini yapmak dışında bir seçeneği yoktu.
Yataktan kalktı, pencereye doğru yürüdü. Gecenin serinliği yüzüne vururken, dışarıdaki karanlığa baktı. Mardin’in yıldızlarla dolu gökyüzü, bu kadar karmaşanın ortasında bile bir şekilde huzur verici görünüyordu. Ama Sinan’ın içinde biriken öfke, huzur bulmasına izin vermiyordu.
“En kısa zamanda,” diye mırıldandı, kendi kendine. “En kısa zamanda o şerefsizi görüp hesap soracağım.”
Bu karar, zihnindeki tüm karmaşayı bir nebze olsun dindirdi. Amcasına olan borcunu ödeyecekti. Aşiretin onurunu kurtaracaktı. Simya’nın yaşadığı bu durumu kabullenmeyecek, gerekeni yapacaktı.
Sinan, tekrar yatağına uzandı. Ama bu kez gözlerini kapatırken, içinde amcasına ve aşirete olan sadakat, onu bir nebze de olsa rahatlatıyordu. Yarın, her şey değişecekti.