5. BÖLÜM: PARİS BİLETİ

1471 Words
5. BÖLÜM: PARİS BİLETİ Ozan’ın telefonu titrediğinde, sabah kahvesini henüz yudumlamıştı. Ekrana düşen bildirim, sıradan bir mesaj değil, hayatının dönüm noktasıydı. Gönderen: European Economic Summit (Paris) Konu: Yılın Vizyoneri Ödülü - Davet Ozan telefonu masaya bıraktı. Elleri titremiyordu. Zihni, bu anın olasılığını zaten üç gün önce %94.6 olarak hesaplamıştı. Ama bilmek başka, yaşamak başkaydı. Leyla’nın sesi kulaklarında çınladı: "Sen vizyonsuzsun Ozan." Gülümsedi. Paris. Avrupa’nın kalbi. Ozan oraya gidip kürsüye çıktığında, sadece bir ödül almayacaktı. Leyla’nın, o fakülte dekanının, marketteki kasiyerin, onu yok sayan herkesin suratına o ödülü bir tokat gibi çarpacaktı. Ama sonra… Gülümsemesi soldu. Gözleri, salonun ortasında, ayna karşısında kravatını düzelten Caner’e kaydı. Caner, İtalyan kesim lacivert takım elbisesinin içinde jilet gibi duruyordu. O eski, göbeğini kaşıyan, eşofmanlı Caner gitmiş; yerine bir "Wall Street Kurdu" gelmişti. Aynadaki aksine bakıp kendi kendine motive edici konuşmalar yapıyordu. “Bugün o ihale senin aslanım. Hakan Korkmaz sana muhtaç. O odaya gireceksin ve masayı devireceksin.” “Caner,” dedi Ozan, tereddütle. Caner arkasını döndü. Gözleri, Ozan’ın cebindeki taştan yayılan o görünmez frekansla parlıyordu. Simsiyah, keskin, korkusuz. “Söyle Kral. Yine hangi borsayı çökertiyoruz?” “Paris,” dedi Ozan. “Davet geldi. Cuma günü ödül töreni var.” Caner ıslık çaldı. Yanına gelip Ozan’ın omzuna sertçe vurdu. “Vay be! İşte bu! Oğlum gidiyorsun değil mi? Sakın ‘Yok dersim var, yok kedim hasta’ falan deme. Gideceksin, o Fransızlara ekonomiyi baştan yazdıracaksın.” Ozan, elini cebine, İsmail Usta’nın yaptığı o kurşun kaplı saatin üzerine götürdü. Saatin kapağı şu an hafiftçe aralıktı (ev modu). Ozan, kapağı kapatırsa Paris’e gidemezdi. O zeka olmadan, o kürsüde tek kelime edemezdi. Taşı götürmek zorundaydı. “Gideceğim ama…” Ozan duraksadı. “Seni yalnız bırakmak istemiyorum. Yarın ve ertesi gün Holding’in bütçe toplantısı var. Hakan ve yönetim kurulu seni çiğnemek için fırsat kolluyor.” “Beni mi çiğneyecekler?” Caner kollarını iki yana açtı. “Ozan, kendine gel. Ben artık o eski ezik Caner miyim? Benim beynim açıldı oğlum. Format attık bana. Sen gitsen de, kalsan da fark etmez. Ben artık sistemi çözdüm. O Hakan denilen herifin ciğerinin röntgenini çekiyorum ben.” “Emin misin?” diye sordu Ozan, vicdanını rahatlatmak için son bir çıkış arayarak. “Üç gün yokum. Cuma, Cumartesi, Pazar.” “Git abi!” dedi Caner, saatine bakarak. “Hatta dönmeyebilirsin de. Paris’te kal. Ben burada krallığımı ilan ediyorum. Hadi kaçtım ben, holdingde show time!” Caner, vestiyerden deri çantasını aldı. Kapıdan çıkmadan önce Ozan’a döndü ve göz kırptı. “Vizyon görsünler Ozan. Vizyon.” Kapı kapandı. Caner gitti. Ozan, sessiz kalan evde tek başına kaldı. Ozan derin bir nefes aldı. Mantığı, “Her şey yolunda, Caner başının çaresine bakar” diyordu. İstatistikler Caner’in başarısını %99 gösteriyordu. Ozan valizini hazırladı. En üste, İsmail Usta’nın tembihlediği gibi saati özenle yerleştirdi. Aynaya baktı. “Üç gün,” dedi kendi kendine. “Sadece üç gün. Ne ters gidebilir ki?” Taksiye bindiğinde, arkasında bıraktığı şehrin üzerine gri bir bulut çöküyordu. Ozan, İstanbul Havalimanı’nın VIP kapısından girerken arkasına bakmadı. PARİS, GRAND PALAIS – CUMA AKŞAMI Salonda ağır bir parfüm, pahalı şarap ve "eski para" kokusu vardı. Avrupa’nın en büyük 500 ekonomisti, kristal avizelerin altında toplanmış, sahnedeki Türk’ü izliyordu. Ozan, kürsüdeydi. Önünde ne bir kağıt, ne bir tablet vardı. Sadece o vardı. Bir de yeleğinin cebinde, kalbinin hemen üzerinde tik-tak atan o gümüş köstekli saat. Kürsüye çıkmadan önce Fransız moderatör ona küçümseyerek bakmış, "Süreniz 15 dakika Bay Ozan, lütfen uzatmayalım" demişti. Ozan 40 dakikadır konuşuyordu. Ve salonda çıt çıkmıyordu. "Baylar," dedi Ozan, mükemmel bir İngilizceyle ama o Anadolu’nun sert tonlamasını koruyarak. "Siz ekonomiyi matematik sanıyorsunuz. Kaos teorisini grafiklerle açıklamaya çalışıyorsunuz. Ama yanılıyorsunuz." Eliyle salonu işaret etti. "Benim geldiğim yerde, Toroslar'ın tepesinde bir taş vardır. O taşın altından suyun nereden çıkacağını uydularınız bilemez. Ama oradaki çoban bilir. Neden? Çünkü o çoban veriyi okumaz, veriyi yaşar." Alman Merkez Bankası temsilcisi not almayı bırakmış, ağzı açık Ozan’a bakıyordu. Ozan, cebindeki taştan gelen o muazzam veri akışını hissediyordu. Avrupa’nın enflasyon verilerini, Asya’daki çelik üretimini, Amerika’daki tahvil faizlerini... Hepsini havada uçuşan toz taneleri gibi görüyor ve birleştiriyordu. "Sizin 'Kriz' dediğiniz şeye biz 'Kader' demiyoruz," dedi Ozan, sesini yükselterek. "Biz ona 'Yönetilememiş İhtimal' diyoruz. Ve size şunu söylüyorum: Yarın sabah Londra Borsası açıldığında, bakır madeni hisselerini satanlar batacak. Alanlar ise... Onlar yeni dünyayı kuracak." Salonda derin bir sessizlik oldu. Sonra... Arka sıralardan biri alkışlamaya başladı. Sonra yanındaki. Sonra bütün salon. Ozan, o alkış tufanının ortasında durdu. Gözlerini kapattı. Bu alkışlar Leyla’yaydı. Marketteki kasiyereydi. Onu "Kadro yok" diye kapıdan çeviren Dekan’aydı. "Bizim çocuk başardı," diye düşündü Ozan. "Dünyayı dize getirdik." Elini yeleğinin cebine götürdü, saati okşadı. İSTANBUL, KORKMAZLAR HOLDİNG – CUMA GECESİ Aynı dakikalarda, Maslak’taki gökdelenin en üst katında başka bir şov vardı. Caner, toplantı masasının ucuna oturmuştu. Ceketi sandalyede asılıydı, gömleğinin kollarını sıvamıştı. Karşısında CEO Hakan Korkmaz ve şirketin kurt yönetim kurulu üyeleri vardı. Hepsi terliyordu. Caner ise buz gibiydi. "Bak Hakan Abi," dedi Caner, elindeki kalemi parmaklarının arasında bir tespih gibi çevirerek. "Senin bu lojistik müdürün diyor ki 'Tırlar gümrükte takıldı'. Yalan. Tırlar gümrükte değil, tırlar Bulgaristan sınırında mazot kaçakçılığı yapıyor. GPS verilerini kapattırmış ama uydu takip sistemindeki boşluğu hesaplamayı unutmuş." Yönetim kurulu üyeleri dehşetle birbirine baktı. Caner ayağa kalktı. Masadaki projeksiyon cihazının ışığı yüzüne vuruyordu. Göz bebekleri simsiyah ve büyüktü. "Ben bu şirketin cirosunu altı ayda ikiye katlarım," dedi Caner. "Ama tek bir şartla. O finans departmanının anahtarını bana vereceksiniz. Kimse işime karışmayacak. Ben ne dersem o. Raconu ben keserim." Hakan Korkmaz yutkundu. Karşısındaki adam bir serseriydi evet, ama kahretsin ki şirketi kurtaracak tek adamdı. "Tamam," dedi Hakan. "Yetki sende Caner Bey." Caner sırıttı. Zafer onundu. Ozan’ın yokluğu hissedilmiyordu bile. "Ozan da kimmiş?" diye geçirdi içinden. "Asıl beyin benim. PARİS – CUMARTESİ GECESİ Ozan, otel odasının balkonunda, Eyfel Kulesi’ni izliyordu. Telefonu sessizdeydi. Mesaj kutusu tebriklerle doluydu. Cebindeki saat ısınmaya başlamıştı ama Ozan umursamadı. "Yarın dönüyorum," dedi kendi kendine. "Caner idare etmiştir. Zaten çocuk zehir gibiydi." O sırada Türkiye’de, zamanın dişlileri gıcırdamaya başlamıştı. PAZAR SABAHI Caner, holdingin en kritik sunumu için kürsüdeydi. Konu: 2025 Yılı Global Stratejisi. Salonda sadece yönetim kurulu değil, yabancı ortaklar da vardı. Caner dünden beri uyumamıştı. Kendini "hiperaktif" hissediyordu ama bu enerji, dünkü o berrak enerjiye benzemiyordu. Sanki... Sanki biraz cızırtılıydı. "Evet beyler," dedi Caner, kumandaya basıp ilk grafiği açarak. "Gördüğünüz gibi, Asya pazarındaki büyüme..." Durdu. Grafiğe baktı. Kırmızı çizgiler. Yeşil sütunlar. Yüzdeler. Dün gece baktığında bu grafik ona bir şiir gibi geliyordu. Her rakamın ne anlama geldiğini, o çizginin nereye gideceğini biliyordu. Ama şimdi? Şimdi sadece renkli çizgiler görüyordu. Gözlerini kırpıştırdı. "Odaklan Caner," dedi içinden. "Yorgunsun sadece. Odaklan." "...Asya pazarındaki büyüme..." diye tekrarladı. Ama devamı gelmedi. Zihnindeki o muhteşem kütüphanenin ışıkları, koridor koridor sönmeye başladı. Bilgiye uzanmak istedi. Elini zihnine attı ama parmakları boşluğu tuttu. Salonda bir uğultu başladı. Hakan Korkmaz kaşlarını çattı. "Caner Bey? Bir sorun mu var?" Caner terlemeye başladı. Soğuk bir ter sırtından aşağı süzüldü. "Şey..." dedi Caner. Sesi titriyordu. O dünkü "Baba" tonu gitmiş, yerine o eski, ezik Caner'in sesi gelmişti. "Burada... Iıı... Verilerde bir..." Zaman dolmuştu çok uzun zamandır kara cevherden uzaktı. Caner, sudan çıkmış bir balık gibi nefes almaya çalıştı. Beyni durmuştu. Dün gece "Ben dâhiyim" diyen adam, şimdi ilkokul seviyesindeki bir grafiği bile okuyamıyordu. Salondaki sessizlik, Caner'in kulaklarında bir çığlık gibi büyüdü. Ve o an, Caner'in içindeki o yapay özgüven, cam bir kule gibi tuzla buz oldu. Salondaki sessizlik, Caner’in kulaklarında binlerce desibellik bir çığlığa dönüştü. “Caner Bey?” dedi CEO Hakan Korkmaz. Sesinde artık saygı yoktu, şüphe vardı. “Asya pazarındaki büyüme diyordunuz. Rakamlar? Strateji?” Caner yutkundu. Boğazı cam kırıklarıyla doluymuş gibi acıdı. Ekrana baktı. Dün gece ona bir senfoni gibi gelen o grafikler, şimdi anlamsız çizgilerden ibaretti. Ebitda, ROI, Cash Flow... Bu kelimeleri biliyordu ama anlamlarını hissetmiyordu. Zihnindeki o muhteşem kütüphane yanmıştı. Geriye sadece küller ve o eski, lanet olası "sis" kalmıştı. “Şey…” dedi Caner. Sesi titredi. O bıçkın, "Baba", "Kral" diyen adam gitmiş; yerine üniversite kantininde borç isteyen o ezik çocuk gelmişti. “Ben… Ben biraz rahatsızım Hakan Bey. Tansiyonum… Galiba şekerim düştü.” Yabancı ortaklardan biri, yanındakine eğilip İngilizce fısıldadı: "Bu adam sarhoş mu?" Caner bunu duydu. Ama çeviremedi. Beyni işlem yapmıyordu. Panik, midesinden yukarı doğru, soğuk bir dalga gibi tırmandı. Ter damlaları şakaklarından akıp o pahalı İtalyan gömleğinin yakasını sırılsıklam etti. “Bir dakika,” dedi Caner, elindeki kumandayı masaya düşürerek. Tak. O ses, Caner’in bitiş düdüğüydü. “Lavabo… Lavaboya gitmem lazım.” Arkasını döndü. Koşar adımlarla, neredeyse kaçarak toplantı odasından çıktı. Arkasından Hakan Korkmaz’ın öfkeli sesi duyuldu: “Ne oluyor lan burada? Kim aldı bu serseriyi içeri?” Caner koridorda koşuyordu. Duvarlar üzerine geliyordu. Holdingin o ışıltılı, cam kaplı koridorları daralıyor, onu boğuyordu. Nefes alamıyordu. “Neredeyim ben?” diye düşündü. “Bu takım elbise ne? Ben buraya nasıl geldim?” Zekası çekildikçe, hafızası da bulanıklaşıyordu. Son bir haftadır yaşadığı o dâhilik anları, sanki başkasının hayatıydı. O sadece bir seyirciydi. Ve film bitmişti. Kendini erkekler tuvaletine attı. En sondaki kabine girdi, kapıyı kilitledi ve klozete çöküp kusmaya başladı. Midesindekileri değil, ruhunu kusuyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD