7. BÖLÜM: AKBABA'NIN GÖLGESİ

1951 Words
7. BÖLÜM: AKBABA'NIN GÖLGESİ Taksi, sokağın başında durmak zorunda kaldı. İlerleyemezdi. Çünkü Ozan’ın evinin önü mahşer yerine dönmüştü. Mavi ve kırmızı çakar lambaları, apartmanların solgun cephelerinde nöbetleşe dans ediyordu. Polis telsizlerinden gelen cızırtılı anonslar, mahalleli teyzelerin, balkonlardan sarkan meraklı başların fısıltılarına karışıyordu. Ozan taksiden indi. Paris’ten getirdiği o pahalı deri valizi, tozlu kaldırımına bıraktı. Hava soğuktu ama Ozan üşümüyordu. Cebindeki gümüş kaplama saat, vücuduna sürekli, stabil bir ısı yayıyordu. Bacakları titremek istedi, dizleri çözülüp yere yığılmak istedi ama yapamadı. Kalabalığı yardı. Pijamalarıyla sokağa inmiş amcalar, elleri ağzında "Vah vah" diyen teyzeler, ellerinde telefonla canlı yayın yapmaya çalışan ergenler... Ozan hiçbirini görmedi. Gözleri, sarı polis şeridinin çevrelediği o boşluğa, betonun üzerindeki o tümseğe kilitlenmişti. Üzerine beyaz bir çarşaf örtülmüştü. Ama çarşaf, gerçeği örtmeye yetmiyordu. Altındaki bedenin şekli, o kırılmışlık, o hareketsizlik... Ozan şeride yaklaştı. Bir polis memuru, "Hop! Yasak hemşerim, girme!" diye elini kaldırdı. Ozan polise bakmadı bile. Bakışları yerdeydi. Tam o sırada, lodosu andıran rüzgar esti. Çarşafın ucu hafifçe havalandı. Ve Ozan gördü. Çarşafın altından çıkan o spor ayakkabıyı gördü. Lacivert, yanları beyaz çizgili, taklit bir ayakkabı. İki ay önce Salı Pazarı’ndan birlikte almışlardı. Caner, "Oğlum orjinaline o kadar para verilir mi, bu daha rahat lan!" diye gülmüş, satıcıyla pazarlık yapıp 300 liraya indirmişti. O ayakkabıyı giyerken ne kadar mutlu olduğunu hatırladı. Ozan’ın göğsünün ortasında bir yanardağ patladı. Ciğerlerinden boğazına doğru, asit yakıcılığında bir feryat yükseldi. "CANER!" diye bağırmak istedi. Koşup o çarşafı kaldırmak, o soğuk bedeni sarsmak, "Kalk lan, şaka yaptım de!" diye haykırmak istedi. Göz pınarları doldu. Kalbi göğüs kafesini kırmak üzereydi. Ama sonra... Cebindeki Kara Cevher devreye girdi. Köstekli saatin içindeki taş, Ozan’ın yükselen stres seviyesini algıladı. Bu bir hataydı. Bu bir verimsizlikti. Duygu, mantığı kör ediyordu. Taş buna izin veremezdi. Ozan, tam hıçkırarak ağlayacakken, beyninin içinde soğuk bir el hissetti. O el, hormon musluklarını kapattı. Adrenalin: Stabil. Kortizol: Baskılandı. Serotonin: Yapay olarak dengelendi. Ozan’ın yüzündeki acı ifadesi, bir saniye içinde silindi. Gözlerindeki yaşlar akmadı, olduğu yerde kurudu. Boğazındaki düğüm çözüldü ama yerine buzdan bir yumru oturdu. Dışarıdan bakan biri için Ozan, en yakın arkadaşının cesedine bakan bir adam gibi değil; bozuk bir arabaya bakan bir sigorta eksperi gibi duruyordu. Soğuk. Donuk. İfadesiz. Mahalledeki teyzelerden biri fısıldadı: "Şuna bak... Arkadaşı ölmüş, adamın yüzü bile oynamıyor. Taş kalpli mi ne?" Ozan duydu. Her şeyi duyuyordu. Ama cevap veremedi. İçeride, ruhunun derinliklerinde kendi kendine çığlık atıyordu: "Ben yaptım... Hesabı yanlış yaptım." Zihni, istemsizce Caner’in düşüş açısını, betonun sertlik derecesini, ölümün gerçekleştiği milisaniyeyi hesaplamaya başladı. Ozan bu hesaplamayı durdurmak istedi. "Sus!" dedi beynine. "Analiz etme! Sadece üzül! Sadece ağla!" Ama yapamıyordu. Lanet olası taş, yas tutmasına bile izin vermiyordu. Tam o sırada, sokağın başındaki kalabalığı yaran ses, ne bir siren ne de bir kornaydı. Bu, ölüm hırıltısı çıkaran metalik bir öksürüktü. Egzozu patlak, sağ çamurluğu göçük, boyası güneşten kavrulmuş beyaz bir Renault Megane, olay yeri şeridinin tam dibinde acı bir frenle durdu. Motor stop etmedi, bir süre daha can çekişir gibi titredi ve sustu. Arabanın kapısı, yağsız bir menteşe gıcırtısı ile açıldı. İçinden inen adam, gecenin karanlığından daha yorgun görünüyordu. Komiser Cevdet. Teşkilattaki lakabıyla: "Akbaba." 50’li yaşların sonundaydı ama yüzündeki her çizgi, ona fazladan bir on yıl ekliyordu. Yüzü, kurumuş bir nehir yatağı gibi derin yarıklarla doluydu. Gözlerinin altındaki mor torbalar, uykusuz geçen 30 yılın, çözülemeyen dosyaların ve on yıl önce kaybettiği ailesinin madalyası gibi asılı duruyordu. Üzerindeki gri ceket, sanki bir kül tablasında uyumuş gibi ağır bir tütün kokusu yayıyordu. Gömleğinin yakası açıktı, kravatı ise boynuna asılmış bir idam ipi gibi gevşekti. Olay Yeri İnceleme’den genç bir memur, elinde tabletle koşturarak yanına geldi. “Komiserim, hoş geldiniz. Dijital krokiyi çıkardık, parmak izi taraması…” Cevdet, memurun yüzüne bile bakmadan elinin tersiyle onu sinek kovalar gibi itti. “Çek şu oyuncağı gözümün önünden evlat,” dedi. Sesi, zımpara kağıdı gibi pürüzlüydü. “Bana piksel değil, ruh lazım. Olay yeri şeridini kaldır.” “Ama Komiserim, protokol…” Cevdet durdu. Genç polise öyle bir baktı ki, çocuk tabletini düşürecekti. O bakışta, "Kesik Parmak Cinayetleri"ni çözerken kaybettiği karısının acısı, kızının mezarındaki toprağın soğukluğu vardı. O bakışta protokol yoktu; saf, damıtılmış acı vardı. “Benim laboratuvarım sokaklardır aslanım,” dedi Cevdet, belindeki beylik tabancasını düzelterek. “Orada mikroskopla değil, kan kokusuyla çalışırsın. Şimdi çekil.” Genç polis geri çekildi. Cevdet, yerde yatan cesede (Caner’e) uzaktan bir bakış attı. Yanına gitmedi. Cesetler yalan söylemezdi ama aceleleri de yoktu. Onlar artık sonsuzluğun malıydı. Cevdet’in işi, geride kalanlarlaydı. Apartman kapısına yöneldi. Merdivenleri ağır ağır, her basamağın gıcırtısını dinleyerek çıktı. 3. Kat. 8 Numara. Kapı açıktı. İçeride flaşlar patlıyor, beyaz tulumlu adamlar delil torbalarına bir şeyler tıkıştırıyordu. Cevdet içeri girdiğinde, odadaki hava değişti. Sigara, limon kolonyası ve "tecrübe" kokusu, ölümün soğuk kokusunu bastırdı. “Dokunmayın!” diye gürledi Cevdet. Salondaki herkes dondu. “Hiçbir şeye dokunmayın. Sadece izleyin.” Cevdet, ellerini cebine soktu. Gözlerini kıstı. Bir Akbaba’nın avını tepeden süzmesi gibi odayı taradı. Devrilmiş sehpa. Yerdeki KPSS kitabı. Açık kalmış balkon kapısı. Rüzgarla savrulan tül perde. Ve o perde… O perde sanki bir hayalet gibi, az önce buradan çıkıp giden canın son nefesini taklit ediyordu. Cevdet, balkona değil, mutfağa yöneldi. Tecrübesiz bir polis intiharın olduğu yere, balkona bakardı. Cevdet ise sebebe bakardı. Mutfak masasının üzerinde beyaz bir poşet duruyordu. Cevdet yaklaştı. Elini poşete uzattı. Hâlâ ılıktı. Poşeti açtı. İçinde üç adet, bütün ekmek vardı. Cevdet’in kaşları çatıldı. Eliyle ensesini kaşıdı. Bu onun, "Burada bir bokluk var" deme şekliydi. Ekmeklerden birini eline aldı. Yumuşacıktı. Altı kıtır kıtırdı. “İntihar...” dedi Cevdet kendi kendine, sesi fısıltıdan farksızdı. “İntihar edecek adam, yarına ekmek almaz.” Ekmekleri yerine bıraktı. Zihnindeki çarklar, paslı ama ölümcül bir hızla dönmeye başladı. “Borç batağındaki adam intihar eder. Aşk acısı çeken eder. Ama sabah fırına gidip, ‘Usta bana üç tane ver, biri kahvaltıya, ikisi akşama banmak için’ diyen adam etmez. Bu çocuk yarına çıkmayı planlıyordu. Yarına dair bir iştahı vardı.” Cevdet mutfaktan çıktı, salona döndü. Yerdeki KPSS kitabına baktı. Sonra açık olan televizyona. “Burada bir kavga yok. Zorlama yok. Dağınıklık yok. Her şey… fazla normal. Fazla sessiz.” Cebinden buruşuk bir paket sigara çıkardı (kaçak tütün). Yasak olmasına rağmen yaktı. Dumanı, olay yeri inceleme ekibinin "Steril alan" dediği salonun ortasına üfledi. “Mükemmel cinayet yoktur,” diye düşündü Cevdet. “Sabırsız katil vardır. Ya da…” Gözleri balkon kapısına takıldı. “Ya da kurbanı kendi elleriyle atmaya ikna eden bir şey vardır.” Cevdet balkona çıktı. Aşağıya, kalabalığın arasına baktı. Ve orada onu gördü. Polis şeridinin hemen arkasında duran, elinde pahalı bir deri valiz olan, üzerinde jilet gibi bir takım elbise taşıyan o adamı. Ozan’ı. Herkes ağlıyordu. Herkes şoktaydı. Ama o adam… Cevdet gözlerini kıstı. O adam bir heykel gibi duruyordu. Yüzünde tek bir mimik yoktu. Gözlerinde yaş yoktu. Ter yoktu. Titreme yoktu. Cevdet’in içindeki avcı, kan kokusunu aldı. “Suçlu adam terler,” dedi iç sesi. “Masum adam korkar, ağlar, bayılır. Ama bu herif… Bu herif ne terliyor ne korkuyor. Sanki… Sanki bir makine. Sanki arkadaşının ölümüne değil de, bozulan bir saate bakıyor.” Cevdet sigarasını balkon demirinde söndürdü. İzmariti, delil torbasına koyması gereken yere, aşağıya fırlattı. “Buldum seni,” dedi Cevdet, aşağıda duran Ozan’a kilitlenerek. “Bu işte alavere dalavere var. Ama ben çözmesini bilirim evlat.” Arkasına döndü. “Toplanın,” dedi ekibe. “Aşağı iniyoruz. Asıl hikaye yukarıda değil, kaldırımda.” Akbaba, avına doğru inişe geçmişti. Ozan, polis şeridinin hemen ucunda, elleri iki yanında, bir mumya gibi dikiliyordu. Rüzgâr, o pahalı İtalyan ceketinin eteklerini savuruyor ama Ozan’ın duruşunu milim bozmuyordu. Arkasından gelen ayak seslerini duydu. Ayakkabı tabanının asfalta sürtünme katsayısından, gelen kişinin yaklaşık 85 kilo olduğunu, sağ bacağında hafif bir menisküs aksaması bulunduğunu ve ciğerlerindeki hırıltıdan günde en az iki paket sigara içtiğini analiz etti. Arkasını dönmedi. Gelen kişi, Ozan’ın omzuna dokunmadı. Sadece yanına, çok yakınına geldi ve durdu. Burnuna ağır, ucuz tütün kolonyası ve ter kokusu çarptı. “Başın sağ olsun evlat.” Ses; paslı, yorgun ve tehlikeliydi. Ozan başını yavaşça çevirdi. Karşısında, yüzü harita gibi çizgilerle dolu, kravatı gevşek, gözleri kısık bir adam duruyordu. Komiser Cevdet. Cevdet, cebinden buruşuk sigara paketini çıkardı. Bir dal uzattı. Bu bir ikram değil, bir testti. Eli titreyen adam sigarayı alırken düşürürdü. Şoka giren adam sigarayı ters yakardı. “Kullanmıyorum,” dedi Ozan. Sesi, bir spikerin sesi kadar pürüzsüzdü. Cevdet sigarayı kendi dudaklarına götürdü. Çakmağı çakarken gözlerini Ozan’dan ayırmadı. Alevin ışığında Ozan’ın göz bebeklerine baktı. Küçülme yok. Büyüme yok. Sabit. “Yakın mıydınız?” diye sordu Cevdet, dumanı Ozan’ın yüzüne doğru üfleyerek. “Kardeşim gibiydi,” dedi Ozan. Kelime ağzından çıktığı an, cebindeki Kara Cevher ısındı. Ozan’ın beynindeki "Yas Merkezi"ni baskıladı. Normalde bu cümleyi kuran birinin sesi titrer, boğazı düğümlenirdi. Ama Ozan, "Hava bugün güneşli" der gibi söylemişti. Cevdet kaşlarını kaldırdı. “Kardeşin gibiydi… Ama sen buradasın, o yerde. Ve senin üstünde jilet gibi takım elbise, elinde deri valiz. Nereden geliyorsun böyle damat gibi?” “Paris’ten,” dedi Ozan. “İşim vardı. Buraya geldiğimde öğrendim.” “Vay…” dedi Cevdet, alaycı bir hayranlıkla. “Paris. Işıklar şehri. Arkadaşın burada karanlığa atlarken, sen ışıkların altındaydın demek.” Cevdet aniden Ozan’ın kişisel alanına girdi. Burnunun dibine kadar sokuldu. “Neyi vardı bu çocuğun? Borç? Kumar? Karı kız?” Bu bir tuzaktı. Cevdet, Ozan’ı savunmaya geçirmek istiyordu. Ozan’ın zihni saniyenin binde birinde soruyu parçalarına ayırdı. Seçenek A: Bilmiyorum demek. (Yalan algısı yaratır.) Seçenek B: Ağlamak. (Fiziksel olarak imkansız.) Seçenek C: Mantıklı analiz yapmak. Ozan, Seçenek C’yi seçti. “Caner’in borcu yoktu Memur Bey,” dedi Ozan. Gözlerini Cevdet’in gözlerine dikerek. “Kumar oynamazdı. Risk toleransı düşüktü. İstatistiksel olarak fevri kararlar alacak bir profili yoktu. Sadece… Son zamanlarda üzerindeki baskı artmıştı. İş stresi. Performans anksiyetesi.” Cevdet durdu. Sigarası dudaklarının arasında asılı kaldı. “Risk toleransı mı?” diye geçirdi içinden. “Performans anksiyetesi mi? Ulan arkadaşın ölmüş, sen bana otopsi raporu mu okuyorsun?” Cevdet geri çekildi. Ensesini kaşıdı. “Performans anksiyetesi ha… Güzel laf.” Sonra o son bombayı bıraktı. “Yukarıda, mutfak masasında ne buldum biliyor musun delikanlı?” Cevdet sustu. Ozan’ın tepkisini bekledi. Ozan’ın nabzı 70’te sabitti. Taş, kalbini bir metronom gibi tutuyordu. “Ne buldunuz?” “Ekmek,” dedi Cevdet. “Üç tane. Taze. Hâlâ ılık.” Cevdet, sigarasını yere attı ve ayakkabısının ucuyla ezdi. “İntihar edecek adam yarına ekmek almaz koçum. Bu çocuk yarına çıkmayı planlıyordu. Kahvaltı yapmayı, o ekmeği çaya banmayı planlıyordu. Bir şey oldu. O kapıdan içeri giren, ya da telefondan gelen bir şey… Onun fişini çekti.” Ozan’ın içinde bir yerlerde, taşın ulaşamadığı o derin kuyuda bir çığlık koptu. “Benim!” diye bağırmak istedi. Ama yüzü… Lanet olası yüzü, bir mankeninki kadar donuktu. “Belki de sadece alışkanlıktır,” dedi Ozan. Mantık, duyguyu yine ezmişti. “İnsanlar bazen otomatik pilotta yaşar Memur Bey. Ekmek almak bir refleks olabilir.” Cevdet güldü. Kuru, buz gibi bir gülüş. “Refleks ha? Bak sen şu işe.” Cevdet arkasını döndü. Arabasına doğru yürürken, sanki havadan sudan konuşur gibi seslendi: “Bu arada, gözlerin…” Ozan durdu. “Gözlerim?” Cevdet omzunun üzerinden baktı. Bakışları, bir Akbaba’nın pençeleri kadar keskindi. “Kuru. Çöl gibi kuru. En yakın arkadaşın, kardeşin yerde yatıyor… Ve sen bir damla bile terlemedin. Gözün bile dolmadı.” Cevdet arabasının kapısını açtı. “Normal bir insan burada kusar, ağlar, bayılır aslanım. Sen ise… Sen bana robot gibi, makine gibi cevaplar veriyorsun.” Kapıyı açtı ama binmedi. Son sözünü, bir mermi gibi Ozan’ın göğsüne sıktı. “Ben makineleri sevmem. Çünkü makineler vicdan yapmaz. Ama merak etme… Her makinenin bir kapatma düğmesi vardır. Ben o düğmeyi bulurum.” Kapıyı çarptı. Patlak egzozlu Megane, acı bir gürültüyle olay yerinden uzaklaştı. Ozan, rüzgarın ortasında tek başına kaldı. Cebindeki taş titriyordu. Taş, Ozan’ın stresini başarıyla sıfırlamıştı. Ozan sakindi. Ozan mantıklıydı. Ama Ozan, az önce hayatının en büyük hatasını yapmıştı: Kusursuz görünerek, kusurlu olduğunu kanıtlamıştı. Cevdet gitmişti ama gölgesi Ozan’ın üzerine düşmüştü. Satranç tahtasında ilk hamle yapılmıştı. Ve beyazlar (Cevdet), siyahların (Ozan) şahını tehdit etmişti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD