8. BÖLÜM-ÇAY DAVETİ
Ertesi gün öğle ezanı, kurşuni gökyüzüne asılı kalmış gri bulutları titretiyordu.
Cami avlusu kalabalıktı. Ama bu kalabalık, Ozan’ın Paris’te gördüğü o parfüm kokulu, elit kalabalığa benzemiyordu. Burada ter, rutubet, ucuz tütün ve saf keder kokusu vardı. Mahallenin esnafı, Caner’in çocukluk arkadaşları, uzaktan akrabalar... Hepsi o yeşil örtülü tabutun etrafında bir etten duvar örmüştü.
Ozan, musalla taşının tam dibindeydi. Eli tabutun soğuk ahşabına değiyordu. Cebindeki Kara Cevher (saat), Ozan’ın nabzını zorla 70’e sabitliyordu. Beyni, tabutun içindeki oksijen miktarını, çürüme sürecini ve tahtanın kalınlığını hesaplamak istiyordu. "Sus!" dedi Ozan zihnine. "Sadece dua et. Hesaplama yapma."
Tam o sırada, avlunun dışındaki sessizliği yırtan motor sesleri duyuldu. Herkes başını çevirdi. Üç adet siyah, camları zifiri karanlık Mercedes S-Class, cami kapısına bir duvar gibi yanaştı. Kapılar aynı anda açıldı. Önce korumalar indi. Kulaklıklı, güneş gözlüklü, robot gibi adamlar. Sonra orta araçtan o indi.
Hakan Korkmaz. Korkmazlar Holding’in CEO’su. Caner’i işe alan, onu "sıkan" ve posasını çıkaran adam. Üzerinde servet değerinde siyah bir palto, gözünde o meşhur kibri vardı. Buraya yas tutmaya gelmemişti; buraya "Bakın, ben çalışanına değer veren bir patronum" pozunu vermeye, vicdanını (eğer varsa) temizlemeye gelmişti.
Mahalleli fısıldaşarak kenara çekildi. Para, denizi yarar gibi kalabalığı yardı. Hakan, yanında iki asistanıyla birlikte musalla taşına doğru yürüdü. Yüzünde prova edilmiş, ölçülü bir üzüntü ifadesi vardı.
Ozan yerinden kımıldamadı. Hakan, Ozan’ın yanına geldi. Ozan’ı tanımıyordu. Sadece "Mevta’nın yakını" diye düşündü.
“Başımız sağ olsun,” dedi Hakan. Sesi toktu, profesyoneldi. “Ailesi siz misiniz?”
Ozan, yavaşça Hakan’a döndü. “Kardeşiyim,” dedi. (Kan bağı yoktu ama candan öteydi).
Hakan başını salladı, gözlerini tabuta dikti. “Yazık oldu,” dedi, sanki bozulan bir fotokopi makinesinden bahseder gibi. “Pırıl pırıl bir zekası vardı. Son bir haftada şirkette mucizeler yarattı. Ama…” Hakan duraksadı. Ses tonu değişti. Gözlerinde anlık bir korku belirdi. “Son toplantıda… Çok garipti. Bir anda dengesini kaybetti. Sanki… Sanki içindeki pil bitmiş gibi çöktü çocuk. Anlam veremedim.”
Pil. Bu kelime Ozan’ın zihninde bir şimşek gibi çaktı. Ozan’ın içindeki suçluluk duygusu, yerini saf, damıtılmış bir öfkeye bıraktı. Bu adam, Caner’in son anlarında ona yardım etmek yerine, onu izlemişti. Onu bir kaynak gibi tüketmişti.
Ozan, Hakan’a doğru bir adım attı. Aralarındaki mesafe otuz santime düştü. Korumalar hareketlendi ama Hakan elini kaldırıp onları durdurdu.
Ozan, gözlerini Hakan’ın gözlerine kilitledi. Ve o an, cebindeki saatin kapağını zihninde açtı. Taşın frekansı, Ozan’ın bakışlarından taştı.
O bakışta, normal bir insanın sahip olamayacağı bir derinlik, bir keskinlik ve korkutucu bir idrak vardı. Ozan, Hakan’ın retinasındaki kılcal damarların atışını, sabah içtiği viskinin kokusunu, şu anki korku seviyesini görüyordu.
“O pil bitmedi Hakan Bey,” dedi Ozan. Sesi fısıltı gibiydi ama Hakan’ın kulaklarında gök gürültüsü gibi patladı. “Birileri pilini tüketti. Ama merak etmeyin. Ben sizin yerinize de bulurum onları ve hesabı kapatırım. Rahat olun.”
Hakan Korkmaz dondu. Nefesi kesildi. Bir adım geriledi. Bu his… Bu titreşim… Bunu tanıyordu. İki gün önce, o toplantı odasında Caner masaya vurup “Raconu ben keserim” dediğinde de aynı şeyi hissetmişti. O insanüstü özgüveni, o "Ben her şeyi biliyorum" aurasını… O tuhaf, elektrikli enerjiyi.
Yılların kurt tüccarıydı Hakan. İnsan sarrafıydı. Caner’de gördüğü o açıklanamayan ışığın aynısını, şimdi bu adamın, bu "kardeşinin" gözlerinde görüyordu. Bu normal değildi. Bu, genetik bir benzerlik değildi. Bu, başka bir şeydi.
Hakan’ın ensesindeki tüyler diken diken oldu. “Kim bu adam?” diye düşündü dehşetle. “Ve Caner’deki o şey… Şimdi buna mı geçti?”
Ozan bakışlarını çekmedi. Hakan, hayatında ilk kez bir cenaze evinde, bir ölünün yakınından korktu.
“Tekrar başınız sağ olsun,” diyebildi Hakan, sesi hafifçe çatlayarak. Arkasını döndü. Hızlı adımlarla, neredeyse kaçarak arabasına yöneldi. Asistanına fısıldadı: “O adamı araştır. Kimmiş, neciymiş, Caner’le ne alakası varmış… Her şeyi istiyorum. O herifte tekinsiz bir şey var.”
İmamın sesi yükseldi: “Er kişi niyetine!”
Ozan tekrar tabuta döndü. Hakan Korkmaz gitmişti ama Ozan onu zihnindeki "Hedef Tahtası"na çivilemişti. Caner’in tabutuna elini koydu. “Rahat uyu kardeşim,” dedi içinden.
Kalabalık dağılıyordu. Toprak atılmış, dualar edilmiş, "Allah sabır versin" diyenler yavaş yavaş kendi hayatlarına, o sıcak, güvenli rutinlerine dönmüşlerdi. Geriye sadece taze, nemli bir toprak yığını ve başındaki tahta levha kalmıştı: CANER YILMAZ (1995-2024).
Ozan, mezarın başından ayrıldı. Cami avlusunun çıkışına, o demir kapıya doğru yürüdü. Adımları nizamiydi. Yüzünde ne bir kızarıklık, ne bir şişlik vardı. Ağlamamıştı. Taşı, göz pınarlarını kurutmuş, acıyı dondurmuştu.
Demir kapıdan adımını attığı an, yolu kesildi.
Metalik gri, çamurlukları paslı o Renault Megane, cami çıkışını bloke etmişti. Motor kaputunun üzerine yaslanmış, elindeki sönmüş sigarayı çevirip duran bir gölge vardı. Komiser Cevdet.
Cevdet, Ozan’ı görünce doğrulmadı. Sadece başını hafifçe kaldırdı. O kısık, torbalı gözleri, Ozan’ın ruhunu delip geçiyordu.
“Ozan Hoca,” dedi Cevdet. Sesi, mezar toprağı kadar pürüzlüydü. “Acele etme. Acelen yok.”
Ozan durdu. Beyni saniyenin onda birinde durumu analiz etti. Polis aracı yolu kapatmış. (Psikolojik baskı). Komiserin duruş açısı: Saldırıya değil, sohbete hazır. (Yanıltmaca). Çevredeki sivil araç sayısı: Sıfır. (Yalnızız).
“Memur Bey,” dedi Ozan, sesi sakin ve mesafeliydi. “İfademi dün verdim. Yorgunum. Yasımı tutmak istiyorum.”
Cevdet, elindeki sigarayı kulağının arkasına sıkıştırdı. Yavaş adımlarla Ozan’a yaklaştı. “Yas...” dedi kelimeyi ağzında çiğneyerek. “Garip şey şu yas. Kimini ağlatır, kimini dondurur. Seni dondurmuş anlaşılan.”
Cevdet, Ozan’ın yüzüne, o pürüzsüz cildine, o hiç bozulmamış saçlarına baktı. “Bak evlat. Dün o ifadeyi ayaküstü aldık. Olay yeri curcunası, kafalar karışık… Usülden yani. Dosya kapanmadan önce, merkeze kadar gelmen lazım.”
“Neden?” diye sordu Ozan.
Cevdet gülümsedi. Ama bu gülümseme gözlerine ulaşmadı. “Bir çayımızı içersin. Prosedür gereği. Dosyadaki boşlukları doldururuz. Sonra seni evine, o sessiz evine bırakırız.”
Ozan’ın zihni alarm verdi. Prosedür: Yalan. Çay: Yalan. Amaç: Çapraz sorgu. Açık arıyor. Beni merkeze çekip, gri odada, o floresan ışığın altında baskı kurmak istiyor.
Ozan, Komiserin gözlerine baktı. Normal bir insan olsa, "Ben suçsuzum!" diye bağırır ya da "Avukatımı arayacağım" derdi. Ama Ozan, bir satranç ustası soğukkanlılığıyla hamlesini yaptı.
“Devletin çayı geri çevrilmez Komiserim,” dedi Ozan. “Gidelim.”
Cevdet’in kaşları hafifçe kalktı. Beklediği direnci görmemişti. Bu adam ya çok masumdu ya da Cevdet’in 30 yıllık meslek hayatında gördüğü en profesyonel oyuncuydu. “Buyur,” dedi Cevdet, arabanın arka kapısını açarak.
Ozan arabaya yöneldi. Kapı koluna uzandı. O an, zaman yine yavaşladı.
Arabanın içi leş gibi ucuz tütün ve eski koltuk süngeri kokuyordu. Bu koku, "Sistem"in kokusuydu. Ozan’ı yutmak, sindirmek ve posasını çıkarmak isteyen o köhne sistemin kokusu.
Ozan arabaya binmeden önce, elini ceketinin iç cebine götürdü. Kalbinin üzerindeki o serin metale, gümüş saate dokundu. Taşın titreşimi parmak uçlarından beynine aktı. Korku: Sıfır.
Ozan, arka koltuğa oturdu. Cevdet kapıyı sertçe kapattı. GÜM. Bu ses, bir hapishane kapısının kapanma sesiydi.
Cevdet şoför koltuğuna geçti. Dikiz aynasından Ozan’a baktı. Ozan da aynadan ona baktı.
İki avcı, metal bir kutunun içinde kilitli kalmıştı. Biri kanun adına, diğeri kaos adına oradaydı.
Ozan arkasına yaslandı. Şehre, akıp giden o gri binalara baktı ve içinden o cümleyi kurdu:
“Oyun başladı Komiser. Beni köşeye sıkıştırdığını sanıyorsun. Beni bir çayla, iki soruyla çözeceğini sanıyorsun.”
Cebindeki saati hafifçe sıktı. “Ama sen, benim oynadığım satranç tahtasında piyon bile değilsin. Sen sadece… mat edilmeyi bekleyen eski bir şahsın.”
Meganın motoru acı bir hırıltıyla çalıştı. Araba, emniyete doğru, yani aslanın inine doğru yola çıktı. Ama aslanın inine giren kurban değil, aslanın ta kendisiydi.