Soluksuz koşmaya devam edince saçlarımdaki lastikli tokam isyan ederek kayıp düştü. Özgürlüğüm sırtımda bir bayrak gibi esiyor kanatlarım varmış gibi süzülüyordum. Güneş en tepedeyken Mardin’in en ücra köyünün en yüksek dağının başında delicesine koşarken tek hissettiğim sonsuz özgürlüktü. Kahkahamı tutamadım ve keçilerle girdiğim yarışta biraz daha öne geçmek için bütün gücümle koşmaya başladım. Arkamdan dört ayakla bile bana zor yetişen keçilere omzumun üstünden bakıp bir kez daha kahkaha attım. Beni geçecek kadar inat değillerdi daha.
Az ileride bizi bekleyen ağaçlık alana girdiğim gibi suyun sesine doğru koştum. Küçük bir şelaleden akan buz gibi su ve onun doldurduğu ufak bir havuz vardı. Kimse burayı bilmezdi gelip giden olmadığı için de benim gizli yerim olmuştu. Her öğlen buraya gelir yüzer bir de burada keçilerimle vakit geçirirdim. Ormanlık alan iki dağın arasındaki bir oluğun içinde olduğu için görünmesi imkansızdı. Anca çok yakına geldiğinizde görebilirdiniz.
Keçiler ormanda daha iyi oldukları için birkaç tanesi beni geçti. Alnımdan boynum doğru akan terle pes etmedim ve kaslarımın yanmasına rağmen koştum. Şelalenin sesi yakından gelmeye başladığında ise elbisemin eteğinden tuttum ve başımdan çekip çıkarttım. Altımda siyah şortum üzerimde siyah sütyenim dışında bir şey yoktu. Boynumda anneannemin nazar için dizdiği kehribar boncuklar dışında tabii.
Suyun kanımı kaynatan şırıltısıyla başımı kaldırdım ve şelalayi gördüğüm gibi kayadan atlayan keçinin arkasından bende atladım. Çığlığım ormandan yankılanıp kuşların çekirgelerin sesine karışmıştı. Kendimi bir saniye sonra ise buz gibi suda buldum. Tenime çarpan binlerce iğne ile irkilmiş buz gibi suyun dibine inerken kemiklerime kadar üşümüştüm. Ayaklarımı yere basarak kendimi yukarı ittim ve suyun yüzeyine çıkınca derin bir nefes alarak yüzüme gelen saçlarımı ittim. Suyun soğukluğuna anında alışan bedenimle güldüm. O an yaşadığım heyecan ve adrenalini çok seviyordum.
Keçilerimin hepsi suya atlamış etrafımda yüzmeye başlamışlardı. Bütün gün beni güldüren keçilerime su sıçratıp asabi melemelerini keyifle dinledim. Biraz sonra çıkıp havuzun çevresinde otlamaya devam edeceklerdi ama onlar sıkılmadan elimden geldiğince oynayıp anın tadını çıkardım. Nazlı ve Belek’i kollarımın altına alıp yüzlerini yıkadım. Tükürüp meleyerek ellerimden kaçmaya çalıştılar. Suratsızları bırakıp diğerlerine sardım. Hepsi benden yaka silkerek havuzdan kaçınca kollarımı açıp kendimi suyun üstüne bıraktım. Yüzmeyi izlediğim videolardan öğrendiğimi söylersem kimse inanmazdı. Zaten kime söyleyecektim ki? Olsa bile benim dilimin bağı bağlıydı.
Suya kendimi teslim etmiş bir şekilde yüzerken tenimde tuhaf bir karıncalanma hissiyle kaşlarımı çattım. Bu hissi biliyordum. Kendimi bildim bileli bu hissin kıskacındaydım. Köyün içinden geçmek zorunda kaldığımda meraklı gözlerin ve alaycı bakışların hedefi olur köyden çıkana kadar da beni takip ederdi. Boğucu ve bütün neşemi söndüren kasvetli bir histi.
Bedenimi yavaşça suyun altına gömdüm ve gözlerimi açarak etrafımı saran yüksek kayalara göz gezdirdim. Keçiler hiçbir şeyin farkında olmadan otluyorlardı. Yabancı biri olsaydı ilk onlar tedirgin olur kaçarlardı. Ama bir şey beni izliyordu. Öyle ki tenimde gözlerinin ağırlığını hissediyordum. Yutkunarak çevreme bakmaya devam ederken gözüm akan küçük şelaleye kaydı. Arkasında küçük mağara gibi bir şey vardı ama su aktığı için karşısını göremiyordum. Akan suya baktığımda tenimdeki karıncalanma hissi artmış ve kalp atışlarım düzensiz bir şekilde atmaya başlamıştı. Orada ya biri vardı ya da bir hayvan saklanıyordu. Kurt mu vardı acaba? Ama kurt olsa kaçardı. Orada daha büyük sabırla bekleyen bir şey vardı.
Korku dolu gözlerle izlediğim şelalenin arkasında tahmin ettiğim gibi bir şey kıpırdadı ve suyu yararak ortaya çıktı.
Bir adam!
“Korkma.” dedi içimde varlığından haberimin olmadığı tellere dokunan sesi.
Simsiyah saçları yıldızların olmadığı gece kadar koyuydu. Kalın her zaman çattığını belli eden kaşları burnunun üstündeydi. Gözlerim yüzünde dolaşırken yavaşça geriye doğru yüzdüm. Ama o yerinde durmuş beni izliyordu koyu gözleriyle. Siyah gibi görünen gözlerinin derinliği ve gücüyle sarsıldım. Bir insanın gözlerinin içine bakıp güçlü olup olmadığını anlayacağımı sanmazdım. Bu adam bunu bağırıyordu o güzleriyle. Sert bakıyor söylenmemiş emirlerin yerine getirilmesini bekliyordu. Kemerli burnundan akan suyun dudak çizgileri belirgin olan üst dudağına yayılmasıyla gözlerimi kırpıştırdım. Dudakları düz bir çizgi gibi görünüyordu ama dudak çizgileri etli dudaklarını her şekilde gözle önüne seriyordu. Sivri, inatçı olduğunu bağıran çenesinden akan damlalarla yutkundum. Kısacık sakalı ve geniş çene kemikleriyle yüz güzelliğin portresi gibiydi ama bakışları tehlikenin göbek adıydı.
“Burada yüzerken sen geldin. Korkma.” dedi erkeksi bir sesle. Köydeki çoğu adamın sesini birbirine benzetirdim hepsi aynı boğucu tona sahipti ama bu adamın sesi gırtlaktan alaz alaz akıyordu. Konuşunca nefesimi tuttuğumu fark edip derin bir nefes aldım. Bir şeyler beni korkutuyor kaçmamı fısıldıyordu. Biraz daha geri yüzmek isterken sırtıma batan kaya parçasıyla yüzümü buruşturdum. Acıtmıştı.
“Gözlerini kapat çıkacağım.” dedi çabucak. “Sana zarar vermem.” Temin edercesine gözlerimin içine daha derin ve temkinli bakınca kalbimin korkudan şişip aynı saniyede patlamasıyla titredim. Kollarımla gövdemi sarıp köşeye sindim. Köydeki hiç kimse yüzümü dahi görmemişken bu adam beni neredeyse yarı çıplak görmüştü.
“Beni anlıyor musun?” diye sordu bu kez kaşlarını daha derin çatarak.
Hala onun burada olmasının şokunu atabilmiş değildim ve konuşamıyordum! Nasıl cevap verecektim?
“Tu min fam dikî?” "Beni anlıyor musun?" diye kürtçe kalın bir tonda konuşunca gözlerimi kırpıştırdım. Sesiyle içim alev almış su buz gibi etime yapışıp kalmıştı.
“Tu bi tirkî nizanî.” "Türkçe bilmiyorsun." dedi nereden çıkardıysa. Konuşamıyordum sadece.
“Ez ê derkevim, çavên xwe bigire.” "Ben çıkacağım, sen gözlerini kapat."
Gözlerimi kapatmamı istiyorsa... Tamamen mi çıplaktı şimdi? Çıplak ve yabancı bir adamla küçük bir havuz içinde yalnızdım! Korkudan gözlerimi sonuna kadar açıp kaçmak için uygun bir yer aradım. Her ne olursa olsun bir an önce buradan gitmeliydim. Kayalıklardan başka bir şey yoktu tırmanman gerekiyordu.
“Netirse. Ez tiştekî bi te nakim.” "Korkma. Sana bir şey yapmam." diye suyun altında ellerini kaldırıp teslim olur gibi yukarıda tuttu. Benden uzağa geriye doğru gidip benim gibi sırtını kayaya yasladı. “Çavên xwe bigire, ez tazî me.” "Gözlerini kapat, çıkacağım." derken bir kaşını hafifçe kaldırıp uyardı.
Kollarımla kendimi daha çok sarıp kayaya sindim ve dişlerim birbirine çarparken gözlerimi yumdum. Tamamen çıplak nasıl girerdi?
“Sakın! Sakın atma onu!”
Yabancı adam haykırınca gözümün birini açtım ve kısık bakışlarımın altında neler olduğuna baktım. Tepemde birine bağırıyordu. Birileriyle mi gelmişti bu? Korkudan aklım tutulurken gözlerimi açıp döndüm ve kayanın üstündeki Belek’in ağzında siyah bir kumaş parçası vardı. Adamın olmalıydı. Eh en azından başka bir yabancı yoktu.
“Atma!” Yabancı adam bağırıp eliyle su sıçrattığında Belek geri kaçtı fakat siyah kumaş bırakmıştı. Üzerim gelen düşen kumaşı kollarımı kaldırarak tuttum ama içinde her ne varsa suya düştü.
“Senin gibi keçinin ben!” diye kızgınlıkla homurdanan adama döndüm ve bana doğru yüzdüğünü görerek ellerimi kaldırıp başımı şiddetle iki yana salladım. Keşke o dilimin bağı çözülmüş olsaydı da gelme deseydim. Yaklaştıkça çok daha büyük ve uzun bir adam olduğunu fark etmemle su daha da soğudu. Geniş omuzları kaslı kalın kolları ve boğum boğum duran kol kasları suyun içinde ağzımı kurttu.
“Tu lal î?” "Sen dilsiz misin?" diye yarı yolda durdu birden. Sonunda anlamıştı ama eskisine göre daha sert bakıyordu. Burnundan soluklanıp havada tuttuğum pantolonuna ve yüzüme bakıp gözlerini kıstı. “Mift û telefona min ketin avê. Ez ê biçim avê û bigerim. Ji avê jî derkeve.” "Telefonum ve anahtarım suya düştü. Suda girip arayacağım. Sen de o arada çık."
Buraya bir arabayla gelmişti ve ben o koca arabayı görmemiştim. Dikkatsiz değildim ama demek o da gizlenerek gelmişti. Kim olduğu umurumda değildi. Bir an önce buradan çıkmak istiyordum. Başımı aşağı yukarı hızla salladım. Adam çenesini bir kere indirdi ve nefes bile almadan başını suyun altına çekti. Dalışına şaşırırken suyun altında beni görebileceği aklıma geldi. Ah hayır!
Sağımda kalan alçak kayanın çıkıntısına tutundum ve kendimi hızla yukarı çektim. Zorlanmadım sabah akşam dağlarda keçilerin peşinde koşturduğum için zor gelmiyordu. Sonunda keçilerime benzemiştim. Kayaların en üstüne çıkıp adamın diğer elbiselerine göz gezdirdim elimdeki pantolonu yanına koymak için ama hayır! Lanet olsun keçiler hepsini dağıtmıştı. Belek şimdi de ayakkabısını çiğniyordu. Beyaz gömleği çoktan keçilerin ayaklarının altında çamura bulanmıştı. Ve siyah iç çamaşırı Boncuk’un boynuzundan sarkıyordu. Dokunup alacağımı sanmıyordum.
Elimden geldiğince etrafına saçılan elbiselerini toplayıp ağacın dalına astım. Fakat iç çamaşırı Belek’in boynuzunda hala sallanıyordu. Yüzümden akan suyu elimin tersiyle silip derin bir nefes verdim. İç çamaşırını da giymeyi versin canım. Köşede duran elbisemi üzerime geçirip saçlarımdaki suyu sıktım. Tokam yine kayıp düşmüştü açık bıraktım ve ayağımdaki lastiklerin içindeki suyu da döktüm. Bütün bu süre boyunca adamdan bir haber yoktu. Arada göz ucuyla suyun yüzeyine bakmış olabilirdim. Kaç dakika nefesini tutabiliyordu bu adam?
Sonunda toparlandığımda gitmek için keçilere el kaldırdım ama son bir kez daha adama bakmak için kayanın üstünde suya göz attım. Hala görünmüyordu ama boğulsa da hemen yüzeye çıkardı fazla bir derinliği yoktu. Sadece göz atacaktım ama onu beklediğimi fark edince ufak bir adım geri çekildim. Ömrüm boyunca onun gibi bir adam görmemiştim ve fazlasıyla dikkatimi çekmişti kabul ediyordum. Köyde ona benzer kimse bile yoktu. Zaten köyü de fazla bilmezdim annesinin nereden getirdiğini bilmedikleri bir kıza kimse hoş gözle bakmıyordu. Kimsenin de benimle arkadaşlık kurmasını istemiyorlardı. Onları kötü etkiliyormuşum. Ben konuşamıyordum daha neyimden kötü etkileneceklerdi? Anneannemle köyün en sonunda iki odalı evimizde yaşıyorduk bir şekilde işte. Ben dağda keçilerimle mutluydum bu bana yetiyordu.
Suyun yüzeyine diktiğim gözlerimle nefesim hızlanmaya başladı. Başını bir yere vurup bayılmış olabilir miydi? Suya girip kontrol-
Düşüncemi daha tamamlayamadan suyun yüzeyine çıkan adam derin bir nefes alıp avucunda tuttuğu eşyaları kaldırdı. Başını kaldırıp direkt gözlerimin içine baktığında aramızdaki bir şey beni tedirgin etti. Bakışları yoğun ve üzerimde güçlü bir etkisi varmış gibi hissediyordum. Ağzını açıp şunu yap dese kendimi onun için hareket ederken bulabilirdim. Böyle korkutucu bir şey işte.
Hızla atan kalbimin üstüne elimi koyup hızla döndüm ve geldiğim yöne doğru koşmaya başladım. Keçiler yeni bir yarışın kokusunu aldığı gibi önüme düştü. Hatta beni bile geçmeye başlamışlardı. Özellikle boynuzunda sallanan kumaş parçasıyla Belek en öndeydi.
Ormanlık alandan çıkıp diğer kıyafetlerimi sakladığım çalılıklara doğru koşturdum. Vardığım çalılıkların arasına kendimi atıp sırt üstü uzandım. Göğsüm hızla inip kalkarken gözlerimi kapattım ama perdelerimi boydan boya kaplayan adamla irkildim. Simsiyah saçları, belirgin dudak hatları, rengini çözemediğim koyu gözleri, geniş omuzları ve kaslı kolları sanki kanlı canlı karşımdaymış gibi yine beni o etkilemişti. İtiraf etmeliyim ki çok yakışıklı bir adamdı. Onun gibisini daha önce hiç görmemiştim bu yüzden etkilenmem normaldi. Köyden çarşıya çok az çıkardık ve arada gördüğüm gençler dikkatimi çekmiyordu. Fakat bu yabancı adam... Nefes alıp verirken bile beni hayran bırakacak hale sokmuştu. İyi ki fazla durmadan kaçmıştım. Kalsaydım kesinlikle hayranlığımı belli edecektim. Kötü gibi görünmüyordu ama anneannem her erkeğin içinde bir canavar derdi hep. Onu görmek istemezdim işte.
Öğleden sonrasını çalılıkların arasında yabancı adamı düşünerek geçirdim durdum. Yanımdaki telefona bakıp saatin dörde geldiğini görünce hemen toparlanıp üzerime olb erkek gömleğini ve geniş erkek pantolonunu geçirdim. Saçlarımı ensemde bağladım ve üzerine şapkamı geçirdim. Köydeki hiç kimse beni bir genç kız olarak görmemişti. Herkes beni çirkin zayıf kara kuru bir kız olarak bilirdi. Çok zayıf olabilirdim ama asla çirkin değildim. Kendi güzelliğimin farkında olup daha çok saklanmak istiyordum. Çünkü bu köyde kimse beni insan yerine koymadığı gibi harcamaktan da çekinmezdi. Yüzüme anneannemden aldığım kömür küllerini sürüp iyice ovdum. Boynuma kadar sürüp yüzümün rengini iyice değiştirdim. Şimdi gitmek için hazırdım. Büyük çantamı sırtıma alıp köyün yolunu tuttum. Bugün aylarca sürecek hayal dünyasına kendimi atmış olmanın mutluluğu vardı.
Dağın eteklerine inip o şekilde eteklerden devem ederek yol aldık. Ben ve keçilerim. Yanımızdaki yoldan gelip geçen birkaç araba hep oluyordu. Bazıları köye gidiyor bazıları ise daha uzaktaki başka köylere yol alıyordu. Sonuçta burada hep aynı şeyler olur aynı yüzler aynı yerde aynı sözlerle bulunurdu.
Yola yakın bir etekte yürürken yanımızdan geçen pahalı ve lüks görünen araba ile gözlerimi kıstım. Bu arabaya benzer bir arabanın buradan geçtiğini hiç görmemiştim. Bu her kimse yabancı biri olmalıydı. Hızı yavaşlayıp biraz ileride sağa çekerek durduğunda ben de durdum. Keçiler de durup otlamaya başladı. Zaman o an benim için donmuştu. Bu yabancı arabanın sahibi o yabancı olabilir miydi?
Arabanın sürücü tarafındaki kapısı açılıp dışarı daha temiz kıyafetlerle ama iri yarı siyah saçlı bir adam çıkınca gözlerimi kırpıştırdım. Uzaktan seçemiyordum ama o adam gibi duruyordu. Büyüktü iriydi ve insanı korkutan bir enerji yayıyordu. Yine kalbim hızla atmaya başlayıp bütün işlevlerimi sıfırlamıştı. Yabancı etrafına baktıktan sonra gözlüklerini gözünden çıkardı ve dost doğru bana baktı. Keçim iç çamaşırını çaldı diye peşime düşmüş olamazdı değil mi?
Yoksa bir sapık gibi onun iç çamaşırını aldığımı mı düşünüyordu? Bunu düşündüğünü düşünmek bile yüzümü kızartmaya yetti. Utancımdan bakışlarımı adamdan alıp dağın eteklerinde yürümeye hatta koşmaya başlamış bile olabilirdim. Keçilerim benden farklı davranmayıp önüme düştü.
“Bizina çiyê bisekine!*”
*Dağ keçisi bekle!
Arkamdan bağıran yabancıyı duymamış gibi yapıp koşmaya devam ettim. Peşimden geleceğini sanmıyordum. Küçük hesap sorma işini bırakıp yoluna devam ederdi.
“Ez ji te re dibêjim bisekine!*” "Ben sana diyorum bekle!*"
Ah hayır sesi eskisine göre yakın geliyordu. Ve sesinden sinirli olduğunu anlayabiliyordum. Omzumun üstünde bir göz atmak istedim ama ayağım takıldı ve kendimi bir an yerde buldum. Son anda ellerimi yere koymuş yüzümün ezilmemesini sağlamıştım ama dizlerim çok acıyordu. Sırt üstü dönüp kendimi düzelteceğim sırada ise başka bir sesle donup kaldım.
Yılan!
Tıslayan yılanla donup kaldım ve gözümü kaydırıp nerede olduğuna baktım. Bacağımın hemen yanındaydı ve onu rahatsız ettiğim için çok sinirli görünüyordu. Ama iyi yanı da vardı. Zehirli değildi. Siyah su yılanı diye bilinen yılanı biliyordu iyi huyluydu ama üstüne basıp rahatsız etmişti. Ve sanırım kuyruğu bacağımın altındaydı!
Tısss!
“Ahhhh!”
İyi huylu yılan dediğim kenafir gözlü bacağımdan ısırıp kuyruğunu alarak taşın arkasına doğru süzüldü ve saniyeler içinde yok oldu. Bacağımdaki acıyla dişlerimi sıkmışken başıma bir gölge düştü ve kayanın arkasına kenafirin kaçtığı yere dalan yabancı ile nefesimi tuttum.
“İşte buradasın!” deyip elinde yılanla kayanın arkasından çıktığında gözlerime inanamadım. İki metrelik yılanı tek elle tutmuş inceliyordu. Bu adam nasıl bir şeydi böyle? Yılanı inceledikten sonra uzağa fırlatıp bana doğru döndü. O da en az yılan kadar iki metreydi ve başımda bir dağ gibi dikilmiş hesap sorar gibi kara kaşlarının altında sertçe bakıyordu. “Min ji te re got bisekine ” diye dişlerinin arasında konuştuğunda ürperdim ve kendimi toparlamaya çalıştım. Ama bacağımdaki acıyla bütün yüzüm buruştu.
Yabancı büyük adımlarıyla üzerime doğru gelmeye başladığında kalçalarımın üstünde geri geri kaçmaya çalıştım. Ama ayak bileklerimden tutup kaçmamı engelledi. Ellerinde bir dal parçası gibi kalan bileklerimi çekemeden başını kaldırıp gözlerime baktı ve işte o zaman bir kez daha zaman durdu. Gözlerinin rengi beni içine alıp hapsetti. Koyu mor halkaları irislerini sarmış fantastik bir filmden fırlamış gibi canlı bir parlaklığa sahipti. Uzaktan siyah gibi görüyordu ama onlar mordu. Hatta koyu bir menekşe. İlk gördüğüm gözlerine öyle dalmıştım ki bana bir şeyler demiş ve ben başımı sallamıştım. Ne demişti acaba?
Bileğimdeki elinin pantolonumun düğmesine gittiğini ve düğmeyi açtığını girdiğim transtan tam çıkarken görmüş ve korkudan kendimi öyle hızlı geriye doğru çekmiştim ki ucunu tuttuğu pantolonum zaten kalçalarımdan sıyrılmıştı.
“Netirse, ez ê birînê binerım.” "Korkma. Bakacağım sadece.*" dedi pantolonumun ucunu bırakmadan. Altımda elbisem vardı bacağımı örtüyordu ama bir yabancının yarama bakması alışık olduğum bir durum değildi. Kendimi biraz daha ileri itip elinden kaçmaya çalıştım fakat elime batan otla kendimi sırt üstü yerde buldum.
" Xwe nelivîne!*” “Sakın kıpırdama!*" diye başımda bağırıp açılan yerden eteğimin ucunu uyluklarıma kadar çekti. Sırtıma batan taşlar yüzünden dengemi bulup elini itemedim bile.
“Mar ne jehrî bû, netirse.*” "Yılan zehirli değildi, korkma.*” dedi sanki yılandan korkmuşum gibi. Beni korkutan kendisiydi.
Parmak uçlarını dizimin bir karış üstünde ısırığın çevresinde dolaştırmaya başladığında üzerine düştüğüm güneşten yanan taşlardan daha sıcak parmak uçlarıyla yandım. Rengiyle hala duraksayıp daldığım gözleri önce bacağımda daha sonra daha yukarıya kaydı. Belimi havalandırdığımı göğüslerimi dışarı ittiğimi o zaman fark ettim. Ve o adını koyamadığım gözleri kızgın güneşin altında kör edici bir karanlığa teslim oldu.