1-2-3:1

4579 Words
*1* Elimde tuttuğum tayin kağıdına bakarken derin bir nefes aldım. Bu basit bir tayin değildi. Bu benden alınan bir intikamdı. "Her zaman Erva için en doğrusunun bu olduğunu söyledin. Peki ya senin için doğru olan ne? Belki de Erva gerçekleri bilseydi, bu yalanların hiçbirini istemeyecekti." Burcu'nun şu an söylediklerinin beni düşündüğü için olduğunu bilsem de, istemsizce sinirliydim. Onu üzmek istemiyordum. Burcu, benim en yakın arkadaşım. Hatta sırrımı bilen tek insan da diyebilirim. Onunla hiç tanışmamamız gereken bir yerde tanıştık. Sonra da birbirimizi asla bırakmadık. Dışarıdan zengin ve gösterişli bir ailenin kızı olduğu için muhteşem bir hayata sahipmiş gibi dursa da, durumunun farklı olduğunu sadece ben biliyorum. O ise, her zamanki gibi aldırmadan sözlerine devam ediyordu. "Bekar bir anne olduğun için bu karşılaştığın kaçıncı zulüm? Bu etiketi alnına sen yapıştırdın." Tayinimin sebebi, öğrencilerimden birisinin babasını reddedişimdi. Bekar bir anne olduğum için kolay lokma olarak görülmüştüm. Bu yüzden de reddedilince öfkeyle bütün tanınmış siyasi güçlerini kullanmıştı. Sakin kalmaya çalışarak "İzmir'den sonra belki de Trabzon hepimiz için güzel bir değişiklik olur. Bunu dünyanın sonuymuş gibi neden görüyorsun?" diye tebessüm ettim. Burcu'nun gözleri aniden parlayarak "Bende mi geliyorum?" diye sordu. Aslında bu gereksiz bir soruydu. Bunca zamandır nereye gitsem beni takip etmişti. "Gelmiyor musun?" Birlikte kıkırdamaya başladık. Zirâ bu sorunun oldukça gereksiz olduğunu ikimizde biliyorduk. Burcu, Fransız dili ve edebiyatı mezunu olmasına rağmen çalışmak yerine genelde baba parası yemeyi tercih edenlerdendi. Babası büyük bir şirketin sahibiydi. Ara sıra kendi şirketlerinden mail yoluyla gelen ingilizce ve fransızca yazıları çeviriyordu sadece. Erva'yı kontrol etmek için odasına girdiğimde mışıl mışıl uyuyordu. Uzun zamandır anneymişim gibi davrandığım için artık öyle hissediyordum sanırım. Yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. Adeta bir melek edasıyla uyuyordu. Odadan tam çıkacakken "Anne..." demesiyle döndüm ve ona baktım. Bana her -anne- deyişinde yıllar önce ilk defa -anne- deyişi, adeta anılarımda canlanıyordu. "Birlikte uyuyalım mı?" Gülümsedim ve hiçbir şey söylemeden yanına yattım. Hafifçe saçlarını okşamaya başladım. Erva, saçlarının okşanmasını veya saçlarıyla oynanmasını çok severdi. Bende severdim. Bu yüzden bazen de o benim saçlarımı okşar veya saçlarımla oynardı. Bana sımsıkı sarılmıştı. Onu gerçekten çok seviyordum. Lakin kız kardeşim olarak mı, evladım olarak mı... Bazen ben bile ayırt edemiyordum. Bu oyuna inanmıştım. Anne, baba. Güzel bir çocuk yetiştirdim, değil mi? Umarım yaptığım şeye kızmıyorsunuzdur. Erva'nın hayatı boyunca anne-baba hasreti çekmesinden ise, en azından birisinin varlığını hissetmesini istedim. Lütfen bana hakkınızı helal edin ve Erva'yı her dâim koruyun. ----- Yedi Yıl Önce ----- Her klasik üniversite öğrencisi gibi 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı tatilini haftasonuyla birleştirip Ankara'ya ailemin yanına gelmiştim. "Nereye gidiyoruz baba?" Babam, Erva'nın da artık biraz büyümüş olduğunu söyleyerek "Haydi, gezmeye!" diyerek evden çıkarmıştı bizi. "Gidince görürsün. Ama çok bir şey bekleme." dedi ve güldü. Erva'ya baktığımda bebek koltuğunda arabanın camından dışarıyı seyrediyordu. Annem ve babamın bitmeye yakın olan evliliği, annemin Erva'ya beklenmedik bir şekilde hamile kalmasıyla kurtulmuştu. 20 yıl tek çocuk hayatı yaşayan ben, bir anda abla olmuştum. "Aşkııım!" diye Erva'yı kibarca mıncırmaya başladım. Daha 10 ay önce hayatımda olmayan kardeşim, şimdi en çok özlediğim kişi olmuştu. "Bebeğim, ablan seni çok özlemiş anlaşılan. Halbuki yazın evdeyken seninle aynı odada kalmamaya çalışıyordu." Ne kadar sevsem de, sürekli ağlayan ya da sürekli ilgi isteyen bir bebekle aynı ortamda uzun süre kalmaya dayanamıyordum. Ne yapabilirdim ki? Evet, kardeşim olsan bile. Üzgünüm, Erva. Alaycı bir tavırla "Yirmi yaş büyük bir abla olduğum için kafam kaldırmıyor. Bende adeta bir şok etkisi yarattınız. Herkes de alay ediyor zaten." diye yanıtladım. Buna karşılık, annem ve babam keyiflice bir kahkaha atmıştı. Arabanın camından dışarı baktığımda dolunay akşamı olduğunu fark ettim. Dolunay gecelerini seviyordum. Taa ki, o güne kadar. Son hatırladığım şey, dolunaydı. Aniden ne olduğunu anlayamadan bir felaket gerçekleşmişti. Sarhoş bir sürücünün yük kamyonuna çarptığımızı hastanede gözlerimi açtığımda öğrenmiştim. İstemsizce ilk söylediğim şey ise "Erva..." oldu. Nedense o karmaşa da aklıma ilk gelen yirmi yıllık annem ve babam değil, on aylık kardeşimdi. Erva'nın bebek koltuğunda oturması ve benim kendi emniyet kemerimi çıkarıp onun önüne siper olmam, onu korumuştu. "Anlaşılan kardeşini çok seviyorsun. Kendi emniyet kemerini bile çıkarmışsın. Onu, cam kırıklarından korumak istedin, değil mi?" Gözlerimden yaşlar süzülürken doktor bey, Erva'nın oldukça iyi olduğunu ve onu anneanneme teslim ettiğini söylemişti. "Annem ve babam nasıl?" Bu soruyu sormamak da olan korkumun sebebi, gerçek olmuştu. Öğrendim ki... Babam kaza anında, annem ise ambulansta hayatını kaybetmişti. Erva'yı kucağıma aldığımda onun kulağına sadece şunu fısıldadım; - Ben hep yanındayım. Okuluma ara vermeyi düşünsem de, anneannemin "Asla olmaz! Mezun olacaksın. Mezun olana kadar, Erva benimle." demesiyle birlikte okula üç hafta sonra geri döndüm. Vize haftasında giremediğim sınavların mazeret sınavına girdim. Üçüncü sınıfın ilk dönemi bittiğinde yarıyıl tatili için anneanneme gelmiştim. İçinde anılarımız olduğunu düşündüğüm için, evimize ne geri dönebilmiştim ne de kiraya verebilmiştim. Erva, bir yaşını geçmişti. Beni artık tanıyordu. Olanlardan habersiz bir şekilde etrafa gülücükler saçıyordu. Mama ve su gibi basit kelimeleri söyleyebiliyordu. "Abla, abla... Abla demelisin artık." diye onu şakayla zorlamaya çalışıyordum. Annem ve babam hayattayken hangimizi ilk önce söyleyecek diye iddiaya girmiştik. Ama şimdi hiçbir önemi yoktu. "Anne... Anne..." Erva'ya baktım. Bana söylediğinden emin değildim. "Anneanne sana diyor sanırım." Anneannemin kucağındayken tek kelime etmeyen Erva, benim kucağımdayken bana "Anne" diyordu. Gözlerim dolu bir şekilde "Evet, ben senin ablan, annen, baban... Her şeyinim." dedim. Üniversite hayatımın bitmesine 1 ay kala, anneannem hayatını kaybetti. Erva ile ben, sanki yeniden yetim kalmış gibiydik. Final sınavlarım yüzünden cenazeye katıldıktan sonra Erva'yı dayıma emanet ettim ve Eskişehir'e geri döndüm. Bir ay sonra finaller biter bitmez, dayımın evine Erva'yı almak için geri döndüğümde kapının ziline basmadan duyduklarım beni adeta çılgına çevirmişti. Yengem, Erva'ya içindeki bütün kinini kusuyordu. "Ablası Eskişehir'de gönül eğlendirsin, yesin, içsin, gezsin... Hiçbir şey olmamış gibi. Biz burada kardeşine bakalım. Öldüreceğim artık bu çocuğu! Yeter! Zaten kendi çocuklarıma bakamıyorum." O gün, sözlü şiddet haricinde fiziksel şiddet uyguladığını da gördüğüm yengeme orada attığım tokat... Anne tarafıyla bağımın tamamen kopmasına neden oldu. Baba tarafı ise, anne tarafından daha beterdi. İyi günde var olan ama kötü günde ortadan kaybolan bir it sürüsüydü. İki ay sonra, anneannemin vasiyetinde evini, bana ve Erva'ya bıraktığı ortaya çıkmıştı. Bu, teyzemi ve dayımı çıldırtsa da yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Anneannemin evinden aldığım kira, devletin bekar kız evladına verdiği baba maaşıyla rahat bir şekilde geçinebiliyorduk. Kendi evimize gelmiştik lakin anne ve babamın odasını kilitlemiştim. Girmeye hiç cesaretim yoktu. Bir gece, Erva'nın ateşinin çıkmasıyla kendimizi hastanede buluvermiştik. Endişeli bir şekilde acil serviste koşturuyordum. Erva, serum sayesinde kendine gelebilmiş ve uykuya dalmıştı. Bende yanında öylece yatarken perdenin arkasındaki konuşmalara kulak misafiri oldum. "Hanımefendi, lütfen isminizi söyler misiniz?" "Kimliğim yok benim." "Bakın, eminim çok zor bir süreç yaşıyorsunuz. Ama böyle yapmayın lütfen, ailenize haber vermemiz gerek." Yattığım yerden yavaşça kalktım ve perdeyi hafifçe aralayıp izlemeye başladım. Tahminimce benim yaşlarımda olan bir genç kadındı. Hemşirenin elindeki adli dosyayı gördüğümde bunun bir intihar vakası olduğunu anlamıştım. "Beni neden kurtardınız? Ben yaşamak istemiyorum. Birisinin yaşamına siz nasıl karar verebilirsiniz?" Nedense o an, söyledikleri mantıklı gelmişti. "Erva'nın annesi!" Arkama döndüğümde hemşireyi gördüm. Erva'nın ateşine bakıyordu. "Annesi mi? Yalnız ben-" "Anne..." Erva, gözlerini yavaşça aralamıştı. Bana doğru elini uzattı. Bana uzattığı elini sımsıkı tuttum. O an, yapmam gereken açıklamanın gereksiz olduğunu fark ettim. Ne fark ederdi ki? "Ateşi düşmüş. Sabaha gidebilirsiniz." Birkaç dakika sonra ortalık sakinleşmiş, acil servisin ışıkları sönmüştü. Erva çoktan uyumuş, bende onun yanında öylece yatıyordum. Perdenin hareket etmesiyle, yan taraftaki genç kadının acil servisten dışarı çıktığını anlamıştım. Başta önemsemek istemesem de, kendimi ömür boyu sürecek bir vicdan azabından kurtarmak için peşinden gittim. En üst kata yani hastanenin terasına çıkmıştı. Başta öyle sakin bir şekilde hava alıyordu. Bu yüzden rahatlasam da, kendini aşağıya doğru sallandırmaya başladı. Adeta kendince bir oyun oynuyor gibiydi. Ani bir hareketle onu geri çektim. Daha fazla izleyemeyecektim. Gerçekten ne yapmak istediğini öğrenmek istemiyordum. Hayatıyla alay ediyor gibiydi. "Ne yapıyorsun sen?(!)" İstemsizce ona bağırışım, onu korkutmaya yetmişti. Benim ise gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Öfke ve hüzün... İki duygu bir aradaydı. Devam ettim. "Ölemezsin! Ölmek, korkakların işidir. Şimdi ölürsen, korkak birisi olarak anılacaksın. Bir kere geldiğin bu hayatta gerçekten bunu mu istiyorsun?" Gözlerinden yaşlar süzülürken "Sen kimsin?" diye sordu. "Defalarca ölmeyi düşünmüş ama ölmemek için elinden gelen her şeyi yapmış birisiyim." Birden beni kendine doğru çekti ve sımsıkı sarıldı. Bu sefer tek başına ağlamıyordu. Benimde gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Engel olamıyordum. Engel de olmak istemiyordum. İlk defa zayıf bir yanımı, hiç tanımadığım birine göstermiştim. "Özür dilerim." dedi ve duraksadı. "Teşekkür ederim." Bu genç kadın, benim şimdiki en yakın arkadaşım... Burcu'ydu. Hayatlarımız o an, birbirine kenetlendi. Bu, kaderdi. Erva'nın baş ucuna geldiğimizde her şeyden habersiz uyuyordu. "Bu benim kardeşim." "Gerçekten mi? Annesi olduğunu düşünmüştüm. Peki, annen nerede?" O gece, ona her şeyi anlatmıştım. Neden bir yabancıya her şeyi anlattığımı bilmiyordum. Belki de içimi dökmek istiyordum. Birlikte Erva'nın başında otururken Erva birden korkuyla sıçradı. Ona sarıldım ve sakinleştirmeye çalıştım. "Anne..." Hala bana -anne- diyordu, defalarca ablası olduğumu söylememe rağmen. "Benim annesi olduğumu sanıyor." Burcu birkaç saniye duraksadıktan sonra "Yirmi üç yaşındayım ama hala bir annemin olmadığını ben bile kabullenemedim." dedi. Burcu, içimin titremesine sebep olmuştu. O an, annemin Erva doğduğunda bana ilk söylediği şey aklıma geldi. "Kardeşin çok şanslı. Senin gibi bir ablası var. Anne ve babası olmasa bile, sen ona hep sahip çıkacaksın. Buna inanıyorum. Sen, onun küçük annesisin." Sabahın erken saatlerinde hastane kağıtlarını imzalarken hastane sekreteri "Hasta Erva Sevilen ile yakınlığınız nedir?" diye sorduğunda o an, hayatımın kararını verdim. "Annesiyim." Düşündüm ki, Erva ablası olmadan yaşayabilir. Babasızlığa da bir şekilde dayanır. Ama anne... Bir çocuk, annesi olmadan nasıl yaşayabilir? Belki onun için hiçbir zaman bir gerçek anne olmayacaktım. Ama en azından bir annesinin olması rahatlatıcı olurdu, değil mi? Ben bekar bir anne, Selen Sevilen. *2* Ankara'ya geldiğimizde sekiz saatlik yolculuğun ardından oldukça yorgun ve uykusuz hissediyordum. Arabanın dikiz aynasından arka koltuğa baktığımda Burcu ve Erva'nın birbirlerine sarılarak uyuduğunu fark ettim. Yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. "Hadi uyanın! Ankara'ya geldik." Burcu yavaşça gözlerini açmaya çalışırken "Bütün yol boyunca uyudum demek... Hay Allah!" diye silkelendi. Bu, yalandan bir yakınmaydı. "Seni evine bırakıyorum o halde." Burcu'nun ailesinin evi, Ankara'nın zengin semtlerinden birindeydi. İsteksiz bir şekilde "Fark etmez." diye yanıtladı. Ailesiyle ilişkisi pek iyi değildi. "Bir senedir ailenle yüz yüze görüşmedin. Eminim onlar da seni çok özlemiştir." Hiçbir şey söylememeyi tercih etti. Evinin önüne geldiğimizde Burcu, Erva'nın yanağına minik bir öpücük kondurup sakince arabadan indi. Onu evine getirdiğim için bana kızgın olduğunu biliyordum. Lakin doğru olan buydu. Arabanın arkasından kendi valizini alırken telefonumun titrediğini hissetmiştim. Gelen mesaj, Burcu'nun babası Raşit Bey'den idi. "Kızımı bana getirdiğin için teşekkür ederim." *** Evimizin önüne geldiğimizde Erva hala uyuyordu. Birkaç gündür devam eden taşınma telaşesi onu yormuş olmalıydı. "Bebeğim... Geldik, uyan hadi." Ankara'daki -babadan kalma- evimizde iki gece kaldıktan sonra Trabzon'a yola çıkacaktık. Ankara'ya karşı hala kırgın ve öfkeli olduğumu hissediyordum. Bu şehir, bana hatırlamak istemediğim şeyleri hatırlatıyordu. Evden içeri girdiğimde dayanamadığım o his, katlanamadığım anılar ve acılar... Erva'ya hiçbirini belli etmemeliydim. Koltukların üzerindeki örtüleri yavaşça kaldırdım. En son geçen sene geldiğimiz için ev oldukça tozluydu. *** Ertesi gün uyandığımda Burcu'nun babasından bir mesaj gelmiş olduğunu gördüm. "Bu akşam bize yemeğe gelirsen çok sevinirim." Gelen mesaj beni şaşırtmamıştı. Her sene olan bir şeydi. Burcu ailesiyle konuşmaz, birlikte yemek yemez, ya odasından çıkmaz ya da eve uğramaz. Bu yüzden de ben gidersem yemek masasına benimle birlikte oturmak zorunda kalırdı. Derin bir nefes aldım. Erva'ya baktığımda yatağında değildi. Anlaşılan çoktan uyanmıştı. Salonda çizgi film izliyordu. "Ne zaman uyandın? Neden beni uyandırmadın?" Saat öğlen 12'ydi. Bu kadar çok nasıl uyuyabilmiştim? "Çok yorgun görünüyordun, kıyamadım anne." Yanağına bir öpücük kondurdum. "Benim düşünceli kızım." Evde yiyecek hiçbir şey yoktu. Buzdolabı çalışmıyordu. Ocağında çalıştığından pek emin değildim. Kapının çalmasıyla birlikte Erva'yla kıkırdamaya başladık. Kimin geldiğini biliyorduk. Tabii ki de Burcu! Elinde üst üste tuttuğu üç karton kutu vardı. Bunlar da tabii ki dışarıdan hazırlattığı kahvaltı tabakları olmalıydı. "Kahvaltı yapmadınız, değil mi?" Sorduğu sorunun cevabını beklemeden "Bende öyle tahmin etmiştim." diye devam etti. İçeri girdikten sonra elindeki kutularla mutfağa yönelmişti. Keşke onu özleyebilmemiz için bize biraz zaman verseydi. "Burcu, canımın içi! Bana her şeyi söyleyebilirsin. Biliyorsun, değil mi?" Arkasından mutfağa girdiğimde Burcu çoktan kahvaltı tabaklarını ve portakal suyu şişelerini açmıştı bile. "Ne duymak istiyorsun?" "Bana aşık mısın? Benden uzak kalamıyorsun. Cinsel kimliklere saygı duyduğumu belirtmek isterim lakin tipim değilsin." Burcu büyük bir kahkaha attı. "Ben seni çoktan tavladım ama farkında değilsin güzelim!" *** Öğleden sonra Burcu'nun beni sürekli ikaz etmesine rağmen Sincan Cezaevine gelmiştim. Görüşmem gereken birisi vardı. Gardiyan ile birlikte içeri girdiğinde beni gördüğüne şaşırmamıştı. Eminim ziyaretine gelen tek kişi bendim. Beni görür görmez "Yine gelmişsin. Her sene geliyorsun." diyerek oturdu. "Yüzündeki pişmanlığı görmek için geliyorum. Bu beni rahatlatan tek şey çünkü." "Pişmanlığım bir şeyi değiştirir mi? Hem senin aileni, hem de kendi ailemi mahvettim." Evet, annem ve babamın katilini ziyarete gelmiştim. Eğer karşımda duran bu adam o gece sarhoş olduğu halde yük kamyonuyla trafiğe çıkmasaydı, ailem bir trafik canavarı mağduru olmayacaktı. İfadesiz bir şekilde "Pişman mısın?" diye sordum. "Her gün kahrolacak kadar." diye yanıtladı. Sesi titremişti. "Anneannem -Allah bile günahkâr olan bir kişiyi içtenlikle pişman olduğunda affeder. Biz kimiz ki, affetmeyelim- derdi." "Beni affedebildin mi peki?" "Ne yazık(!) Sana hala inanmıyorum." Her sene karşımda duran bu günahkar adamı affetmeyi deniyordum. Buraya geliş sebebim buydu. Çünkü anneannemin dediği bir başka şey ise; "Birisine tevbe etmesi için fırsat ver. Yaşadığı sürece her zaman bir umut vardır." Allahım, sen bu kuluna inanabildin mi? Onu affedebildin mi? Ben bir türlü affedemiyorum. Cezaevinden sonra Ayaş aile mezarlığına gelmiştim. Ailemin kabrini senede bir de olsa mutlaka ziyaret ederdim. Mezar toprağının üstüne yeni çiçekler ekip sularken bir yandan da konuşmaya devam ettim. "Anneciğim, babacığım. Nasılsınız? Bana öfkeli olmalısınız, Erva'yı size getirmediğim için. Özür dilerim. Erva çok büyüdü. Güzel ve zeki bir kız çocuğu oldu." Konuşacaklarım bittikten sonra mezarlığın kenarına oturup ağlamaya başladım. Bir süre öylece kala kaldım. En sonunda telefonumun titremesiyle kendimi toparlayabilmiştim. Mesaj, Burcu'dandı. "Erva ile dışarıdayız. İşin bitince ara, sen de gel." *** Burcu ve Erva ile bir kafede buluşmuştum. Erva oldukça keyifli görünüyordu. "Anneciğim, günün nasıl geçti?" Çilekli milkshake'inden bir yudum aldıktan sonra "Burcu abla ile birlikte çok eğlendim. Ama Ankara'yı pek sevmiyorum. Deniz yok. Çok renksiz." diye yanıtladı. Gülümsedim. "Ankara'yı sevmen için yaşaman gerek. Ankara, içinde yaşarken kendisine aşık olup bağlandığın bir şehir." "O zaman biz neden burayı terk ettik, ardımıza bile bakmadan?" Erva, Burcu ablasının sorusunu anlayamamıştı. Anlamsızca bizi dinliyordu. "İnsan bazen sevdiği halde gider. Korktuğu için." Bizde korktuk. Yaşadığımız şeylerin benzerini yaşamaktan ve bize acı vermesinden. Bazı şeyleri hatırlamaktan. *** Akşam olduğunda Burcu'nun evinde ailesiyle birlikte yemek yiyorduk. Bu sayede Burcu'nun ailesi oldukça mutluydu. "Abla, gece seninle birlikte uyuyabilir miyim?" Burcu'nun on yaşındaki erkek kardeşi Berk, Burcu'ya sormuştu bunu. "Bana alışma Berk. Yarın gidiyorum." Her zaman sıcakkanlı ve neşeli olan Burcu ailesiyle birlikte iken oldukça soğuk ve gaddardı. Berk'in, ablasını sevdiği çok belliydi. Sevimli ve zeki bir çocuktu. Lakin Burcu'nun katı kalbi senelerce ona karşı bir türlü yumuşamamıştı. Berk, gözleri dolu bir şekilde "Ben odama gidiyorum." diye izin isteyerek sofradan kalktı. Bende arkasından lavaboya gitme bahanesiyle masadan kalktım. Odasının kapısını kibar bir şekilde tıkladıktan sonra içeri girdim. Ağlıyordu. Beni görünce gözyaşlarını silmeyi denese de, başarı olamadı. Yanına oturdum ve sımsıkı sarıldım. "Ablan seni çok seviyor. Lakin bunu gösteremiyor." "Sevmiyor. Ablam beni sevmiyor. Ama neden sevmiyor? Ben ne yaptım ki ona?" "Hayır, çok seviyor." Kapının aralığına baktığımda Burcu'yu gördüm, sessizce bizi izliyordu. Benim fark ettiğimi anlayınca hiçbir şey söylemeden gitti. "Keşke benim ablam sen olsaydın." Berk'in söylediği bu şeyi, Burcu'nun duyduğunu odadan çıkarken fark etmiştim. Anlaşılan gitti sandığımda kapının yan tarafında bizi dinliyordu. "Haklı. Ben asla senin gibi mükemmel bir abla olamayacağım." *** Ertesi gün, sabahın erken vaktinde Burcu'yu almak için evinin önüne gelmiştim. Henüz hava yeni aydınlanıyordu. Erva ise arabanın arka koltuğunda uyuyordu. Burcu'nun bütün gece uyumadığı gözlerinin şişliğinden belliydi. Hızlı bir şekilde valizini bagaja koyduktan sonra arabaya bindi. "Kimse uyanmadan hemen gidelim." "Birisi çoktan uyanmış." Burcu arabanın camından dışarı baktığında Berk'i gördü. Ablasını son kez görebilmek için sabahın çok erken vaktinde uyanmıştı. Hiç aldırış etmeden koltuğunu yavaşça geriye doğru yatırdı ve gözlerini kapattı. "Gidelim, bir an önce Trabzon'a." *3* Not: Anlatım ve yazım karışıklığı olmaması adına hikayedeki konuşmaların hiçbiri Karadeniz şivesiyle yazılmayacak, normal yazım kuralına uygun Türkçe kullanılacaktır. Siz karadeniz şivesiyle hayal edebilirsiniz :) # Uzun bir yolculuğun ardından nihayet Trabzon'a gelebilmiştik. Erva keyifli bir şekilde etrafı seyrediyordu. Burcu ise biraz düşünceli gibiydi. "Ne düşünüyorsun?" Etrafa bakındı ve "Ben burada nasıl yaşayacağım, Selen?" diye dudağını büktü. "Bunu daha önceden kendine sorman gerekmiyordu? Çok geç kaldın!" diye kıkırdadım. Burcu için biraz zordu lakin alışacağına emindim. "Burcu, sana bir şey soracağım. Bana doğruyu söyleyeceksin." Bu, uzun zamandır içimi kemiren bir soruydu. Artık cevabını bizzât öğrenmem gerekiyordu. "Doğu görevimi bitirmemişken neden İzmir'e tayinim çıktı?" Burcu'nun yüz ifadesindeki değişiklik her şeyi apaçık belli etse de, ondan duymak istiyordum. Bir şeyleri saklamak ile yalan söylemek arasında fark vardı. Bu yüzden asla yalan söyleyemezdi. Zirâ ikimizin de haz etmediği en önemli şey, yalandı. "Bunun cevabını çoktan öğrenmişsin sanırım." Sorunun cevabından kaçmak, o soruyu sorulmamış yapmazdı. "Lafı dolandırma, lütfen." "Çok zordu! Benim için gerçekten çok zordu! Mardin güzel bir şehir, tamam. Lakin benim için orada yaşamak çok zordu." diye yanıtladı. Birkaç meslektaşımın da doğu görevi bitmeden büyükşehirlerin küçük ilçelerine tayini çıkmıştı. Bu yüzden benimkinin de normal ve tesâdüfi olduğunu düşünmüştüm. Lakin içimi kemiren şeyin artık doğru olduğuna emindim. Burcu'ya gelince, ne zamana kadar bizi takip edeceğini merak ediyordum. Bu durumdan şikayetçi değildim ama bu durum onun adına beni biraz rahatsız hissettiriyordu. "Bu yüzden sen de torpil ile bizi İzmir'e getirdin!" diye sertçe çıkıştım. Dudağını büzerek "Torpil demeyelim. Öyle söyleyince kulağa pek hoş gelmiyor. Mevki sahibi ve iyiliksever birisinden hayatımızı kolaylaştırması için bir ricada bulundum diyelim." diye yanıtladı. Kendini savunmaya başladığında ellerini kullanıyordu ve eğer oturuyorsa bacaklarını hafifçe sallıyordu. Benim aksime onun beden dili oldukça konuşkandı. Bu komik hissettirse de, şu an gülmemeliydim. Ona olan kızgın ve sert tavrımı korumalıydım. Arabayı yemek yiyebileceğimiz bir restaurantın önüne park ederken "Sana gerçekten inanamıyorum..." diye söylenmeye başladım. *** Trabzon'un şehir merkezinden küçük bir ilçeye gelmiştik. Yeni tayinim, küçük bir ilçe okuluna çıkmıştı. "Burası yemyeşil. Çok güzel!" Erva etrafı izlerken hayranlıkla bakıyordu. Burayı beğenmişti. Lakin Burcu için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Anlaşılan her ihtimale karşı onu uyarmam gerekiyordu. "Şimdiden söylüyorum. Bu sefer karışmayacaksın!" Burcu istemsizce başıyla onaylamakla yetindi. "Hem ** fenomeni olduğun için popüler olan şeyleri yapmıyor muydun sen? Doğu expressi ile saatlerce seyahat etmek zorunda bile bırakmıştın bizi(!) Bu aralar da fenomenlerin seyahat olarak tercih ettiği yer, Karadeniz." "Kısa süreli gezmek için evet, güzel fikir. Lakin burada yaşamaktan bahsediyoruz." diye derin bir nefes aldıktan sonra "Neyse en azından biraz ekmeğini yemeye çalışalım." diye ekledi. Çantasından cep telefonunu çıkarıp arabanın camından fotoğraf çekmeye başlamıştı bile. Anlaşılan bugün Burcu'nun ** hikayeleri coşacak gibiydi. İlçenin çarşısında müsait bir yere arabayı park ettikten sonra arabadan indim. Elimdeki adresten ne yazık ki, bir şey anlamıyordum. Navigasyon da yetersizdi. Herkesin gözlerini üzerimizde hissetmem birkaç saniyemi bile almamıştı. Aldırış etmeden terzihanenin önünde duran kadına yaklaştım. Elimdeki adresi göstererek "Burayı tarif edebilir misiniz acaba?" diye rica ettim. Adresi görünce şaşırmıştı. "Ne yapacaksın sen burayı?" "Biz bu evi kiraladık da." Kadının yüz ifadesi değişmişti. "Dur bacım dur. Ben sana tarif etmekle kalmayıp oraya götüreceğim." diyerek içerideki çantasını alıp çıktı. Burnundan soluyordu. Sebebini anlayamasam da sormamayı tercih ettim. *** Yaklaşık on beş dakika süren bir yolun ardından diğer evlere göre biraz uzakta kalan iki evin önüne gelmiştik. Arabadan indiğimizde adres sorduğumuz kadın birden "Ana!" diye bağırmaya başladı. Ne olduğunu anlamayarak Burcu'yla birbirimize baktık. Yaşlı, hafif kilolu ve sert yüz hatlarına sahip bir kadın evden dışarı çıkmıştı. "Ulan gelin! Bu bağırışının sebebi ne? Bu sefer ne oldu?" "Benim senden istediğim şu evi, kiracıya mı verdin?" "Ev benim değil mi? Kime istersem ona veririm!" Burcu bana bakarak "Bunlar bizi çiğ çiğ yer, kimse de duymaz. Biz emin miyiz, burada kalacağımıza?" diye alaycı bir şekilde güldü. Derin bir nefes alıp Burcu'ya sert bir bakış attım. *** Neyse ki, olay daha fazla büyümeden bitmişti. Ev sahibimiz Emine hanım, geliniyle oğlunun yan taraftaki eve taşınmasını engellemek için evi yabancıya kiralamaya karar vermişti. Yani bizim anladığımız buydu. Burcu patavatsız bir şekilde "Abla bu kaynanan seni yan eve bile göndermiyorsa işin çok zor. Hapis hayatı yaşıyorsun." diyerek Cemile'yi doldurmaya başlamasıyla olay yeniden alevleniverdi. Cemile'nin yakarışları tekrar başlamış ve bitmek bilmiyordu. Burcu'nun kulağına hafifçe eğilerek "Saçma sapan konuşma! Böyle devam edersen bu gece başımızı sokacak evimiz olmayacak." diye fısıldadım. Ardından diğerlerine dönüp "Emine teyze, aile bütünlüğünün bozulmasını istememiş olabilir. İnsan, sevdiklerini hep en yakınında ister." diye devam ettim. "Ağzın bal yesin kızım! El kızı bile beni anladı ama sen bir türlü anlamadın beni, gelin!" Cemile alaycı bir kahkahayla "Acaba o seninle aynı evde yaşadı mı hiç, ana?(!)" diye sesini yükseltti. Bu tartışmayı bölmezsem daha uzayacak gibiydi. "Özür dilerim ama biz artık evimize yerleşebilir miyiz? Aile kavganıza biz gittikten sonra devam edebilirsiniz." *** Eve girdiğimizde önceden gönderdiğimiz eşyaların güzel bir şekilde yerleştirilmiş olduğunu gördüm. Burcu etrafı süzerken "Ee bu Cemile abla, eşyalar taşınırken de mi görmemiş?" diye sordu. "Dedi ya, babası rahatsız olduğu için bir hafta onda kalmış." Burcu başıyla onaylarken odaları dolaşmaya başlamıştı, Erva'da aynı şekilde. "En azından eşyalarımız sayesinde ev fena görünmüyor. Bu arada Emine teyze beni köşeye sıkıştırıp bizi akşam yemeğine davet etti. Nezaketen kabul etmek durumunda kaldım." Bunu duyduğuma pek sevinememiştim. Üzerimdeki yol yorgunluğunu atabilmek için uzun bir uykuya ihtiyacım vardı. Erva kendi odasına bakmaya girdiğinde Burcu bana doğru eğilip "Erva'nın senin kızın olduğunu duyduklarında yüzlerindeki ifade çok komikti." diye kıkırdadı. *** Akşam yemeği için evden çıktığımızda bahçede uzun bir sofranın bizi beklediğini görmüştük. Burcu bana yaklaşıp "Bir şey soracağım. Bunların ailesi kaç kişi? Masada kaç tane tabak var, sayamıyorum bile. Cemile abla haklı. Bu evde kalınır mı?" diye söylendi. Erva ise masaya bakarken "Kalabalık aile! Çok güzel!" dedi neşeyle. Erva'ya anne olmaya çalışsam bile ona istediği aile kavramını verememiştim, ne yazık ki. Bu yüzden kalabalık aileler onun oldukça hoşuna gidiyordu. Cemile abla'nın "Kızlar! Ne duruyorsunuz orada? Gelsenize." diye seslenmesiyle masaya doğru ilerledik. Mangalda yapılan balık kokusu rahatsızlık duymama neden olmuştu. Zirâ balık yemeyi pek sevmezdim. Cemile abla gülerek "Bu benim herif, Raşit." diye mangalın başında duran (tahminen otuz beş - otuz altı yaşlarında) adamı gösterdi. "Merhaba, çok memnun oldum. Bana Raşit abi diye hitap edebilirsiniz. Yeni eviniz hayırlı olsun." "Bizde memnun olduk. Teşekkür ederiz." İlk günden tartışmalarına şahit olsak da, oldukça sıcakkanlı ve samimi bir aile oldukları belliydi. Cemile abla, Erva ile hemen hemen aynı yaşlarda görünen bir erkek çocuğunu Erva'nın yanına getirdi ve "Bu benim oğlum, Toprak. Hadi arkadaş olun, bakayım!" diye güldü. Erva ile Toprak uslu bir şekilde konuşurlarken Cemile abla, mangalın başındaki kocasına cilve yapmaya devam ediyordu. Ben ise Emine teyzeye bakmak için mutfağa yönelmiştim. Mutfakta henüz on yedi - on sekiz yaşlarında görünen bir erkek çocukla karşılaşmıştım. Hayranlıkla beni süzerken "Sen bir melek misin? Yolunu mu şaştın yoksa?" diye sordu. Tam o anda, Emine teyze mutfağa girmişti ve çocuğun ensesine sert bir şekilde vurdu. "Kendine gel! O, senin ablan sayılır." dedikten sonra bana dönüp "Bu en küçük oğlum, Eymen. Malum ergenlik dönemi, iyice kendini şaştı." diye devam etti. Burcu "Bir şey lazım mı?" diye mutfağa girdiğinde Eymen şakacı bir tavırla "Bu da mı ablam sayılır?" diye sordu. Burcu'yla birbirimize bakıp kıkırdamaya başlamıştık. Kaba ve değişik olsalar da eğlenceli bir aile gibi görünüyordu. *** Yemek sofrasına oturduğumuzda aile üyeleri hala tamamlanmamıştı. İki tabağın yeri boştu. Cemile abla, içeriden elinde telefonla gelmişti. "Enes ve Buğra biraz geç kalacaklarmış. Siz başlayın, misafirler beklemesin dediler." Yemeğe başladığımızda Erva ile Toprak yanyana oturmuş ve güzel bir şekilde sohbet ediyorlardı. En azından Erva'nın burada ilk arkadaşını edinmiş olması güzeldi. Bu ani tayinlerim en çok onu olumsuz etkiliyordu. Yeni düzen, yeni okul, yeni arkadaşlıklar... Onun için oldukça zor süreç olan bu durum sürekli tekrarlanıyordu. Emine teyze bir yandan yemek yemeye devam ederken bir yandan da bizi soru yağmuruna tutuyordu. "Sen ingilizce öğretmeniydin değil mi, Selen kızım?" Gülümseyerek "Evet." diye yanıtladım. "Sen ne iş yapıyordun, Burcu kızım?" "Ben Fransız dili ve edebiyatı mezunuyum. Babamın şirketinden gelen fransızca mailleri çeviriyorum." "Biraz baba parası sevenlerdeniz anlaşılan." Emine teyzenin de Burcu kadar patavatsız olduğu belliydi. Ayrıca sabah Cemile ablayı desteklemesinin hıncını alıyor gibiydi. Bu sefer ki soru ise Cemile abladan bana gelmişti. "Canım, onca şey arasında bir türlü soramadım. Senin kocan nerede?" Bu sorunun bunca zamandır bekleyebilmiş olmasına bile şaşırmıştım. "Benim kocam yok." Bu soru, Erva'nın da dikkatini dağıtmıştı. "Benim babam öldü." Masada kısa bir sessizlikten sonra sorgu sual devam ediyordu. Kendimi uzun zaman sonra ilk defa bu kadar baskı altında hissediyordum. Nerelisiniz, aileniz nerede, kaç yaşındasınız vs. Bütün bu soruları cevaplarken oldukça gergin ve huzursuz hissediyordum. Ayıp olmasın diye zorla yemeye çalıştığım balıklardan bahsetmiyorum bile. Akşam yemeğinden sonra Burcu, ben ve Cemile abla bulaşıkları mutfağa taşıyorduk. Bütün bulaşıkları taşıdıktan sonra Burcu'yla birlikte makineye yerleştirmeye başladık. "Siz zahmet etmeseydiniz, ben yapardım." "Yok canım ne zahmeti." Cemile abla mutfakta bulunan masaya oturdu ve ikimizi süzmeye başladı. Burcu, Cemile ablaya döndü ve "Bugün o çarşıdaki insanlar niye tuhaf baktı bize? Yabancıyız diye mi?" diye sordu. Cemile abla gülerek "Böyle giyinmeye devam ederseniz daha çok bakarlar." diye gözüyle işaret etti. Aynı anda Burcu'yla birbirimizi süzmüştük. Benim üstümde siyah mini şort, Burcu'nun üstünde ise koyu kot mini şort vardı. Şimdi anlaşılıyordu. "Ben bir Erva'ya bakayım." Üst katta bulunan Toprak'ın odasına girdiğimde oldukça keyifli bir şekilde oyun oynuyorlardı. Onu böyle görmek beni mutlu ediyordu. "Anneciğim, artık gidelim mi?" "Biraz daha kalsak olmaz mı?" Erva'nın oldukça eğlendiği belliydi. Bu yüzden gülümseyerek "Tamam, yarım saat sadece." dedim ve odadan çıktım. Merdivenlerden inerken uzun boylu, hafif kirli sakallı, oldukça yakışıklı, tahminen 29-30 yaşlarında bir adamla karşılaştım. Bu, Cemile ablanın bahsettiği kayınbiraderlerinden biri olmalıydı. "Merhaba, ben evin ikinci oğlu Enes." Soğuk ve ciddi bir tavırla "Merhaba, ben Selen." diye karşılık verdim. Enes yukarı çıkacakken, ben aşağı inecekken sürekli birbirimizin önüne hareket ederek engel oluyorduk. En sonunda sinirlenerek "Önce ben sağdan, tamam mı?" diye sordum. Enes'in kendi içinden bana tevbe estağfurullah çektiğine emindim. Merdivenlerden inecekken birden ayağım boşluğa gelmişti. Bunu hissettiğim anda Enes'in gömleğinin kenarından tutmuştum. Onun beni tutacağını sanmıştım ama birlikte merdivenlerden aşağı yuvarlanmıştık. Enes'in üzerine düşmüştüm. Birbirimizin nefesini hissedebileceğimiz kadar yakındık. Kalbim duracak gibiyken nasıl bu kadar hızlı atabilirdi? O anın şaşkınlığıyla ne yapacağımı bilemezken herkes başımıza toplanmıştı. "Bu ne? Film sahnesi mi? Ne basit ama!" diye söylenerek ayağa kalkmaya çalıştım. Ama ayağımın ağrısından kalkamamıştım. Hala Enes'in üzerindeydim. "Senin yüzünden bende merdivenlerden yuvarlandım. Bir de beni mi suçluyorsun?" Haklıydı ama bunu asla kabul etmeyecektim. "Beni tutmalıydın! Kim sana benimle birlikte düşmeni söyledi? Daha bir kızı tutacak gücün bile yok!" Halk arasında hem suçlu hem güçlü diye tabir edilen insan figürüydüm resmen şu an. "Kızım asabımı bozma da kalk bedenimin üzerinden!" Ne kadar kalkmaya çalışsam da kalkamıyordum. Ayağımı kırdım mı yoksa düşüncesiyle korkmaya başlamıştım. "Kalkamıyorum, ayağım kırıldı sanırım." Raşit abi ve Cemile abla'nın yardımı sayesinde Enes'in üzerinden kalkabilmiştim. Cemile ablanın yüzündeki sinsi gülümseme huzursuz olmama neden olmuştu. *** Hastaneye sinir olduğum Enes ile birlikte gelmek zorunda kalmıştım. Cemile abla, ikimizi göndermiş ve Burcu'yla Erva'yı kendine esir olarak almıştı. Doktor bey röntgen sonuçlarıma bakarken ikimizde gergin ve sessizdik. Hastaneye Enes'in kucağında geldiğim için de oldukça utanç verici hissediyordum. "Herhangi bir kırık durumu yok. Sadece ayağınız darbe aldığı için biraz incinmiş. Bir hafta sargıda kaldıktan sonra sargıyı çıkarabilirsiniz. Ama ayağınızın üstüne çok basmamaya özen gösteriniz." Doktorun odasından çıkarken Enes'e tutunmak yerine kenarlardan tutunmayı tercih etmiştim. "Bu kadar inatçı olma. Doktor ayağının üstüne basmaman gerektiğini söyledi. Gel, yardım edeyim." Hiçbir şey söylemeden yürümeye çalışıyordum. "Neden bu kadar inatçısın? Daha doğru düzgün tanışmadık bile. Ama düşmanmışız gibi davranıyorsun. Bu öfkenin bir sebebi var mı?" O an, duraksayıp Enes'e baktım. Evet, bir sebebi vardı. Merdivenden birlikte düştüğümüz on beş saniyelik zaman diliminde yüzüme vuran nefese karşı hissettiğim heyecan... Buna öfkeliydim. Ama sadece "Tamam, haklısın. Bir an önce gidelim." demekle yetinip Enes'e tutunmayı tercih ettim. *** Gece boyunca merdivenden düştüğümüz o anı defalarca gözümde canlandırmıştım. Böyle bir heyecanı hissetmeyeli yıllar olmuştu. Bunu defalarca düşündüğüm için tam bir aptal olmalıydım. "Uyuyor musun?" Burcu kapının eşiğinden bana bakıyordu. "Hayır." Bir şey söylemeden yanıma yatıverdi. "Ben bu çift kişilik yatağı rahatça çaprazlama yatabilmek için falan almıştım. Sen yanıma rahatça sokul diye değil." Güldü ve sımsıkı sarıldı. "Bugün gördüm." "Neyi?" "Enes'e olan bakışını."

Great novels start here

Download by scanning the QR code to get countless free stories and daily updated books

Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD