1

2794 Words
-1- Öfkem ses olup dudaklarımdan firar eden bir haykırışa dönüşürken yumruk yaptığım elimi duvara vurdum. Ben bu kararla bir şekilde baş edebilirdim ama İlayda hayatı boyunca suçluluk duyacaktı. Pişman değildim ve yine olsa aynısını yapardım ama affedilebileceğimi sanmıştım. "O hak etmişti. Hak etti." Beni kimse dinlemiyordu, artık onlar için ayrılmışlardan biriydim ve ne dediğimin zerre önemi yoktu. Hiçbir hakkım kalmamıştı. Birkaç saat içinde ilk çıkacak araçla gönderilecektim. Saniyeler önce kapanmış demir kapıya avuç içimi sertçe vurdum. "Ailemi görmem gerek, gitmeden birini olsun görmeliyim. Lütfen." Bir daha sınıra girmeme izin verilmeyecekti. En azından veda etmeliydim. Babam kan içindeki ellerimle korkumu bastırmak için bana sarılırken annemin kenarda ağlayışı, polis beni çekiştirerek götürürken kolumu sıkıca tutup gözyaşları içinde "korkma" deyişi, İlayda'nın kocaman gözlerle hareketsizce polisin beni çıkardığı kapının önünde duruşu onları son görüşüm olmamalıydı. Beni ellerim birinin kanına bulanmış şekilde hatırlamalarını istemiyordum. Her şey o kadar benim kontrolüm dışında gelişiyordu ki katil olmanın şokunu dâhi yaşayamıyordum. Hislerini bu kadar yoğun yaşadığı bir anı insan nasıl olurdu da dışarıdan izliyor gibi kendi dünyasıyla çelişirdi? Tekrar tekrar defalarca kez vurdum avucumun içini kapıya. Artık ellerim acıyordu ama önemi yoktu. "Yalvarırım birini olsun görmeme izin verin." Çok üşüyordum. Sanki kapana kısılmış, insanlara derdini anlatmaya çalışan bir hayvandım. Sonunda bir ses "kes şunu, kafamızı şişirdin. Biz mahkûmlar dışında kimse seni dinlemiyor. Karar çıktığında onlar için bir çöpten fazlası olmazsın" dedi. İsyan eden, yalvaran veya ağlayan kimseyi duyamıyordum ve bu sert ve soğuk sesin sahibi de durumu sıradan bir şey olarak değerlendiriyordu. Ya bir kâbusun içindeydim ya da burada bulunan en kısa süreli misafir olduğumdan çaresizliğin kabulleniş aşamasına yalnızca ben geçememiştim. Dün buraya geldiğimden beri kendi kendime kurtulacağımı telkin edip duruyordum. Omuzlarım düştü. Sırtımı kapıya yaslayıp olduğum yere çöktüm. "Görmeliler." Fısıltım anca kendi kulağıma ulaştı. Ben onları göremesem de iyi olduğumu görmeleri gerekiyordu. Ama birkaç saat içinde ellerim arkamda kelepçeli, gözlerim bağlı halde yaka paça infaz aracına götürülürken artık bunun mümkün olmadığını kabullendim. Onları çok seviyordum ve bu acımı korkuma biraz daha üstün kılıyordu. Dünüm ve bugünüm arasında bambaşka iki dünya, bir ütopya ve distopya kadar fark vardı. Sürüklendiğim yolda gerimde kendimden büyük büyük ve yoklukları onarılamaz parçalar bırakıyordum. "Hadi, yürü. Ölmek mi istiyorsun?" Arkamdaki konuşma seslerini bir düşme sesi ve acı dolu bir inleme takip etti. "Kalk, devam et yoksa seni sürükleyerek götürmeyi de bilirim." "Göremiyorum ve yaram var. Sence..." Konuşma etin ete çarpmasıyla çıkan bir sesle bölündü. "Orospu çocuğu. Seni öldüreceğim." Sanırım mücadele eden her kimse ona tekrar vurdular. "Cehennemden çıkıp gelebilecekmişsin gibi. Şimdi bütün mermilerimle kafanı dağıtmamı istemiyorsan kapa çeneni." Sesler gittikçe arkada kalıyordu. Basamak gibi bir şeye bacağımı çarpınca acıyla yüzümü buruşturdum ama hiç beklemeden bir el beni ön taraftan çekiştirince ayağımı kaldırarak basacağım yeri aradım. Üç basamağı çıkıp birkaç adımın ardından beni çekiştiren eller iteleyerek bir koltuğa düşmeme sebep oldu. Bacaklarımdan, karnımdan ve göğsümden birer kemerle koltuğa sabitlendim. Aşırı konforsuz geçeceği belli olan yolculuğumuz daha başlamadan kendimi fazlasıyla savunmasız hissediyordum. Bizi resmen saldırgan, vahşi hayvanlarmışız gibi zapt ediyorlardı. Görünen o ki suç işlediğimiz gerçeği insanlığımızı tamamen elimizden almıştı. Fakat bize bu şekilde davrananların masumiyetini ne koruyordu? Yanıma biri daha oturdu. Birkaç dakika sonra az önceki memurun sesini duydum. "Umarım hemen geberirsin. Leşini böceklerin yediğini seyretmek isterdim." Ve sonra biri birine tükürdü. "Piç. Senin için döneceğim. Yemin ederim." Bu kez ne yaptıysa çok kısa bir gürültünün ardından tamamen sessizlik oldu. Memurun birilerine "bu iti böyle bırakın meydana. Vahşilerden biri halletsin" dediğini duydum. Ayrı şehirle ilgili pek bir şey bilmesem de okullarda insanları suçtan uzak tutmak için bazı şeylerden bahsederlerdi. Çok korkunç insanlar olduğunu, orada hayatta kalmanın zorluğunu, ölüleri gömmediklerinden şehrin leş gibi koktuğunu, farelerle ve böceklerle dolu olduğunu anlatmışlardı mesela. Bir de iki sene önce maceraperest bir gazeteci şehirdekilerle röportaj yapmak istemişti. Vahşiler ilk o zaman duyulmuştu. Bir grup insan ortalıklarda dolaşıp yakaladıklarına işkence ediyor ya da doğrudan öldürüyorlardı. En azılı suçlulardan bazıları şehirde kendi imparatorluğunu kurmuşlar, söylentiye göre şehri bölgelere ayırıp kendi bölgelerini korumak için hayvani yöntemler uyguluyorlarmış. Bu azılı suçluların yönetimini gazeteci vahşet diye adlandırmıştı. Katıldığı bir programda "eğer cehennem diye bir yer varsa oradakiler bile Ayrı şehir'e gitmek istemezler" demişti. Oradan canlı çıkabilmesi birkaç kişiyi cesaretlendirmişti fakat kendisine tekrar böyle bir şey yapıp yapmayacağı sorulduğunda bir daha şehrin yakınından bile geçmek istemediğini kesin bir dille belirtmiş bu söylemi de insanların geri adım atmasını sağlamıştı. Zaten yönetim de bir daha izin vermeye yanaşmamıştı. Beni normalde doğadaki herhangi bir yere bıraksalar hayatta kalabileceğimi sanmıyordum, bu durumda Ayrı Şehir benim için çok yakında bir mezar olabilirdi. Kulaklarıma kulaklığa benzer bir şey takarak duyma duyumu da elimden aldıklarında hayatımın en tedirgin saatleri başladı. Görememek zordu ama hem göremeyip hem duyamamak kâbustu. Bu halde saatlerce sürdü berbat yolculuk. Diğer mahkûmlar da bilinmezliğin gerginliğine bürünmüş olmalıydı ve bu çok tuhaf olsa da yalnız olmamak biraz içimi rahatlatıyordu. Omuzlarım fazlasıyla ağrıyordu ve arkamda bağlı ellerim tamamen uyuşmuştu. İstemsizce kıpırdanmak için çabalıyordum ancak bu anlamsız ve boştu. Üstelik beni sabit tutan kemerleri kimsenin sıkmadığını bilsem de gittikçe daha çok sıkışıyor gibi hissediyordum. Neredeyse acıdan ve bunalmışlıktan ağlayacaktım. Evimden uzaklaştıkça arkada bıraktıklarım için endişem azalmasa da korkum katlanarak artıyor ve her şeyi ezip geçiyordu. İçinde olduğumuz araç durduğunda yutkundum. İsyan etmeliydim ama ben bunun yararsızlığını bildiğimden itaatle buraya kadar sürüklenmiştim resmen. Titriyordum ve ter içinde kalmıştım. Beni koltukta tutan kemerleri çıkardılar ancak gözlerimi, kulaklarımı ya da arkamda bağlı ellerimi açmadan dirseğimden tutup sürüklemeye başladı biri. Dengemi sağlayamıyordum ve dirseğimdeki koca elin sahibi de aksi gibi çok sert davranıyordu. Basamakları inerken neredeyse düşecektim ama tökezleyip devam ettim. Durduk, kolumu bırakıp ellerimi açtılar. O an açık havaya çıkmış olmanın etkisiyle derin bir nefes alma gafletine düştüm. Kendime engel olamayarak öğürürken bir elimi dudaklarımın üstüne koydum. Göremediğimden dengemi zar zor sağlayabildim. Koku fazlasıyla ağır ve baskın olduğundan nefes almamak yeterli olmuyordu. Kusmamak için dudaklarıma bastırdığım elimin iki parmağıyla burnumu sıkıca kapattım. Mide bulantım katlanılabilir seviyeye inse de mümkün olduğunca az nefes alıyordum ve buna rağmen keskin çürük, kan, pas ve çöp kokusu her solukta beni zorluyordu. Artık serbest kalmış olmama rağmen o kadar diken üstündeydim ki dakikalarca ne gözlerimi ne kulaklarımı açamadım. Neyle karşılaşacağım önsezisi tüylerimi diken diken ediyor, içimi ürpertiyordu. Sonunda bir hareket sezinleyemeyince yavaş hareketlerle kulaklığı çıkardım. Martı sesleri geldi önce kulağıma. Sonra bir patlama duydum. Uzaklaşan, gittikçe dağılan kuş sesleri adeta acının çığlıklarıydı. Titreyen parmaklarımla ne göreceğimin belirsizliği içerisinde göz bandını çekip çıkardım. Böylece cehennemle aramdaki perdeyi aralamış oldum. İki adım önümde yerde yatan, yüzünün bana dönük yarısı kan içinde bir adam ilk gördüğüm şeydi. Kırmızı araç bizden fazlasıyla uzaklaşmıştı bile. Yaklaşık on - on beş kişiydik ve tamamen kaderimize terk edilmiştik. Cansız, çürümeye başlamış ve bazıları parçalanmış beden yığınlarını gördüğümde dudaklarım hayretle aralandı. Buradan bir felaket geçmiş, arkasında ise yalnızca yıkım bırakmış olmalıydı. Oysa en büyük felaketler bile son bulduğunda umut yeşerirdi. Devasa meydan şehirde hiç canlı kalmamışçasına ölümle doluydu. Diğer taraftan buraya dair görülebilen tek şey olan yüksek duvarlar ya karanlıkta kaybolmuştu ya da burası sandığımdan çok daha büyüktü. Beni şoktan çekip çıkaran şey çığlıklarla, dehşet içinde geriye doğru adımlar atan ve bir cesede takılıp yere düştüğünde daha büyük bir krize giren kızdı. Ancak o an diğerlerinin ne durumda olduğuna bakabildim. Her birimizin üstünde koyu yeşil mahkûm kıyafetleri vardı, kimisi hâlâ kapalı olan gözünü kulağını açıyor, kimisi benim gibi etrafa bakınıyordu. Sert yüz hatları olan, birkaç tutam yüzüne düşmüş kahverengi saçlarını topuz yapmış, büyük kahverengi gözlü, küçük burunlu, zayıf, esmer, seksi denilebilecek bir güzelliğe sahip, benim yaşlarındaki kadın ceketini çıkarıp beline bağladı. Hepimizin aksine o duruma hazırlıklı görünüyordu. O ve krize giren kız dışındaki herkes donup kalmış gibiydi. Önünde durduğumuz göğe uzanan saat kulesi bir merkez noktası olmalıydı. Meydana bağlı dört geniş yolun nereye çıktığını bilmek mümkün olmasa da burada çok uzun süre beklememem gerektiğini hissediyordum. Hırkasını beline bağlayıp bu soğuğa rağmen askılı siyah atletiyle kalan kız hıçkırıklarla ağlayan kıza göz devirip cesetleri ima ederek "yerinde olsam onlara eşlik etmemek için daha sessiz olmayı denerdim" dese de bu onu sakinleştirmek yerine daha çok ağlattı. Saçlarının üstü kelleşmiş, uzun boylu, zayıf olmasına rağmen göbekli, sivri burunlu, çene çukuru olan, aşağı yukarı otuz beş yaşlarında bir adam elindeki göz bandını atıp kadına doğru yürüdü. "Sen ne biliyorsun?" Bu diğerlerinin de dikkatini kadına yöneltmişti. "Evet, bir şey mi biliyorsun?" "Nasıl bu kadar soğukkanlı olabilirsin?" Yüzündeki alaycılık, aşağılama açıkça okunuyordu. Bir cevap vermeden solda kalan yola doğru hızlı adımlarla yürümeye başladığında sorular devam etti. "Nereye gidiyorsun?" "Sen de bizim gibi az önce gelmedin mi?" Dönüp bakmadan yürümeye devam eden kadının peşine takıldım. Biz arabaya bindirildiğimizde, henüz işitme duyum elimden alınmadan şahit olduğum konuşma burada kalmanın akıl kârı olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Çekingen küçük adımlarımla kadının yüksek ihtimalle beni fark edemeyeceği ancak aynı zamanda onu gözden kaçırmayacağım bir mesafe tutturdum. Hayatta kalma içgüdüsü zihnimi ve bedenimin kontrolünü tamamen ele geçirmişti sanırım. Ne yerlerdeki paramparça cesetlere bakıyor, ne iğrenç kokudan kusacak gibi hissediyor, ne de ailemi ya da korkumu düşünüyordum o an. Dakikalar önceki her tepkim, hissim ve düşüncemin önüne bir duvar çekilmişti. Kulaklarımdaki uğultu dışarıdan gelen sesleri bastırıyordu, zaten bu yerde kuşlar bile acıyla haykırıyordu. Büyük sokağa girdiğimde birinin arkamdan omzuma dokunulmasıyla irkildim. Diken üstündeydim. Daha kim olduğunu göremeden "hey" diye fısıldadı. Çok açık sarı saçları olan, on sekiz on dokuz yaşlarında, buraya nasıl düştüğünü sorgulatacak kadar temiz bir yüze sahip bir çocuktu. "Üzgünüm, korkutmak istememiştim. Seninle gelebilir miyim?" Biriyle ilerlemek daha mı iyi olurdu, yoksa herkes kendi başının çaresine mi bakmalıydı? Yutkundum ve göz ucuyla bizden uzaklaşmakta olan kadına baktım. "Lütfen" dedi çocuk acı bir fısıltıyla "korkuyorum". Başımı bir kez hafifçe sallayarak onu onayladım ve o teşekkür ederken dönüp az öncekinden hızlı adımlarla artık göremediğim kadını yakalamaya çalıştım. Çocuk bir adım gerimden geliyor, sessizce bana ayak uyduruyordu. Adeta parmak ucunda yürüsem de arada yerdeki bedenlere takılıyor, tiksintiyle hızla kendimi çekiyordum. Yolun yan tarafında üstünde tek yaprak olmayan, ince dalları rüzgârla sallanan ağaçlar ve birkaç katlı, boş görünen yıkık dökük, boyasız ve eski, hatta bazıları inşaat halinde binalar vardı. Eskiden kaldırım olan ancak şimdi taşları sökük çıkıntılarsa araba demeye bin şahit isteyen hurdalarla doluydu ve ne yazık ki o hurdaların içinde bile göz göze gelmekten özenle kaçındığım katledilmiş insanları görebiliyordum. Bir şeye takılıp sendelediğimde çocuk uzanıp sıkıca dirseğimden tuttu. Dengemi sağlayınca neye takıldığıma asla bakmadan elimi teşekkür edercesine çocuğun elinin üstüne koydum. Buz gibiydi. Beni bıraktığında zangır zangır titrediğini fark ettim. Onu teselli etmeyi gerçekten istesem de bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. İçinde bulunduğumuz acınası durumu onun bedeninden okuyup huzursuzluğumu biraz daha beslememek adına dönüp yürümeye devam ettim. Yol ayrımlarından, sağa, sola çıkan sokaklardan geçsek de kadını tekrar göremedim. Şimdiden kaybolmuştuk. Yorulmuş, acıkmış, susamıştım ve çocuk bir şey demese de onun sorumluluğunu da üstümde hissediyordum. Bir köşede durdum. Elimi dağılmış saçlarımın arasından geçirdim. Böyle avare dolanarak bir yere varacağımız yoktu. Köşesinde durduğumuz yolun ilerisinden gelen konuşma burada yaşama dair ilk belirtiydi. "Liste nerede diyorum oğlum? Siz beni darağacına mı göndereceksiniz lan?" Konuşan her kimse bize doğru geliyordu. Yanımdaki çocuğun kolunu tutup sus işareti yaptıktan sonra önünde durduğumuz tek katlı gecekondunun arkasına çekiştirdim. "Gözcüler gecikmiş. Nakil sabah yapılacak sanıyorduk abi." "Amına koyayım ya, çil yavrusu gibi dağılmışlardır şimdi. Ara ki bulasın." Çocuğun iki kolunu da tutup karşıma aldım. Sesimi olabildiğince kısık tutmaya özen gösterdim. "Burada bekle." Etraf çok açık değildi ve özellikle gelip bakmayan kolay kolay göremezdi. "Bir bakıp geleceğim." Başını hafif sallayarak onayladı. Tam gitmek için hareketlenmiştim ki "hey" dedi. Başımı geri çevirdim, omzumun üstünden ona baktım. "Dikkat et." Daha yeni tanışmıştık ve birbirimizin adını bile bilmiyorduk ama burada şu an yanımda olan tek insandı ve ben de onun için öyleydim. "Merak etme." Neyse ki işim gereği bazı duyguların üstünü örtmeyi öğrenmiştim. Duvara yakın durarak yolun diğer tarafına yürüdüm ama köşeyi dönmedim. "Yarısı çoktan hakkın rahmetine kavuşmuştur bile." Kendimi göstermemeye çalışarak biraz eğildim. O sırada bir kadın kahkaha attı. "En eğlenceli kısmı kaçırdık desene." Bir kadın, beş erkek vardı. Yüzlerini net görememiş ve inceleyecek kadar uzun da bakamamıştım. "Bize yarısı lazım değil ki. Çöp olanları önden vahşiler temizlemiştir işte ne güzel." Gittikçe yaklaşıyorlardı ve önsezilerim bu lakayt konuşmanın içerisindeki gruba güvenmememi söylüyordu. "Geçen biri altına yapmıştı. Yine epik şovlar var mıdır acaba?" "Oğlum sikeceğim şimdi şovunuzu. Şefe ne diyeceğiz? Çabuk lan biraz." "E bu ne güne duruyor? Minik fare şefi eğlendirir. Değil mi küçük velet?" Biri ağlıyordu. Patırtının ardından kahkahalar geldi. "Bu anca soytarı olur. Kes zevzekliği." Binanın diğer tarafındaki duvarın yanına geçtim. Saniyeler sonra onlar benim az önce durduğum köşeden geçtiler. Önümü bir ağaç kapatıyordu ama arkalarından sürükledikleri kızı o an fark ettim. Yüzü gözü kan içindeydi. Diğerlerinin dağınık, uçarı giyimleri yanında kot pantolonu ve ince atletiyle daha normal olsa da bu soğukta insan böyle donardı. Ayrıca kızın boynuna bir ip geçirmiş, köpeği tasmasından çeker gibi götürüyorlardı. Adamlardan biri kızın tiksintiyle çekmeye çalıştığı yüzünü işaret parmağının tersiyle okşadı. "Benim küçük soytarım. Sana karşımda olmaman gerektiğini söylemiştim." Kızın çenesini sıkıca kavradığında yüzüne yansıyan çaresizliğin aynısını daha önce görmüştüm. İlayda'nın sureti canlandı gözümde. "Bak, iyi mi oldu şimdi böyle?" Kızın boynundaki ipi çekiştirdi. Grubun bir kısmı uzaklaşmıştı. "Bırakın beni. Size hiçbir şey yapmadım." Adamın yüzünde tatsız bir gülüş peyda oldu. "Bak sen." Parmağıyla alnındaki saçı geri çekti, ben olduğum yerde gerildim. Kalp atışlarım öyle şiddetlendi ki bir an göğsümden taşacak sandım. Boğuluyordum ve gerilim her geçen saniye boğazımdan yukarı yükseliyordu. Adam elinin tersiyle kızın yüzüne şiddetle vurduğunda kız yere savrulurken yankılanan ses sanki bedenime çarpıp beni geri itti. Çığlık atmamak için elimi sıkıca ağzıma kapatsam da şok içinde olanları izliyordum. Diğer kız ve geride kalan çocuk için bu eğlenceli bir gösteriydi. "Zavallı sürüngen..." Bir şeyi ayıplarcasına cık cıkladı. Yerde hıçkırıklarla ağlayan kıza eğilirken hâlâ ucundan tuttuğu ipi de çekiştirdi. Çaresiz kızın elleri arkasından bağlandığından canavarından kurtulamıyor fakat çırpınıp duruyordu. "Sen bize ne yapabilirsin ki?" Diğerleri de bunu komik bulmuş görünüyordu. "Ama merak etme. Şefi yeterince eğlendirebilecek bir vücuda sahipsin. Belki ölümün daha acısız olur." Uzaktan çoktan ilerlemiş olan adamlardan birinin sesi geldi. "Nerede kaldınız amına koyayım. Kızı mı sikiyorsunuz, ne yapıyorsunuz?" "Neden olmasını abi? Zaten geç kaldık." Yapmamam gerektiğini bile bile, hiç ders almamış gibi ileri atıldım. Kendimi savunacak hiçbir şeye sahip değilken, tek başıma bu kızı nasıl kurtarabileceğime dair bir fikrim yoktu ama kuytu köşede bekleyip onu öylece götürmelerine izin veremezdim. Doğrudan üstüme dönen gözlere karşı dik durmaya çalışarak "kızı rahat bırakın" dedim. Dürüst olmak gerekirse racon kesmek de kahramanlık yapmak da bana göre değildi ama ne tesadüftür ki üç günde ikinci kez aynı şeye kalkışıyordum. Üçünün de dikkati bendeyken kız sürünerek geri çekildi. Sürekli sayıklıyordu. "Lütfen, yalvarırım, lütfen!" "Sen kimsin?" Arkada bekleyen ucube kız iğrenç bir kahkaha attı. "Polis mi yoksa?" Aynı alaycılık diğerlerine de yansımıştı. "Ay ya da şey mi iyilerin dostu kötülerin düşmanı." Diğerlerine dönüp işaret parmağıyla kendini ve diğer iki zorbayı gösterdi. "Bahsi geçen kötüler biziz bu arada beyler." Biri abartılı bir şaşırma tepkisiyle "biz mi?" diye sordu. "Hay aksi, oysa biz bu sürüngenin hayatını bağışladık ve ona yerini bilmeyi öğrettik. Bunda kötü olan ne var?" Az önce kıza tokat atan elindeki ipi arkadaşına verip üstüme yürüdü. "Belli ki bu sadece aptal bir çaylak." Ellerini birbirine sürttü. "Ve icabına bakılması gerekiyor." Birkaç adım geri atıp sırtım duvara geldiğinde durdum. "Bakın bunu insanca çözebiliriz." Sürekli, her şeye gülüyorlardı. "Emin ol çözeceğiz tatlım. Biz sorun çözmede harikayızdır." Yutkundum ve sesimi muhtemelen hepsi duydu. Eli yüzüme uzandığında sertçe vurarak onu kendimden uzaklaştırdım. "Böyle olmak zorunda değil." Tepkimle hepsi ciddileşti. Bir anda saçımdan kavrayıp beni yere ittiğinde parçalanan dizime ve yolunan saçlarıma aldırış etmedim. "Bu benim." Beni yere iten adam diğerlerine konuştu. "Siz diğer sürüngeni alıp devam edin. Sonra gelirim." Kız bir elini omzundan göğsüne uzatarak ona arkasından sarıldı. "Emin misin? Bu çelimsiz kızdan iyisini bulabiliriz." Adam ondan sıyrıldı. "Dediğimi yapın. Hadi, ikile." Gözü bir an olsun üstümden ayrılmıyordu. Diğerleri hâlâ sayıklayan kızı çekiştirirken adam bir kez daha üstüme yürüdü. Yalnızken ona karşı şansım vardı. Ama kızı tekrar bulabilir miydim, bulsam da bir şey yapabilir miydim bilmiyordum. Henüz yeterince uzaklaşmamışlardı. "Şimdi seni biraz eğitelim bakalım akılsız çaylak." "Sizin hiç insanlığınız yok mu?" diye bağırdım var gücümle. "Bir de sen kadınsın." Arkasına dönüp bakmasa da içlerinde tek ortak yönüm olan oydu ve ben de mecburen olmayan şansımı zorluyordum. "Hiç korkmuyor musun, bir gün bu canavarların sana yapabileceklerinden?" Adam tekrar saçımı kavradı. "Yeter bu kadar gürültü. İşimize bakalım artık." Onu şiddetle ittim, çektiği saçlarım gözlerimi yaşarttı ama kurtulmuştum. Ayağa kalktığımda elimi acıyan dizime koyup geri adım attım. Kıyafetim yırtıldığından doğrudan açık yaraya temas eden tenim canımı acıtsa da doğrulup savunma pozisyonu aldım. "Yaklaşma bana! İmdat!" Daha yüksek sesle bağırdım. "Yardım edin!" "Biliyor musun, karşı çıkman hoşuma gidiyor. Ben kolay zaferleri sevmem." Yaralı dizime bir tekme atıp beni kolayca düşürdü. Bu mücadeleyi asla kazanamayacaktım. "Ama boşuna uğraşıyorsun. Sen benim için kolay lokmasın. Ve kimse sana yardım etmeyecek." Ayak bileğinden tutup beni yerde sürükleyerek kendine doğru çekti. Bedenini üstüme atıp beni köşeye sıkıştırdığında onu itmeye çalışan ellerimi birleştirip sıkıca kavradı. Gözlerinin içi vicdanın zerresini barındırmayacak kadar karanlıktı. "Burada sana tanrı bile el uzatmaz aptal çaylak." Nefesi yüzüme vuruyordu. Bir eliyle hırkamın yakasını kavradığında tekme atmaya çalıştım ama sadece çırpınıp duruyordum. Ve ben de elimden gelen tek şeyi yaptım. Var gücümle burnunu ısırdım. Tam o anda da tüm sokağa yayılan bir silah sesi duyuldu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD