3. BÖLÜM *İMKANSIZ

982 Words
''Anne ne demek 'kuzeninle kalacaksın'?'' diye hafif çaplı bağırırken ileride otobüsün bagaj kısmının önünde kavga eden kızlara bakıyordum. Ne biçim kavga ediyorlardı? O kadar vahşiydiler ki güvenlik görevlileri ayırmakta zorlanıyordu. ''Bas baya kuzeninle kalacaksın! Ben seni yurtlarda süründürmem!'' '' Ya, biz anlaşamıyoruz keratayla; bilmiyor musun sanki? Biz bunları konuşmuştuk ama, birkaç gün kendime kalacak bir yer bulana kadar kalacaktım o keratayla. Hem niye yurtta sürünecekmişim ki? '' Aslında sürünürdüm; daha doğrusu benim gibi bir kişiliği süründürürlerdi. Aynı güvenlik görevlilerinden birinin kızı sürükleyerek kavgadan uzaklaştırması gibi. Ben böyle birkaç kızla aynı odada kalsam yerlerdi beni çiğ çiğ be! ''Kuzum, annem, ciğerim! O senin abin! Çakarım terliği ağzına görürsün keratayı!'' ''Helal be hala!'' duyduğum sesle yerimde sıçradım. Otogardaki birkaç çift göz bana dönerken kafamı kızararak eğdim. Zaten onlarda uzaktan küfürleşen kızlara dönmüşlerdi. ''Sus bakayım sen. Nehir, annem, bak kuzenin zaten seneye mezun olacak. Bir yıl onunla yaşayacaksın. Seneye kadar bir iki iyi arkadaş edinip eve çıkarsın bir şey olmaz.'' Oflayıp sinirle yürümeye başladım. Sonra üç tane valizimi tavaf ettiğimin farkına varıp durdum. ''Annem babam sevmezdi hani Barış'ı? O nasıl izin verdi?'' ''Eniştem beni çekemediğinden öyle!'' Barış'ın homurdanarak söylediği söz üzerine duyduğum kükreme telefonu kulağımdan uzaklaştırmama sebep oldu. Konferans konuşma yapıyorduk sülalece! ''Bana bak Barış Efendi! Akraba falan dinlemem, küçüksün diye gözünün yaşına bakmam alırım ayağımın altına!'' ''Helal be baba!'' diyerek Barış'a nispet yaparken babamı gaza getirmeye çalışıyordum. Aslında çoktan kabul etmiştim kalmayı ama Barış'ı süründürsem ne olurdu ki? Hem azıcık naz yapsam? ''Nehir, sende Barışlarda kalacaksın bu kadar! Yerini söyle Barış gelip alsın seni. Kerata, evde doğru düzgün durmuyormuş kızım; evde tek kalacak gibiymişsin zaten.'' Babamın dedikleri üzerine somurttum. Ben biraz daha naz yaparım sanıyordum. Aslına bakarsanız annemin dediği kafama en başta yatmıştı. Hem Barış'la ne kadar da iyi geçinemesek de et ve tırnak gibiydik. Çünkü Barışla birlikte büyüdüm sayılır, hatta onunla büyüdüm. Ben dört o sekiz yaşındaydı annesini kaybedip bize geldiğinde. Onunla ayrılmamız: o on beş yaşına geldiğinde; yani babası yeniden evlendiği zamana denk gelmişti. Sonraki sekiz yıl boyunca da sürekli bize ziyarete gelmişti. Ama nedense abi kardeş büyüdüğümüz halde iyi anlaşamıyorduk. Sürekli kavga ederdik. Ve evet doğru! Ben, içine kapanık, pısırık ben; Barış'a yeri geldiğinde aslan kesilip kükrüyordum. Ama hep kaybeden ben oluyordum. Çünkü öfkem uzun süre harlı kalmıyordu. Saman alevi gibi sönüyordum çabucak. Çünkü onu abilerimden farklı görmüyordum. Onu abilerimden daha çok seviyordum hatta. ''Aha da kız gitti. Zaten üç kuruş aklı vardı.'' ''Barış geliyor beş kardeş!'' ''Halil çocukla çocuk olma sende! Nehir, kızım iyi misin?'' ''Ben geliyorum otogara bekle beni. Nehir hanım, maymunlardan geldiğimizin ispatı! Sana diyorum!'' Barış'ın söylediği sıfat üzerine gülümserken bakışlarımı yerden kaldırıp etrafıma bakındım. ''Baba ben yurtta kalsam ya. Ne olur!'' derken sesimi yalvarmalı çıkarmıştım. ''Bana bak Nehir Mira! O eve gidiyorsun tamam mı? Beni kızdırma, üniversiteyi o evde bitirirsin ona göre. Barış, sende Nehir'e göz kulak olacaksın anlaşıldı mı? Seninle aynı üniversitenin konservatuvar bölümüne gidiyor.'' Annemin dedikleri üzerine yutkunmak zorunda kaldım. Annem dediğini yapan birisiydi. ''Tamam anne, o zaman Barış sen bana adresi mesaj at ben taksiyle geleyim eve. Sen gel geri dön daha çok masraf olur. Param kalmadı sen ödersin tamam mı?'' deyip hızla telefonu kapattım ve sırıttım. Sırıtmam somurtmaya dönüşürken bu hüznün neden beni sardığını anlayamadım. Aslında şu an ne hissedeceğimi bilmiyordum. Yarından sonra okul vardı. Ailemden ayrılmıştım ve hala o boşluk hissinden kurtulamamıştım. Hissizleşiyordum sanki. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor, sıkılıyordum; boğuluyordum boşlukta. Kafamı kaldırıp bakışlarımı gökyüzüne diktim. Yıldızlar gözükmüyordu. Hiçbir zaman gözükmezlerdi zaten. Onlar kalabalıklara alışkın değillerdi. Hele de böyle kalabalık bir şehrin gökyüzünde gözükmezlerdi zaten. Her ne kadar onları görmeye muhtaç yalnız gönüller olsa da! Yüzümde buruk bir gülümseme şekillenirken bu sözlere benzer sözleri duyduğum gün geldi aklıma. Tekvando kursuna giderken biriyle tanışmıştım. Daha doğrusu tanışmamış onu sadece birkaç saat görmüştüm. Ne adını ne sanını biliyordum. Ya da neye benzediğini hatırlıyordum. Misafir olarak katılmıştı derse. Ve şansa bakın, tekvando hocamız olan Aylin Hoca beni onla eşleştirmişti. Derecelerimizin yakın olduğunu söylemiş, kuşak sınavına onunla çalışmamı istemişti. Siyah kuşağın derecelerinden olan Dan üzerinde yükseleceğim sınava çalışırken bana tekniğimi kusursuzlaştırmam için yardım etmeye başlamıştı. İkimizde pek konuşkan değildik. Daha doğrusu ben hiç konuşmuyor sadece onun dediklerini yapıyordum. O bana komutları veriyor ben uyguluyordum. Dinlenmek için ara verdiğimizde köşeye, çantaların bulunduğu tarafa gitmiştik. ''Pek konuşmuyorsun galiba?'' diye sormuştu. Normalde cevap vermezdim ama içimde oluşan konuşma isteğiyle kendimi durduramadığımı hatırlıyorum. ''Sessizlik iyi geliyor bana.'' diye cevaplamıştım onu. ''Yalnızlığı sevenlerdensin galiba.'' Sorduğu soruyla ikimizde sanki komut almış gibi yere çöküp bağdaş kurmuştuk. ''Yalnızlığa mahkum olanlardan.'' Bir süre sustum ve elimdeki su şişesine bakışlarımı dikmiştim. Şimdi düşününce verdiğim cevaplar ne kadar da çocukcaymış! ''Yıldızlardansın yani?'' Anlamayarak kafamı kaldırdım ama ona bakmak yerine bakışlarımı cama odaklamıştım. Dışarısı karanlıktı ve kar yağıyordu. ''Yıldızları kalabalık olanlar göremez. Onları yalnızlar görür sadece. Onlar yalnız yüreklere görünürler. Çünkü onlar da yalnızlardır.'' Bunu söyleyip çekip gitmişti. Öylece. Onda da biraz çocuksuluk vardı galiba şimdi baktığımda. Hiçbir şey hatırlamıyordum ona ait. Yüzünü, neye benzediğini, saçlarının rengini, göz rengini, sesinin tonunu... Sadece söyledikleri. ''Hay ben senin!'' Elimde titreyen telefonla korkarak yerimde sıçrarken yukarı bakmaktan boynumun ağrıdığını fark etmiştim. Kafamı iki yana sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Düşünmek iyi gelmiyordu bana. Derin bir nefes aldım ve ekranı kaydırıp gelen mesaja baktım. Barış'tan gelmişti. Evin adresini göndermiş altına da 'Taksiciye söyle, seni oyalamadan en kısa zamanda getirsin. Dolaşmasın boşuna, fazla gelirse vermem para!' yazmıştı. Cimri şey! Gülümsedim ve telefonu cebime atıp valizlerimi taksi durağına doğru çekmeye başladım. Sıradaki taksinin yanına gidip şoför valizleri bagaja yerleştirirken ben de arka koltuğa geçip oturdum. Adresi şoföre söyleyip taksi hareket ettikten sonra kulaklıklarımı takıp akıp giden geceyi ve şehri izlemeye başladım. Yarından sonra okul vardı, yeni bir hayata başlıyordum. Kendimden sıyrılmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Farklı biri olmaya ihtiyacım varmış gibi. Nasıl desem, değişmem gerekiyormuş gibi düşünüyordum. Ne de olsa yeni bir hayata başlayacaktım. Yeni bir ben olarak başlamam gerektiğini düşünüyordum. Mesela kulüp faaliyetlerine katılabilirdim. Ya da arkadaş çevresi yapabilirdim. Daha çok derse katılır ve özgüven kazanabilirdim. Etkinliklerde yer alır kendimi geliştirirdim. Düşündüklerim bile 'İmkansız!' diye haykırıyordu adeta. Ben kendimle ne halt edecektim ki?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD