6- çorbacının oğlu

1289 Words
Sağ elimi kaldırıp yüzüme gölgelik yapmıştım. Sesim az önceki tutarsız atarıma nazaran epey cansız çıkmıştı. "Kullanmıyorum, git lütfen." derken. Elimle onu kovarmış gibi yapıp tekrarladım. "Git." "Seni eve götüreyim hadi." dedi bana doğru eğilirken. Yüzü biraz ilerimizdeki bakkalın hizasındaki ışıkla aydınlanıyordu. "Abinin haberi var mı?" "Ne?" dedim bir anda sersemleyerek. "Eve falan gittiğim yok." "Ne kullandın? Bu kadar abartmasaydın... Sana karışmazdım." "Lan!" deyip daha başımı kaldırırken vurucu cümleyi söyledi. "Mete'yi arayım ben." Sonra kendi kendine konuşur gibi bir halde devam etti. "Şimdi başına bir iş gelir, üzerime kalır. Mete gelsin alsın en iyisi." O telefonunu çıkarmak için geriye doğru gerilip elini cebine attı. Neye uğradığımı şaşırmış bir şekilde etrafıma bakınıyordum. Tek istediğim burada oturmaktı. Tek istediğim! Yağmur yağsa bile burada ıslanarak oturmaktı istediğim işte. Onu bile fazla görüyordu hayat. Çıldırmama şu kadarcık kalmıştı. Ayağa kalktım zorla. Kaç saattir oturuyorsam bacaklarım öyle bir uyuşmuştu ki düşecek gibi olmuştum. Bu şekilde ayakta dengesizce salınmam ve ağlamaktan şişip kızarmış gözlerim onun savını daha da desteklemişti şimdi. Bir anda gözleri endişeyle açılıyordu, düşüp bayılmamdan korkarmış gibi tetikte duruyordu. Elimi başıma koydum yorulmuş bir halde. "Telefonu kapat." dedim gözlerimi onun gözlerine kitleyerek. "Abimin haberi var. Karışma sen." "Yine de..." Beni süzdü baştan aşağı. "Bu halde olduğundan haberi yoktur." "Sikicem belanı şimdi... Ne varmış halimde? Altüstü uykusuzum! Bir de sen gelip bıdı bıdı başımı şişiriyorsun!" Nefes verip devam ettim. "En iyi hükümet en az hükmedendir." dedim. "Ha?" "Siktir git şimdi. Uyuşturucu alsaydım bunu diyebilir miydim? Sivil İtaatsizlik sayfa yedi, Henry David Thoreau." "Sen çok iyi kafayı çekmişsin." dedi şaşkınca. "Ya da ateşlendin...Hasta gibi görünüyorsun zaten." "Peşimi bırakmayacaksın değil mi? Çok halsizim bak uğraşamıyorum. Allahım! Allah var mı ki? Neredesin?" Telefonu tekrar eline alınca ileri atıldım. "Bırak lan!" diye bağırdım soğuktan çatlayan sesimle. "Bağırma milleti uyandıracaksın gece gece..." "Uyansın, umurumda mı? Uyanın, sahur vaktii! Davulcunuz geldi, bam bam! Bam! Dam? Dam bam?" Panikle etrafa bakıp eliyle ağzımı kapattığında şemsiyesi yere düşmüştü. Geriye doğru kaçmaya çalıştıysam da başaramamıştım. Karşımızdaki binanın dailerinden birinin ışıkları açıldı. Sahura kalkacaktı anlaşılan. "Sus. Sus!" Fısıldayarak bağırdı. "Bak arayacağım abini. İçime kurt düşürdün." Gözlerine baktım. Utançla karışık gergin bir şekilde bana bakıyordu. Elini yaladım. "Lan, sikeyim!" ağzımı bırakıp elini salladı hızlıca tiksinerek. "Niye yaladın?" "Bırak diye!" "İğrençsin..." "Daha iğrenci ne biliyor musun? Geçen gün birinin taşaklarını yaladım! Taşak! Taşak!" "Allahım..." Önce eğilip şemsiyesini aldı sonra da kolumdan tuttu. Siyah ıslak saçları alnına yapışmıştı. Burnu ve yanakları soğuktan -bir de sinirden- kıpkırmızı olmuştu. "Sus. Rezil ediyorsun kendini." Dediği gibi kendisi ile beraber beni sürüklemeye başladı aniden. "Bıraksana! Abimin arkadaşısın diye ne hakla bana karışırsın? Ne hakla, ne hakla?" Delirmiş gibi tuhaf kısa bir kahkaha atıverdim. Uzaktaki köpekler sesimden korkup havlamaya başlamıştı. Çocuk panikleyip adımlarını hızlandırdı hemen. "Ayılınca daha iyi kızarsın, sus şimdi. Sessiz ol!" Dedi ürkerek. Kolumdan tutmaya devam ediyordu yürürken. Daha çok kaçmayayım diye değil de yürümeme yardım etme amacı ile tutuyormuş gibi bir havası vardı. "Seni ayılınca..." diye mırıldandım. "Ayılınca pişman edicem seni." "Hmmm...Tabii." Sola döndüğümüzde bizim evin yolunu tuttuğumuzu fark ettim. Tarif etmesi zor bir korku tüm bedenimi sarmıştı. Gözlerim endişeyle kısıldı, nefesim daraldı. Beni sokakta bırakmamak konusunda ne diye bu kadar inat ediyordu? İç çektim. Dudaklarım titriyordu artık. Her eve yaklaştığımızda sanki gücümden güç eksiliyor, halsizleşiyordum. En sonunda tamamen titremeye başlamıştım. Olduğum yerde durdum. Tek bir adım bile atacak halim yoktu. "Eve gidemem. En azından bu gece gidemem. Beni eve götürme." Dedim yere bakarak. Sesim o kadar cılız çıkmıştı ki yağmurun gürültüsünden ve köpeklerin yakarışlarından duymamış olacağını düşündüm. Yol ayrımının orada durduk. Sonra onun derin bir nefes aldığını duydum. Arkasını döndü, beni çekiştirdi. Geldiğimiz yoldan geri dönüyorduk. Bu kadar kolay bir şekilde onu ikna ettiğimden ötürü fazlasıyla şaşkındım. Bir yandan da kalbim o kadar hızlı atıyordu ki öleceğimi düşünmüştüm. Kontrolsüz bir sevinçle saçma herhangi bir şey yapacağımdan korkuyordum. Fakat yol boyunca sesim çıkmamıştı. Gerçekten güçten düşmüş olmalıydım. Henüz fazla uzaklaşmamıştık ki bir mekanın önünde durduk. Cebinden anahtarı çıkarırken konuştum. "Burayı biliyorum." dedim. "Esnaf lokantası... Sahibi çok çirkin ama yemekleri güzeldi." İçeri girerken arkasını dönüp bana baktı. Tuhaf bir şekilde yüzü gerilmişti. "O adam benim babam." dedi. Ses tonunu öyle bir ayarlamıştı ki bir anda kendimden nefret ettim. Dudaklarımı büzüp gözlerimi devirdim. O bana bakmayı bırakıp etrafı düzenliyordu. Işıkları açıyor, aletlerin fişlerini takıyordu. "Sen annene çekmişsin...Tip olarak yani." diyerek durumu kurtarmaya çalıştım. Tekrar işini gücünü bırakıp bana baktı. Siyah ince kaşları havadaydı, ağzı gerilmişti. "Annemi hiç görmedim." dedi. Amacı beni yerin dibine sokmak falan mıydı? Boğazımı temizledim. "Olsun." dedim tizleşip çatlayan sesimle. "Benim iki tane var. Birini sana vereyim. Ama biri ölü diğeri de kafadan kontak haberin olsun." Bir şey hatırlamış gibi kafasını kaldırdı. "Depoda yedek kıyafetler olacaktı..." dedi. "Gelsene." *** Kafamda küçük, horoz desenli bir havlu ve yeni giyindiğim kuru kıyafetlerimle masanın birine oturmuştum. Bacaklarımı sallıyor, etrafa aval aval bakınıyordum. Hatırladığımdan daha geniş bir yerdi burası. Bir sürü geniş masası vardı. Duvarların ortası mavi çiçek desenleri ile süslenmişti. Tam karşımda ise kocaman bir ayna duruyordu. Kendimi bu şekilde görmek iyi hissettirmemişti. Çökmüş gözlerimin feri sönmüştü! Sanki daha önceki gibi parlak bir yeşile sahip değillerdi. Resmen göz rengim bile çirkinleşmişti artık. -ya da çirkin ışıklandırma beni bu triplere sokuyordu- Yanaklarım kızarmıştı, dudaklarım kurumuştu. Ben birkaç günde ne kadar yaşlanmıştım! Niye burayı oturmayı seçmiştim ki? Kendimle karşılıklı yemek yemek isteyeceğim son şey olurdu. Hem çirkin görünüyordum hem de muhabbetim sarmazdı. Duvardaki saate baktım, dörde gelmek üzereydi. İçime bir ürperti gelip titredim. Siyah yünlü kazağı parmaklarıma kadar çekip omuzlarımı kaldırdım. Öyle bir üşümüştüm ki -iç çamaşırlarıma kadar ıslandığımdan olsa gerek- yarım saattir ısınamamıştım. Mahir, az sonra önüme bir kase çorba ve ekmek getirdi. Depoda giyinirken laf arasında aç olduğumu söyleyince dolapta kalan birkaç şeyi yiyebileceğimi söylemişti. Şimdi de mercimek çorbasına boş gözlerle bakıyordum. "Sen yemeyecek misin?" diye sordum. "Ben aç değilim. Birkaç saat sonra kahvaltı yaparım zaten." Karşıma oturdu. Ben de yavaş yavaş çorbayı kaşıklıyordum. Soğuktan sonra iyi gelmişti. "Param var." dedim. "Pantolonumda kaldı..." "Gerek yok paraya. Bu çorba sen yemesen sabah atılırdı." Devam etti. "Uzun zamandır görmüyordum seni. Tekrar burada yaşamaya mı karar verdin?" "Ha...Evet. Bir süre en azından...Gelmişken birkaç işim de var ama...Sen beni görüyor muydun? Ben seni hiç görmedim." "Görüyordum. Sen beni nasıl tanımadın anlayamadım. Sizin eve de geldim hatta birkaç kez." "En son ne zaman gelmiştin?" "En son..." Düşünceli bir şekilde elini ensesine attı. "Taziye için gelmiştim sanırım. Orada beni görmemen doğal. Dalgın görünüyordun." "Üzgündüm." dedim. "Babam öldüğü için üzüleceğimi hiç düşünmüyordum gerçi...Ama yıkıldığımı hissettim." Diyecek bir şeyler arıyor gibi bir hali vardı. Ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmıştı, sanırım o da hala üşüyordu. "Aniden birini kaybetmek üzücü olmalı." dedi. Sonra sessizce ekledi. "Neden üzüleceğini düşünmüyordun ki?" Sanki o benden çok üzülmüştü bu duruma. "Bilmiyorum. Haz ettiğim biri değil. Homofobik bir kez. Gelemem böyle şeylere! Anlıyor musun?" Zoraki bir şekilde gülümsedi. "Başın sağ olsun tekrar." "Hı hı!.." Çorbayı bitirdiğimde itip kafamı masaya koydum. "Ellerine sağlık!" dedim gözlerim kapanırken. "Burada uyuma. Az sonra müşteriler gelmeye başlar." Kafamı kaldırdım zorla. "Benden rahatsız mı olurlar?" dedim mayışmış bir halde. "Hoş görünmez diyelim. Aşağıda koltuk var. Orada uyu." Tekrar karanlık merdivenlerden inip depoya geldik beraber. Mahir anında ışığı açınca gözlerim kamaşmıştı. Masanın karşısına konumlanmış deri koltuğu gösterdi bana. Esneyerek ilerledim. Sonra kendimi koltuğa bıraktım. Gözlerimi açtığımda Mahir bir anda yok olmuştu. Esneyip gözlerimi kapattım, açtığımda mahir elinde bir örtü ile gelmişti. Ayak ucuma bırakıp arkasını döndü gitmek için. Beklenmedik bir şekilde doğruldum. Aceleyle tişörtünden tuttum. "Yanımda dur." dedim sanki bilincimi kaybetmiş gibi. Kelimeler ağzımdan iradem dışı çıkıvermişti. "Yorgunum." Arkasını döndü. Elimden tutup elimi çekti yavaşça tişörtünden. "Etrafı toplamam lazım. Uyu sen. Dinlenmen gerek." "Peki seni bir daha görecek miyim, Mahir?" "Bir yere kaçtığım yok ya. Uyandığında burada olurum." İkna olmuş gibi geri yattım. Örtüyü üzerime çekip söylendim. "Gidersen seni bulurum!" Duyup duymadığından emin değildim. Ancak bir şeyi merak ediyordum. Bu konuşmanın ne kadarında kafamın güzel olduğunu düşünecekti? Umarım son ana kadar beni ciddiye almamıştı. Öbür türlü uyandığımda büyük bir utanç içinde olacaktım. -6. bölüm sonu-
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD